Fuzuli, Seyit Nesimi’nin yolunda giden çok önemli bir şairimizdir. Klasik Türk şiirinin en büyük üstadıdır. Aşkın, doğanın, sevginin, üzüntü ve kederin aynı zamanda coşkunun felsefesini biz çok açık seçik bir şekilde Oğuz Türkçesiyle yazılmış gazellerinde görebiliyoruz. Kasideler ise üslubu Farsça, Arapça kavramlar ile gölgelenmiş temaları farklı, dili ağır, anlaşılması da Arapça ve Farsça bilmeye bağlı olan divan şiirleridir. Buna bağlı olarak Fuzuli Arapça, Farsça ve Türkçe şiirleri en lirik düzeyde duygulu, coşkulu, heyecanlı bazen tamamen üzgün ve kederli bir tonda yazan büyük klasik Türk şairi ve filozofudur.
Fuzuli 1556’da Kerbela’da hakka yürümüştür.
Asıl adı Mehmet’tir. Türkçe bir divanın ön sözünde Fuzuli tapşırmasını nasıl aldığını anlatmıştır: “Her şair kendisine bir mahlas (tapşırma) almış. Beğenebileceğim bir mahlas kalmamış. Bu yüzden hiç kimsenin beğenmediği Fuzuli mahlasını alıyorum ve kullanıyorum. Çünkü Fuzuli gereksiz, işlevsiz, yararsız anlamına gelir. Ben bu Fuzuli tapşırmasını alırsam kimse de beni dava etmez. Sadece bana kalır” demiştir. Öyle de olmuştur. Ölümünden yüzyıllar geçse de o hep “Fuzuli” tapşirmasıyla bilinmekte ve anılmaktadır.
Fuzuli iki anlama gelmektedir. Gereksiz anlamına geldiği gibi, diğer taraftan da faziletli, erdemli, yüce, yüce erdemli insan anlamına gelmektedir. Adeta yer ile gök kadar zıt bir anlam içeren bir tapşırmadır. Bu iki anlam Fuzuli’nin şiirlerinde geçen yaşamölüm, sevginefret, coşkunlukpasiflik olarak işlemiş olduğu duygu durumlarındaki diyalektiği de bir anlamda tek bir sözcükle açıklıyor gibidir. Tam da kendisine yakışan bir tapşırmadır. Hayatı hakkında pek fazla bilgi olmadığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. Daha 16. Yüzyılda, yani bundan yalnız dört yüz yıl önce ölen dünyaca bir şairin, bir Türk filozofu hakkındaki kayıtların bu denli az olması millet olarak hepimizin eksikliğidir.
Fuzuli babası tarafından yetiştirilmiştir. Türkçe, Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilen bir filozoftur. Her üç dilde de şiir yazmıştır. Yazdığı şiirler doğa ve aşkla; en çok da acıyla, ölümle ve coşkunlukla ilgili şiirlerdir. Fuzuli’nin şiirleri ölüm kaygısına karşı bir muafiyet, bir bağışıklık duygusu yaratan sağaltıcı şiirlerdir.
Fuzuli adından başlayarak bir tarafta gereksizlik var, bir tarafta da yücelik ve erdemlilik var. Yaşamış olduğumuz dünyada her ikisini de görmekteyiz. Bütün yaşam süreci içerisinde acı ve tatlıyı, hüzün ve sevinci, ölüm ve hayatı iç içe görmekteyiz. Tek düze bir yaşam, tek düze bir ölüm, tek düze bir sevinç ya da üzüntü yoktur. Bunu Fuzuli kendi adıyla özetlemiş gibidir. Yani ‘ben bir taraftan yüce bir anlamı içeren Fuzuli’yim’, diğer yandan da ‘gereksiz bir insanım’ sözüyle dile getirmiştir.
