Örnek olay: Bir TV programından küçük bir sahne

Dünyaca ünlü bir seyyah ve televizyon programcısı olan Antony Bourdain, dünya kentlerini gezip farklı kültürleri keşfederken sıra İstanbul’a gelmiş. İstanbul’un bilinmeyen yönlerini anlatacağı programın bir bölümünde iki Türk ile öğlen yemeği yiyor. Bunlardan biri oyuncu Serra Yılmaz diğeri ise yazar Gündüz Vassaf. Yemeklerini yerken Bourdain, oyuncuya şöyle bir soru soruyor : “Serra, Türk olmak nasıl bir şey?” Oyuncu o sırada ağzına birşeyler tıkıştırmakla meşgul olduğu için sorulan soruyu anlamıyor, yanındaki yazar soruyu izah ederken, tekrar etmek yerine muzır bir gülümseme ile “Serra, sen Türk müsün” diyor. Oyuncu “Evet, ama bu benim kabahatim değil” diye yanıtlıyor.

Yanlış anlaşılmamak için toplamda bir dakika bile sürmeyen bu sahnenin diyalogunu yazmak istiyorum:

Borudain: Serra, Türk olmak ne demek, ne düşünüyorsun?
Yılmaz: (yemek yemektedir, anlamaz) ???
Vassaf: (araya girerek) Serra, sen Türk müsün?
Yılmaz: Evet, ama bu benim kabahatim değil.
(Kahkahalar, gülüşmeler…) (*)

Aklımıza takılan sorular

Son derece ilginç, irdelenmeye değer, hatta ikonik bir sahne olduğunu kabul etmeliyiz. İlk elden gözümüze çarpanlara dair bir kaç soruyu sıralayalım:

Aklımıza ilk gelen soru, programcının ‘merakı’ ile ilgilidir. Acaba bir İtalyan’a “İtalyan olmak nasıl bir duygu” diye de sorulabilmekte midir? İlk bakışta hayli masum bir soru gibi dursa da Batı milletlerinden insanlara yöneltildiğinde tuhaf kaçacak (ve tabi ki yöneltilmeyen) bu soru, bize Amerikalı sunucunun safiyane merakından öte bazı ipuçları veriyor.

İkinci sorumuz şudur: Konuk yazar, sunucunun “Türk olmak nasıl bir şey” sorusunu neden deforme ederek “Sen Türk müsün” şekline çevirmekte, ve bu işi yaparken neden alaycı bir biçimde gülmektedir?

Üçüncü ve can alıcı soru ise Serra Yılmaz’ın Türklüğü neden bir “suç” olarak niteledirdiğidir. ‘Sen Türk müsün’ sorusuna verilebilecek belki de en çetrefilli yanıt budur. “Evet, hayır, kısmen, ana tarafından” gibi yanıtlar verilebilir. “Nüfusumda öyle yazıyor ama ben öyle hissetmiyorum” denilebilir. “Sen ne kadar Amerikalıysan işte ben de o kadar Türk’üm” denilebilir. Hülasa, bu soruya Türk olmaktan özel bir onur duymadığını belirtecek şekilde yanıt vermenin pek çok yolu bulunmaktadır. Ama Serra Yılmaz, çıtayı bir adım öteye taşır, Türk olmayı bir kabahat olarak niteler. Türklüğün bir hata, bir tür cürüm olduğuna dair net bir cümle kurar.(**)

Bir analiz denemesi

Türkler Batı toplumuna sonradan dahil olmuş Doğu kökenli Müslüman bir halktır. Aydınlanmamızın temel gerilimi de işte bu noktadan çıkmaktadır. Avrupa ile bin yılı aşan ilişkimiz, Batı kavramını düşünce dünyamınızın merkezine yerleştirmiş, “Batı’dan nasıl göründüğümüz” sorusu aydınlarımızın kafasında çoğu zaman “gerçekte nasıl olduğumuzdan” daha önemli olmuştur.  Bunun bir benzeri Batılılar için geçerlidir. Doğu’ya bakışlarının merkezinde kolonyal parantezin dışında tutmak zorunda kaldıkları ve zaman zaman bocalamalarına yol açan bir Türk algısı yer alır.

