Özgürlük ilkesini esas alan bir kamu düzeni, bireysel yaşam tarzları, tercihler ve yönelimlerin ne olduğuyla ilgilenmez. Bu düzende her birey kendi hayatını yaşar ve kendini gerçekleştirmenin yolunu arar. Kamu görevlerine atanmanın şartı liyakattir. Hiç kimse anayasal çerçeveye uygun olduğu halde, siyasi görüşleri ya da cinsel yönelimleri nedeniyle, liyakat sahibi olduğu halde kamu görevlerinden ve kamusal yaşamdan dışlanamaz. Ancak yakın zamanlara kadar dünyanın hemen her ülkesinde eşcinseller toplumsal dışlanmanın, meşru işlerin dışında tutulmanın öznesi oldular. Psikoloji bilimi tarafından hasta olarak görülüp tedavi edilmeye çalışıldılar.

Günümüzde bu manzara değişme yolundadır. Batılı ülkelerde özellikle 1960’ların ortalarında başlayan “Yeni Toplumsal Hareketler” kapsamındaki bazı girişimler, yurttaşlık hakları tartışmalarını gündeme taşıdılar. ABD’de siyahların uğradığı fiili ırkçılığı, eşcinsellerin uğradığı ötekileştirmeyi vb. sorun ederek bazı sorunların aşılmasına giden süreci başlattılar. Süreç zamanla diğer ülkeleri de şu ya da bu ölçüde etkilemeye başladı.

Ancak bu sorgulayıcı hareketlerin bazı kanatları kendine özgü bir gelişme çizgisi izlediler. Örneğin siyah özgürlük hareketi içinde bir kesim, Martin Luther King’in yapmaya çalıştığı türden, beyazlarla uzlaşma ve ortak dil arayan barışçı bir yurttaşlık hareketinin sonuçsuz kalacağına inandılar. Silahlı mücadeleye giren Kara Panter Partisi türünden yapılar bu eleştiriler sonucunda ortaya çıktı. Bu dönem sol örgütlerin bir kısmı kent gerillası yoluyla devrim hayallerine kapıldı. Eşcinsel hareketi de benzer bir yol izledi. Silahlanmadı ama yurttaşlık hakları temelinde özgürlük talep etmekten vazgeçti ve radikalleşti.

Bugün LGBT örgütlenmelerinin hak talep eden, uğradıkları haksızlığın telafi edilmesini isteyen demokratik baskı örgütleri olduğu kolay kolay söylenemez. Çünkü bu hareket, 1960’ların sonlarından itibaren, kadın eşcinselliğini erkek egemen kültüre alternatif olarak sunan radikal bir feminizm yorumu üzerinden, Queer denilen farklı bir aşamaya vardı. Günümüzde LGBT hareketi, doğuştan gelen kadınlık ve erkeklik şeklindeki cinsiyeti “bela” olarak ilan eden ve her tür kadınlıkerkeklik gibi sabit konumları sorunsallaştıran bir ideolojik temelde hareket ediyor. Buna göre doğuştan gelen cinsiyet diye bir şey yoktur, kişinin cinsiyetini oynadığı cinsel performans belirler ve bu da sürekli değişebilir. Dolayısıyla cinsel olarak doğa tarafından belirlenen “normal” diye bir şey yoktur, o halde anormal de yoktur. Erkek doğdunuz ve bugüne kadar erkek cinsel rolü mü oynadınız, sorun sizde! Çünkü “düzen”in size dayattığı heteroseksüel iktidar kalıplarının içine sıkışıp kalmışsınız. Haydi devrim yapın ve özgürleşin!

Eşcinsellik doğal mıdır, hormon dengesi ile ilgili midir vb. tartışmaları benim alanım değil, zaten sorun da bu değil. İnsanlar kendilerini nasıl istiyorlarsa öyle tanımlayabilmelidirler. Buradaki esas sorun, yeni bir toplumsal düzen kurma iddiasının, ideolojik değil cinsel temele dayandırılmasının sonuçları ile ilgili. LGBT hareketi, “iktidar ilişkisi” yerine konulan cinsiyet sınırlarının onur yürüyüşleri vb. aracılığıyla ihlal edilmesi, çocuklara eşcinsellik eğitimi verilmesi, eşcinsel evlilikleri, evlat edinme vb. yollarla meselenin hak arama boyutundan çıkartılıp yeni bir toplumsal düzen iddiasını ileri sürüyor. Böyle bir siyasal düzen değişikliği iddiasının dünya çapındaki en önemli hamisi ise ABD ve Avrupa’nın özgürlükçü rejimleri. Bu nedenle LGBT örgütleri AB’den proje paraları alan, HDP’nin kimlik siyaseti çizgisinde hareket eden, milli devleti ve milli örgütlenmeyi, “eril tahakküm yapıları” olmakta suçlayıp düşmanlık mevziisinde hareket eden bir yapı haline dönüştü(rüldü)ler.

Bu yapılar ilk bakışta siyasi mücadelenin gerçek öznesini yanlış tanımlamış ve yanlış hedeflere nişan almış gibi görünebilirler. Ama emperyalist işbirlikçiliği, vatanseverlik düşmanlığı ve emeğin üstünlüğüne yan bakma söz konusu olunca hedefi hiç şaşmıyorlar. En büyük destekçilerinin Batı emperyalizmi olması hiç tesadüf değil. Çünkü üretimden kopan neoliberal sıcak para sistemi, özgürlüğün tanımını da hayatın yeniden üretiminden kopardı. Bizimki gibi ülkelerde Batı'yı hala özgürlüklerin ve demokrasinin beşiği sanan; LGBT hareketini, “bak özgürlük diyor, hak diyor, adalet diyor, muhaliftir, düzene karşıdır” vs. diye savunan siyasi çevrelerin özgürlüğe bakışı da böylelikle özgürlük budalalığı tadı vermeye başladı.  


Atakan Hatipoğlu

Aydınlık