TRT ekranlarında yayınlanan Ya İstiklal Ya Ölüm dizisi güncel bir ihtiyaca tarihsel bir zeminde cevap vermesi bakımından olumlu ve anlamlıdır. Diziye emeği geçen herkese teşekkür ederek yazıya başlıyorum. İçimizdeki mücadele ruhunu ateşleyen bu dizi, milli birlik ve beraberliğin önemini koronavirüs salgını günlerinde tam da en gerektiği anda estetik bir biçimde ortaya koydu.

Dizi, Milli Mücadelemizin en zorlu dönemini anlatması bakımından da zorlu bir işe girişti. Bu işin zorluğu 1920 döneminin çalkantılarıyla ilgilidir. (Bu sürecin karmaşası ve yarattığı gelgitler Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanında ve Halide Edip Adıvar’ın Ateşten Gömlek romanında çok iyi anlatılır. Küçük Ağa’nın aynı adla çekilmiş dizisine ve Adıvar’ın romanını ‘Ateşten Günler’ olarak yorumlayan diziye TRT Arşiv’den ulaşabilirsiniz. Her ikisini de okurken ve izlerken insan büyük keyif alıyor ve öğreniyor.)

1920 Türkiye’si, işgalin hızla devam ettiği ve iç çalkantıların arttığı bir dönemdir. Emperyalist güçlerin milli varlığımızı tamamen ortadan kaldırarak Osmanlı ülkesini bir sömürgeye dönüştürmeye en çok yaklaştıkları evre 1920 yılıdır. İktidar mücadelesinin kızıştığı, iç savaş tehlikesinin yaşandığı bu dönemi kavramak, bugün açısından da büyük derslerle doludur.

MÜTAREKE VE TESLİMİYET

Osmanlı Devleti, varlığını korumak için girdiği 1. Dünya Savaşı’nda İttihat ve Terakki’nin enerjik liderliğinde önemli başarılar kazanmış olmakla birlikte savaşın sonunda yenik ayrıldı. Kurtuluş Savaşımız bölgesel direnişlerle başladı. Bu sırada İstanbul’da kurulan hükümetler, İngilizlerle şu veya bu düzeyde işbirliği yapmaya eğilimliydi. Bilhassa Damat Ferit Paşa bu işbirliğinde en üst düzeyi temsil ediyordu. Damat Ferit Hükümeti, İttihatçıları temizleyerek dizide de buna sıkça atıf yapıldı İngiliz himayesinde saltanat ve hilafeti korumaya odaklanmıştı. Bu yaklaşım büyük devletlere teslimiyet siyasetinin dışa vurumu olup esas olarak sarayın ve saray çevresindeki seçkinlerin iktidarını korumakla ilgilidir.

MUSTAFA KEMAL'İN 6 AYI

Mustafa Kemal, savaşın sona ermesiyle birlikte İstanbul’a dönerek vatanı kurtaracak çözümlerin orada üretilip üretilemeyeceğini anlamaya çalıştı. Çeşitli kesimlerle temaslar kurdu ve vatansever bir hükümet kurarak orada görev almayı da denedi. Gazete çıkararak şehrin siyasal ortamına dahil oldu. Ancak İstanbul’da iktidar olmanın mümkün olmadığını görerek Anadolu’ya geçti.

DEVRİMCİ İKTİDAR FİLİZLENİYOR, ÖNCÜ ÖRGÜTLENME BAŞLIYOR

19 Mayıs 1919’da Samsun’da Mustafa Kemal tarafından ilk adım atıldığında mücadelenin amacı en genel bir ulusal ayaklanma ve bu ayaklanmanın iktidar merkezini yaratarak onu bir devlete dönüştürme planıydı. İstanbul’da devrimci bir iktidarın artık mümkün olmadığı anlaşılmıştı. Öyleyse Türkiye’de iki iktidar merkezi olacaktı.

Hemen ilk adımın ardından Amasya Genelgesi’yle Anadolu’ya duyurulan aslında bir iktidar olma çağrısıydı. Mustafa Kemal, Türk milletini dizginleri ele almaya çağırıyordu. Vatanın savunulmasına yönelik bu çağrı içerisinde Anadolu’da milli hakimiyet fikrine dayanan bir iktidar merkezinin kurulacağı da ilan edilmiş oluyordu. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde adı, hedefleri ve niteliği berraklaşan bu iktidar merkezi Temsil Heyeti idi. Temsil Heyeti, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti (ARMHC)'nin temsil organı ve icra kuruluydu. Bu kurul kongrelerde tespit edilen hedeflere ulaşmak için hükümet gibi hareket edecekti. 1. ve 2. Komutanlar Toplantısı'nda hareketin askeri kanadına Mustafa Kemal Paşa tarafından anlatılmak istenen yalın gerçek de budur. Ancak mücadelenin içerisinde yer alan bu komutanların Atatürk’ün en yakın dostları olmalarına rağmen yeni bir devlet kurma planını kavramaları zaman alacaktı.