Birinci Sorunun Yanıtı: Batının Türklüğe bakışı

Yukarıda aktardığım televizyon sahnesine dair ilk soru, Batılının bize bakışına dair bir ipucu vermektedir. İlk anda gayet sıradan görünen bu soru, tarih ve zaman dışı kalmış bir varlığa dair antropolojik bir merakı dışa vurmaktadır; Batının Türklere – özellikle Türklere dair kafa karışıklığının bir sonucudur. Fransıza, Almana bu şekilde sorulmadığı gibi örneğin koloni bakiyesi Hintliye, Pakistanlıya, Vietmanlıya da sorulmaz. Şüphesiz bu milletlere yönelik bir tanıma isteği ve merak da güncel olabilir, ancak bu merak “o ulusa mensup olmanın nasıl bir his olduğu” şeklinde basbayağı “ilkel”, kaba saba bir soru ile dile getirilmez. Batılının Türk’e dair kafası karışıktır, bunca Doğulu iken bu kadar Batılı, bu denli Batılı görünürken tamamen Doğulu olmak nasıl bir şeydir bunu izah edemez.

Yalnız dikkat etmemiz gereken asıl detay şudur: bu sorun Batının yetersizliğine değil isteksizliğine işaret etmektedir. Batının entelektüel birikimi Türk’ü de Türklüğü de doğru analiz edip yerli yerine oturtmaya yetecek düzeydedir. Ancak, onun alıştığı şablona uymaması, bildiği türde geri kalmış ya da egzotik etiketlerini kabul etmemesi işleri zorlaştırmaktadır.

Bu basit küstahlık, “Türk olmak nasıl bir his” sorusundaki niyetin masum olan bölümüdür. Masum olmayan taraf, bu sorunun aslında Türklük kavramına yönelik kolektif bir saldırının parçası olmasıdır. Şimdi lütfen CNN muhabirinin Nobel ödülünü aldıktan sonra Aziz Sancar’a yönelttiği soruyu anımsayın; muhabir, Dünyanın en önemli bilim insanlarından birine “Kürt müsünüz” diye sorma cüretini göstermişti. Cüret diyorum, çünkü bir bilim insanına dair merak edilebilecek belki de en son şey onun etnik kimliğidir. Nobel ödülü almış bir Almana, bir İngilize, hatta bir Amerikalıya bile sorulmayacak bu sorunun bir Türk’e sorulabiliyor olması işte demin sözünü ettiğim masum olmayan niyetle ilgilidir.

Türkiye Cumhuriyeti, Atatük devrimleri ile inşa edilen bir Türk kimliği üzerine kurulmuştur. Kürtler ve diğer etnisteler de bu milli kimliğin bir parçasıdır. Cumhuriyetin yıkılması, yıkılmasa bile sürekli olarak güçsüz bir pozisyona mahkum edilebilmesi onun kurucu zeminin zayıflatılması ile mümkündür. Batı kamuoyu uzunca bir süredir Türkiye’nin etnikler mozaiği olduğu şeklinde bir propogandaya maruz kalmakta, bu propaganda meyvelerini işte böylesi “masumane” sorularla, tespitlerle meyvesini vermektedir.

İkinci Sorumuzun Yanıtı: Türk aydınının Türklüğe karşı hoyratlığı

Bourdain’in sorusu “Türk olmak ne demek, (bu konuda) ne düşünüyorsun” şeklinde. Ama Gündüz Vassaf soruyu Serra Yılmaz’a tekrar ederken sadece “Türk müsün?” diyor. Sorusuna, adeta muzır bir yanıt alacağını bilen alaycı bir gülüş eşlik ediyor.