Fuzuli genç yaşlarında şiire başlamıştır ve Tasavvuf yoluna girmiştir. Ancak, tasavvuf ve sufi meşrebi hem gazellerinde hem kasidelerinde görülmektedir. Bu nedenle akla gelen ilk soru 16. Yüzyılda Fuzuli’nin bir tarikata mensup olup olmadığıdır. Açıkçası, Fuzuli herhangi bir tarikata mensup değildir. Sufi bir tavırla gazellerini ve kasidelerini yazmıştır. Her ikisinde de doğrudan doğruya insanı zihinsel ve ruhsal açıdan sağaltan sevinçlere, üzüntülere, üstünlüklere veya alçaklıklara yer veren, adeta hayatı bütün diyalektiğiyle derinlemesine işleyen felsefi damarın olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Sufiliği özellikle ‘bireysel bir dindarlık’ diye tanımlarsak Fuzuli’nin tasavvuf görüşünü ve sufi düşüncesini doğru kavrarız.Bu sufilik, Anadolu erenliğinden kaynaklanan, insan sevgisini işleyen bir tasavvuf felsefesinin eseridir. Onun bütün şiirleri de insan merkezlidir; onun felsefesinde aşk kavramı bile beşeri aşktan ilahi aşka giden bütün süreçleri takip eden bir felsefi diyalektiğe sahiptir. Böyle düşündüğümüz zaman da karşımıza büyük bir Türk filozofu çıkmaktadır. Fuzuli, Bengü Bade adlı eserinde Şah İsmail’e övgüler düzmektedir. Bu övgüler onu daha çok Şiiliğe yaklaştırmıştır.
Türk filozofları ve Türk sufilerinin Şah İsmail’e yakın olması Anadolu’nun Türkleşmesinin Selçuklular’dan bu yana büyük bir mücadeleyle kotarılmaya devam ettiğinin kanıtlarından bir tanesidir. Kapsamlı ve sistematik bir Şiilik destekçiliği yaptıklarını söylemek, yersizdir çünkü onlar Şiiliği, teolojik değil, politik bir araç olarak görmüşlerdir. Osmanlı, Anadolu’nun Türkleşmesiyle Şah İsmail kadar ilgili değildir. Şimdiye kadar Veryansıntv’deki köşe yazılarımda andığım bütün filozofların şiirlerinde, gazellerinde, kasidelerinde hep Türk milletini, Anadolu insanını yaşatan, yaşayan, onun tercümanlığını yapan felsefi derinlikte insancıl, evrensel temalar bulmaktayız. Dolayısıyla bu bir Osmanlı imparatorluğunun yapısıyla, yönetim biçimiyle ilgili bir karşıtlık ideolojisi değildir. Doğrudan doğruya onları hedef alan da bir din ya da mezhep de değildir. Asıl hedef Anadolu’nun artık Selçuklulardan bu tarafa Türkleşmesini tamamlamaktır; Türk filozofları Türkleşmenin işte bu sancılarını kasidelerine, şiirlerine ve gazellerine yansıtarak dillendirmişlerdir. Fuzuli de bu zincirin vazgeçilmez bir halkasını oluşturur.
Fuzuli kendini şiirle sağaltmaya çalışmıştır. Fakat bir ara şöyle düşünmüştür; ‘şiir tamam ancak şiir ilimsiz olmaz. Şiirin temelinde ilim vardır. Temeli ilim olmayan şiir yazarak ben bir yere gidemem; o halde devrimin bütün ilimlerini öğrenmek zorundayım’ demiştir. Gecesini gündüzüne katar ve devrindeki bütün ilimleri öğrenir. Daha sonrada şunu söylemektedir: ‘Ben dönemimdeki bütün ilimleri hakkıyla öğrendim ve biliyorum’. Şiirlerin bilimsel temelli olursa uzun olabileceğini, bu bakımdan salt aşk şiirlerinin uzun ömürlü olmayacağını söylemektedir.
Buradan anlaşılıyor ki Fuzuli hakkında asıl vurgulanması gereken şey, özellikle onun büyük bir bilim insanı olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer bilim insanı olmasaydı; kendi ifadesiyle gecesini gündüzüne katarak döneminin bütün ilimlerini okumuş olmasaydı gençlik çağından sonra yazmış olduğu şiirlerinde felsefi, kültürel ve bilimsel derinliği göremezdik. Demek ki şiir ile bilim yan yana gelmektedir. Bilimin dili mantıksal örgüye bağlıdır, yöntemseldir, olgulara dayanır, indirgemecidir, somut olay ve olguları deneysel yolla kanıtlamayı hedef edinir. Şiir bunların hiçbirisi üzerinde durmaz. Şiir gerçeğin üzerine inşa edilir ama gerçeğin ne olduğunu araştırmaz. O zaman şiir ile bilimin el ele vermesi gerekmektedir. Fuzuli’nin şiiriyle, Fuzuli’nin bilim insanlığı el ele vermiş, iç içe geçmiştir. Sıhhatu Maraz (Sağlık ve Sökellik) adlı yapıtında benden ve ruh ile ilgili güzel ifadeleri şiire dökmüştür. Bu yapıtında beden ve ruhun güzelliklerini şiirleştirmektedir. Seyit Nesimi, insanın güzelliğini yüzünde görürdü çünkü insan yüzünü Tanrı’nın yansıdığı mekan olarak görmekteydi. Fuzuli, Seyit Nesimi’den etkilenerek bu güzelliği beden ve ruha yayar.