Bu konuyu Atatürk, Nutuk’ta şöyle ele almıştır.

“Beliren ulusal savaşın tek amacı yurdu dış saldırıdan kurtarmak olduğu halde bu savaşın, başarıya ulaştıkça, ulusal iradeye dayanan yönetimin bütün ilkelerini ve şekillerini evre evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi olağan ve kaçınılmaz bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını, gelenekten gelen alışkanlığı ile, hemen sezinleyen hükümdar soyu, ilk andan başlayarak ulusal savaşın amansız bir düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben de gördüm ve sezinledim. Ama, baştan sona bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik. İleride olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddesel savaşa boş kuruntular niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlar arasında ise, geleneklerine, düşünme yeteneklerine, ruhsal durumlarına uymayan olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için pratik ve güvenilir yol, her evreyi zamanı geldikçe uygulamaktı".

KOMUTANLARA VE AYDINLARA VERİLEN GÖREVLER

Mustafa Kemal’in Cafer Tayyar Paşa’ya çektiği bir telgrafı incelediğimizde, sivilasker bütün öncülerin önüne koyduğu görevleri görebiliriz:

  1. Yeni bir iktidar merkezi oluşturulacaktır.
  2. Bu iktidar merkezi İstanbul Hükümeti’nden ayrı ve Anadolu’da bulunacaktır.
  3. Yeni iktidar merkezi milletin temsilcilerine dayanacaktır.

Ancak henüz bütün aydınların bu radikal mücadeleyi kavramamış olduğunu görüyoruz. Hatta Anadolu’da bulunan bazı askeri ve mülki yetkililer de içerisinde bulunulan durumu yeterince kavramamıştır. Mustafa Kemal’in hiçbir komutanın veya idarecinin İstanbul Hükümeti'nin emriyle görevini bırakıp başkente dönmemesini istediği halde, ileride Harbiye Nazırı olacak olan Mersinli Cemal Paşa, Hükümet'in emriyle Konya’daki Ordu Müfettişliği görevini bırakıp İstanbul’a dönüyor. Refet Paşa, Amasya’da Kolordu Komutanlığı'nı İstanbul’dan gelen bir başka komutana devrediyor. Aynı Refet Paşa, Amasya Genelgesi’ne imza koymaktan da çekiniyor. Henüz bazı öncülerin kavrayamadığı durumu bir Amerikan Heyeti açıklıkla saptıyor: “Amasya’da askeri bir hükümet kurulmuştur.” 

Mustafa Kemal de hükümet başkanı gibi askeri ve mülki yetkililere emir vermekte, iş gördürmekte büyük oranda başarılı olmuştur. İstanbul’un Harbiye Nazırı Süleyman Şefik, bu sırada orduya tebliğler yapıyor ‘siyasetle uğraşılmamasını, 5 vakit namaz kılıp padişaha dua edilmesini salık veriyordu.’ Kuşkusuz siyasetle uğraşmama emri ‘benim siyasetim dışında başka bir siyasetle uğraşma’ demektir. Yoksa İstanbul, Elazığ Valisi Ali Galib'i, kuvvet toplatarak Mustafa Kemal’in üzerine yürütmezdi. İstanbul, yeni bir iktidar inşa edildiğini sezmiş, bunu en başta boğmaya kalkmıştı. Damat Ferit, vatan savunması hazırlığına girişmenin cinayet olduğunu söylüyordu. İşte İstanbul’un siyaseti buydu, bu yüzden orduya namazı, orucu, duayı salık veriyordu. Aman silaha el sürmeyin!