Bourdain’in sorusu, yukarıda Batı zihniyetine dair yaptığımız tüm tespitlere rağmen hala bir miktar masumiyet taşımaktadır. Küstahça da olsa, saltık hali ile Türk olmanın ne demek olduğunu sormaktadır. Şahsen, CNN gibi bir TV kanalında bana da bu sorunun yöneltilmesini arzu ederdim. Çünkü düşünen bir birey olarak, içinde yer aldığım milli kimliğin pek çok özel vasfı ve pek çok sorunu olduğunu biliyorum, bunları anlatma fırsatına sahip olmak beni mutlu ederdi. Serra Yılmaz, soruyu doğru anlasa idi böyle bir şey yapar mıydı bilmiyoruz; ancak Vassaf’ın böylesi bir ihtimalin önünü peşinen kesmesinin altında yatan psikolojiyi okuyabiliyoruz.

“Türk olmak ne demek” sorusu Türklüğü ciddiye alan bir düzeye sahiptir. Batılılar, mizah veya küçümse için bile olsa, ele aldıkları her konuya ciddiyetle yaklaşabilen bir kültüre sahipler. Dolayısı ile Türklük kavramına dair söz söylemeden önce de gerekli verileri toplayıp o veriler üzerine bir söz etmek isterler. Batı üniversiteleri, pek çoğu verilen burslar/destekler yolu ile Türk akademisyenlere yaptırılmış bize dair sayısız araştırma ile doludur. Örneğin Fransız kültür ajansının yirmi yıl önce Marmara Üniversitesinden bir sosyologa Türkiye’de kurban kesme adeti üzerine saha araştırması yaptırıp sonuçlarını yayınladığını görünce şaşırmamanız gerekir. Batının çalışma usulü budur, el attığı her konuya ciddiyetle yaklaşır.

Dolayısı ile “Türk müsün” sorusu Batılı açısından aslında işlevsiz bir sorudur. Sadece, Türk kimliğini etnisitelere parçalama çabasının güncelliği sebebi ile bir tür politik pozisyon tayinine yarar. Bu pozisyon tayini belki Batılının bir işine yaramaz, ama ona yaranmayan çalışan Doğulu için işlevseldir. “Türk müsün” diye sorulsun da “biz bunları çoktan aştık, ne Türklüğü kardeşim” manasında bilmiş bilmiş kikirdeyeyim diye can atar. Çünkü Türk olmayı izah etmeye kalkmak ciddi bir iştir. Kendi benliğine dair tespitleri açıkça paylaşması, bunu yaparken de ikna edici olması gerekir. Oysa Türklük denilen şeyin insanın kendi rızası ile alacağı veya reddeceği bir şeymiş gibi sunulması ona kolayca taraf değiştirme, Batılıya “benden sizden biriyim” mesajı verme şansı verecektir.

Kritik nokta burasıdır: milli kimlikler din gibi sonradan seçilemezler, aynı şekilde sonradan reddedilemezler de. Batı ile aramızdaki tarihsel gerilimi taşımaktan aciz kimseler kolayca bu kimlikten sıyrılabilmeyi arzu ederler. Bunun için “Türk müsün” gibi, en küstah Batılının bile soramayacağı denli ilkel bir soruyu kendilerine yakıştırırlar. Çünkü bu soru gerçekte olanaksız olan bir şeyi, milli kimliğin bir rozet gibi çıkarılıp masaya konulabilmesini mümkün kılmaktadır!(***)

Yarı okumuşların Avrupa seyahatlerinde yabancıların “Hiç Türk’e benzemiyorsunuz” sözü karşısında “Türk olduğumuza inanmadılar” diye ahmakça böbürlenmesinin daha üst kesimlerdeki karşılığı işte Gündüz Vassaf tarzı müstehzi gülümsemedir. Aklen ve ruhen Batıya hicret etmiş Türk aydınının tarzı daha rafine durmakla beraber, temelde ikisi de aynı derecede iptidai ve sakildir. 