Sıhhatu Maraz’da güzelliği insanın vücudu ölçüsünde genişleterek zihin ve ruh, zihin ve beden olarak bütünleştirir. Bu tam bir varoluşsal bütünlüktür. Bir insanın bütünlüğünde güzelliği görmeye başlar. Tasavvufta öğüt verici bir edaya büründüğü yapıtı ise Rindü Zahid’dir. Tasavvuf felsefesiyle dünya ve hayat görüşünü dile getirdiği yapıtı ise Leylaü Mecnun’dur. Leylaü Mecnun üzerine batıda pek çok çalışmalar yapılmıştır. Biz bu yapıtını anlatan şiirini belki çok dikkat etmeden okuyup geçiyor olabiliriz. Ancak burada yalnız Türklere ait olan tasavvuf geleneğinin bir tasavvuf felsefesine dönüştüğünü görebiliriz. Yani Leyla ve Mecnun’un aşkının anlatıldığı bu yapıtında insan aşkıyla Tanrı aşkı birleşir. Bazıları bunu ayırmaktadır. Hatta bazıları der ki: ‘İnsan insana âşık olur mu? Aşk olacaksa yalnız Tanrı’ya aşk olur. Beşeri aşk haramdır.’ Başkaları da: ‘İnsan insana âşık olmaz; haramdır. Hatta Tanrı’ya da âşık olunmaz. Tanrı hakkında bu tarz söylemler nasıl olur?’ diye söylemektedirler. Türk insanı öyle bir sıkıştırılmıştır ki, ne kendi cinsine âşık olabilmektedir ne Tanrı’ya âşık olabilmektedir. Oysa Türk tasavvuf felsefesinde özellikle Fuzuli’nin Leylaü Mecnun’unda aşkın dini, dili, tanrısı, kitabı, kişisi, cinsi, türü yoktur. Çünkü aşk tanrısal bir duygudur.
Türk felsefesini, Türk filozoflarını aramamızın sebebi 21. Yüzyıl’da insanlık düşmanlarının, İslam gibi geniş, evrensel bilgiye dayalı bir dini dincilik mekanizması haline dönüştürmelerinden kaynaklanmaktadır. Fuzuli duyarlı bir şairdir. İfade gücü mükemmeldir. Aşkı, ıstırabı, dünyevi zevk ve zenginliklerin boşluğunu ve ölümün kimsenin kurtulamayacağı bir son olduğunu bu kadar derin, bu kadar ustalıkla ve bu kadar anlam yüklü sözcüklerle dile getirme yeteneği bakımından klasik Türk şiirinin en büyük ustalarındandır. Aynı zamanda şiirinde gizlenen bir Fuzuli felsefesinin de yaratıcısıdır. Fuzuli hem 16. Yüzyıl’da yaşayan insanları hem de kendinden sonrakileri sağaltmıştır. Bu şiir felsefesiyle sağaltımdır. Güney Kafkasya, Azerbaycan, İran, Irak ve Rusya’da yaşayan Türkler milli benliklerini ve kültürlerini korumada Fuzuli’den hala yararlanmaktadırlar.
Türk dünyası bu gün de, var olmak ve varlığını sürdürebilmek için Fuzuli’nin felsefesini bilmek zorundadır.
Fuzuli’yi anlatmayı değil belki ama yazımı gazellerinden birkaç örnek vererek bitiriyorum.
Vefa her kimseden kim istedim ondan cefa gördüm
Kimi kim bivefa dünyada gördüm bivefa gördüm
Kime kim derdimi ızhar kıldım isteyip derman
Ölümden bin beter derd ü belaya müptela gördüm
Başka bir gazeline örnek:
Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı?
Felekler yandı ahımdan muradım şem’i yanmaz mı?
Kamu bimarına canan devayı dert eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bimar sanmaz mı?