ARMHC HÜKÜMET OLMAYI HEDEFLİYOR

Mustafa Kemal, devrimci iktidarın inşasına adım adım devam etti, İstanbul’un bütün tertiplerini boşa çıkardı. O devam ettikçe tereddüt edenlerin sayısı artıyordu, ancak onları da kazanmanın yolu zorlayıcı olmaktı. Erzurum Kongresi’nde ‘Hükümet Kurma’ kararı daha açık bir ifadeyle alınıyor ve cemiyetin tüzüğüne işleniyor. Bilindiği gibi cemiyet üyeleri açısından tüzük bağlayıcıdır. Mustafa Kemal burada herkese hükümet kurma sorumluluğunu da paylaştırmış oluyor. Bu tüzük maddesi şöyle idi:

“Ne türlü olursa olsun, yabancıların topraklarımıza girmesine ve işlerimize karışmasına karşı ve Osmanlı Hükümeti'nin dağılması durumunda ulus, birlikte direnecek ve savunacaktır (Tüzük, madde 2 ve 3; Bildiri, madde 3).”
“Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğinin sağlanmasına İstanbul Hükümeti'nin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için, geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri ulusal kongrece seçileceklerdir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi Heyeti Temsiliye (Temsilciler Kurulu) yapacaktır (Tüzük, madde 4; Bildiri, madde 4).”

ARMHC HÜKÜMET DÜŞÜRÜYOR

Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından İstanbul’daki işbirlikçigerici Damat Ferit Hükümeti'ne karşı Anadolu’da örgütlenen telgraf taarruzu başarıya ulaşıyor ve hükümet düşürülüyor. Anadolu’nun telgraf yağmuru, İstanbul’u sindiriyor. Ali Fuat Paşa’nın ifadesiyle, “Milli hakimiyet irade tecelli ediyor.” Ardından Milli Mücadele’ye sözüm ona olumlu yaklaşan Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruluyor. Başarılar kazanıldıkça mücadeleye katılanların da arttığını, tereddütlerin bir ölçüde azaldığını görüyoruz. Bundan sonraki mücadele evresini İstanbul ve Anadolu arasında hem dostluk hem mücadele olarak adlandırabiliriz.

ANADOLU'DA İKTİDAR SAVAŞI

Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin Anadolu’da bazı vali ve kolordu komutanlarını görevden alma çabası, esas olarak Mustafa Kemal’in otoritesine ve ARMHC’nin örgütlenme imkanlarını ortadan kaldırmaya yönelikti. Bu savaşı Mustafa Kemal’in kararlılığı sayesinde Damat Ferit kaybetti. Onun atadığı birçok memur, görevli gittiği şehirlere sokulmamış daha önceki yurtsever memurlar görevleri başında kalmıştı, böylelikle ARMHC’nin etkinliği artmıştı. (Telgraf yağmuru bu sayede örgütlenebilmiş, hükümeti düşürme operasyonu böyle başarılmıştı.) Ancak şimdiki durumda resmen görevden alınan bazı memurların görevine resmen iadesi ve Damat Ferit’in atama kararlarının iptali gerekiyordu. Ali Rıza Paşa Hükümeti, ARMHC’nin bu konudaki taleplerinin bir kısmını kabul etti, bir kısmını ise yerine getirmedi. Ayrıca Mustafa Kemal’in Damat Ferit ve arkadaşlarının Yüce Divan’da yargılanması isteğini de ‘kinci’ görünmeme gibi komik bir nedenle kabul etmeyen Ali Rıza Paşa Hükümeti'nin gerçekte dizleri titriyordu. Millete dayanmayan bu hükümetin Milli Mücadele’ye nefesi de yetmiyordu.

Ali Rıza Paşa en sonunda Mustafa Kemal’in taleplerine dayanamayarak bir telgrafında ‘iktidarın ortak kabul etmeyeceğini’ ifade ediyordu. Asıl gerçek de burada gün ışına çıkarıyordu. İstanbul Hükümetlerinin ‘yurtsever’ olanı dahi saraya milletten daha fazla bağlıydı ve bu yüzden gereken devrimci adımları atabilecek cesaretten yoksundu. Amasya’ya gönderilen Salih Paşa ile Mustafa Kemal’in yaptığı protokole dahi uymayı başaramadılar. Ya İstiklal Ya Ölüm dizisinde İstanbul’daki bütün yöneticilerin Ankara’da bir hükümet kurmaya sanki epeydir ikna imiş gibi gösterilmesi de biraz gerçeğin dışına taşmak oluyor. Ali Rıza Paşa, Salih Paşa türünden yöneticiler buna hiçbir zaman tam olarak ikna olmadı, hatta Anadolu’ya geçerek mücadeleye katılmadı. Fevzi Paşa gibi geçmişte İttihatçı olan yani özü itibariyle devrimci fikirlere açık olan isimler dahi Ankara’ya geçmeye son anda karar verdiler. İstanbul’daki bütün çözümleri tüketmeden bu kararı vermeyecekler hatta Anadolu’nun işlerini zorlaştıran hamleler de yapacaklardır.

İSTANBUL'DA 3. MEŞRUTİYET

Mustafa Kemal ve Ali Rıza Paşaların vardığı uzlaşma üzerine yapılan seçimler ARMHC destekli bir meclis yaratmıştı. Ancak Mustafa Kemal, meclisin Ankara’da açılmasını sağlayamamış (sivilasker aydın zümre hala saraya ve geleneğe bağlılığını koruyordu) ancak meclise gidecek vekillerin önemli bir kısmıyla Ankara’da görüşmeler yapmıştı. Rauf Orbay öncülüğünde meclise giden heyete iki önemli görev vermişti:

  1. Mustafa Kemal, meclis başkanlığına seçilecekti.
  2. Mecliste ARMHC adına bir grup oluşturulacaktı.

Ancak meclise giden ARMHC üyeleri bu görevlerin ikisini de yerine getirmedi. Bu görevlerin yapılamamasının nedeni de Mustafa Kemal’e yönelik kişisel bir tutum olmayıp büyük devletlere karşı verilen Milli Mücadele’nin anlamının yol ve yöntemlerinin yeterince kavranmamış olmasıydı. Çünkü, Anadolu’da mücadeleyi örgütleyen ve kongrelere liderlik ederek öncü örgütlenmeyi başaran liderin İstanbul’da Meclis Başkanı olması büyük bir başarı olacaktı. Ayrıca Anadolu örgütlenmesinin meclise kendi adıyla yansıması yine milli hakimiyet düşüncesinin zaferi olacaktı. İstanbul’daki vatanseverlerimiz bu başarıya imza atmaya cesaret edemedi. Fakat her şeye rağmen Milli Mücadele’nin programı niteliğindeki Misakı Milli’nin kabulü, bu cesaretsizlikleri ikinci planda bırakan bir zafer oldu. Karşılığı da gecikmedi.

ÜÇÜNCÜ MEŞRUTİYETİN SONU VE ANADOLU'DA YENİ DEVLET

16 Mart 1920 İngiliz medeniyetinin tek dişinin de döküldüğü gündü. Anadolu’daki milli güçlere yakın Salih Paşa Hükümeti'ne (Ali Rıza Paşa Hükümeti'nden sonra kurulmuştu.), Misakı Milli’yi kabul eden meclise ve İstanbul’daki yurtsever aydınlara ve subaylara gözdağı verebilmek için yetimleri kurşunlamaktan uykudaki askerleri süngülemeye kadar varan bir vahşet yaşandı. İşin buraya varacağı çok açıktı. Mustafa Kemal’in meclisi İstanbul dışında toplama ısrarının nedeni bu tarihsel dersle herkes tarafından kavranmış oldu. Ancak mücadeleye önemli katkılar yapabilecek Rauf Orbay gibi isimler İngilizlerin eline geçti. Meclis basıldı ve daha sonra kendisini tatil etti. Sultan Vahdettin açısından da Damat Ferit’i tekrar hükümet koltuğuna oturtma şansı doğdu. Artık Anadolu’ya karşı İngilizlerin yanında açıktan açığa savaşacaklardı.

Mustafa Kemal, hemen durumu değerlendirdi ve “Bize bundan büyük hizmet yapamazlardı” dedi İngilizler için. Çünkü işgal, kararsızları kararlı hale getirecekti. Fevzi Paşa gibi işgal anına kadar İstanbul Hükümeti'ne sadık isimler de artık kararı Ankara’dan yana vermişlerdi. Üst ve orta düzeyli birçok bürokratın kafası işgal sonrasında netleşmişti. Alt düzey memurlar açısından ise gelgitler sürecekti.

MÜCADELENİN TEMELİ: İSTİŞARE VE MEŞRUTİYET

Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı günden bu yana aslında 16 Mart 1920 sonrasında gerçekleştireceği büyük eylem için çalışıyordu. Devrimin formülü oturmuştu: Önce parti inşa edilmiş, ardından devleti kurmaya sıra gelmişti. İnşa edilen parti, Anadolu’yu büyük oranda kontrol altına almış, elde kalan ordu birliklerini ve Kuvayi Milliye güçlerini tek merkezden idare eden bir noktaya gelmişti. Ancak İstanbul’da iktidar olma seçeneğinin de denenmesi gerekiyordu. Böylece Amasya Protokolü'yle şekillenen ve Meclisi Mebusan’ın açılmasına giden 3. Meşrutiyet seçeneği de gerçekleştirilmiş ve tüketilmiş oldu. Artık Anadolu’da yeni bir meclisin kurulması meşru idi, mücadelenin öncülerin istişaresine dayanması da zorunluydu. Cumhuriyet'e giden yol açıktı.

Tehlikeli yollardan Ankara’nın emriyle güvenliği sağlayan Kuvvacıların eşliğinde Anadolu’ya geçen üst düzey bürokratlar, mebuslar, hocalar, subaylar ve bilcümle öncüler 23 Nisan’da Ankara’da TBMM’yi kurarak yeni Türk Devleti’nin emrine girdi. Bundan sonra TBMM kuvvetleri ile İstanbul Hükümeti'nin güçleri arasında yaşanacak iç savaşa göre alt düzeyli memurlar da kararını verecekti. Bilindiği gibi bu savaşı büyük zorluklara rağmen TBMM kazanmış ve ülkenin meşru hükümet merkezi olma hakkını kazanmıştı. Bu hak bazen ikna yoluyla bazen de silah zoruyla başarılmıştı.

23 NİSAN'IN GETİRDİĞİ İÇ SAVAŞ

Atatürk, iç savaşı, Yunanlılara karşı mücadeleden daha önemli görüyordu. Çünkü o savaşı kazanan meşru hükümet haline gelecek ve ülkenin tüm kaynaklarına işgalin sona erdirilmesine harcayabilecekti. İktidar olmak aynı zamanda kaynakları seferber edebilme yeteneğini kazanmak demekti. Gerçekten de böyle oldu. TBMM meşru devlet merkezi haline geldikten sonra Fransız işgali sona erdirilmiş, Yunan kuvvetleriyle başarıyla mücadele edilmişti. 1920’nin kargaşası aşılmasaydı 1922’nin kesin zaferi kazanılamazdı.

23 Nisan 1920, 1860’lardan beri verilen bir mücadelenin doruğuydu. Genç Osmanlılar ve İttihatçılar tarafından İstanbul’da sarayı kontrol altına alarak, Babı Ali’yi ele geçirerek verilen vatan ve özgürlük mücadelesi 1920’de artık sarayla ve mevcut Osmanlı sistemiyle iç içe yürütülemezdi. Bu yüzden yeni bir başkent ve yeni bir iktidar merkezi seçildi. Vatanseverler eski sistemden tam anlamıyla kopmuştu. Bu ise başarının sırrı ve anahtarı oldu.

23 NİSAN'IN MİRASI

Mazlum milletler için bir devrim modeli ve programı yarattı. Programın iki dayanağı vatan ve özgürlüktü. Vatan kavramı politik hedef olarak Tam İstiklal, özgürlüğün karşılığı ise Milli Hakimiyet’ti. Bu ikiz kardeşler bizim milli demokratik devrim hedefimizin dün olduğu gibi bugün de temel dayanağıdır. Devrimin modeli ise öncü bir örgütün inşası, yeni bir iktidar merkezinin yaratılması ve bu merkezden mücadelenin yönetilmesidir. Atatürk’ün 1919’da zeybeklerle birlikte dağa çıkmayıp parti inşa etmesi bu mücadelenin başarısı açısından kritik olmuştur. Yoksa tarih, efeler ve zeybekler gibi kahramanların liderliğinde kalkışılan binlerce başarısız isyanla doludur. İsyanlar, hele ki emperyalizme karşı verilen ulusal ayaklanmalar ancak bir öncü örgütlenmeyle ve devlet yapısına kavuşmakla başarıya ulaştırılır. Türk Devrimi bu formülün açık kanıtı olmuştur. Bu formül, Vahdettin gibi milleti koyun sürüsü gibi gütmeye kalkışanların, Damat Ferit gibi bir büyük devletin gölgesinde nefes alabilenlerin, mandacıların, himayecilerin sonu olmuştur. Yoksa Kuvayi Milliye en fazla düşmanı yavaşlatır, belki de İstanbul’un gönderdiği kuvvetler karşısında ezilir ya da Sevr’in yumuşaltılmış bir versiyonunu kabule zorlanırdı. Ancak büyük zaferin ve Lozan’ın gerçekleştirilebilmesi Anadolu’da dört başı mamur bir hükümet kurulmasıyla o hükümetin ordusuyla sağlanmıştır. Bugün vatanseverlerin odaklanması gereken sözcük Kuvayi Milliye’den çok Anadolu ve Rumeli Müdafaa i Hukuk Cemiyeti ve TBMM olmalıdır. 23 Nisan’ın asıl mirası budur.

Uğurcan Yardımoğlu/Aydınlık