Üçüncü sorunun yanıtı: Kendi kimliğinden kaçış ve Batıya sığınma psikozu

Üçüncü tespitimiz Serra Yılmaz’ın yanıtı ile ilgili idi. Yılmaz, zekice bir laf oyunu ile hem Türk olduğunu, hem bundan pek de hoşnut olmadığını, hem de zaten Türk olmanın bir kabahat olduğunu söylemeyi başarıyor. Ancak zekasını konuşturduğu asıl yer bu laf oyunu değil. Yılmaz’ın zekası, Batılının zihinsel dokusunu okuyup onun üç beş hamle sonra arzu ettiği sonucu ona bir anda, teklifsizce verebilmesinde yatıyor.

Batılı akademisyenler ve gazeteciler Türk kimliğinin Ermenileri ve Rumları öldürerek inşa edildiğini ve şimdi de Kürtleri öldürdüğünü yazıyorlar. Batılıların burs, para ve itibar vadettiği Türk akademisyenler ve gazeteciler ise bu tezleri daha da yüksek sesle tekrar ediyorlar. Türk yazarlar, uluslararası ödüllere giden yolda Türklerin cinayetlerini sayıp alkış topluyorlar. Avrupa parlementoları Türkleri cani olarak niteleyen yasalar çıkarıyorlar. Tüm Avrupa’da Türkiye karşıtı bir lobi tüm gücü ile çalışıyor ve sonuç alıyor.

İşte Serra Yılmaz da “Türk olmak ne demek” sorusunun bu noktaya kadar açılımları olabileceğini tahmin ederek peşinen itiraf ediyor: “Türklük bir suçtur, ama ben suçlu değilim. Aslında ben sizden biriyim, bana bırakılsa ben de Ermeni, Rum ya da başka bir kimliğe sahip olmayı seçerdim ama maalesef seçemiyorum, beni Türk olmak kusurumla beraber kabul edin lütfen.”

Konu sadece Serra Yılmaz’ın Avrupa sosyetesine kabulü olsa idi bu kadar önemli olmazdı kuşkusuz. Ama Türk aydınının Batı vizesi alabilmek için sıkça başvurduğu bu yöntem, aslında bir tür jurnalciliğe denk düşüyor. Peşinen üstün olduğunu düşündüğü efendisine, kendi içinden çıktığı halkı ihbar ediyor “Bunlar kötüdür, ama ben farklıyım” diyor. İtirafçılık maddesinden yararlanıp medeniyet (!) mahkemesinden az bir ceza ile yırtmayı ümit ediyor.

Derin bir aşağılık komplkesinin tezahürü olarak da niteleyebileceğimiz bu kendi kimliğinden kaçış hali, teslimiyetten daha vahim bir pozisyona işaret ediyor: işbirlikçilik. Türk aydını, ulusal kültür savaşında işgal orduları safına geçmiş, kendi memleketine, kendi kimliğine kurşun sıkıyor.

İhanetin sebepleri

Bu ihanetin iki temel sebebi var. Birincisi Batı dünyasından alınacak takdir ve ödüllerdir. At, köpek ve hatta insan bile temelde iki araç kullanılarak eğitilir: ödül ve ceza. Emperyalistler, bunların Doğu’yu hizaya getirmek için de işlevsel olduğunu keşfetmiştir. Doğulu yazar, sanatçı, akademisyen veya gazeteci Batının tezlerine sahip çıktıkça ödüllendirilir, önünde kariyer kapıları açılır, ilişkileri güçlenir, daha çok para ve itibara kavuşur. Direnirse, başka bir tezi savunmaya kalkarsa, daha kaba ve açık diyelim, kendi milletini satmazsa, izole edilir, görmezden gelinir veya daha ötesi sosyal bir lince maruz bırakılır. Ödüllendirmeyi Batılı yapar, ceza içinse zahmet etmesine gerek yoktur. Başını kaldırma cesareti gösteren Türk aydınına cezayı kendi benzerleri keser. Tüm varlığını Batının maddi manevi desteğine borçlu olan ve bunu da açıkça itiraf eden sözde yerli kurumlar, basın kuruluşları ve bir bütün olarak entelektüel camia onu dışlar, sesini kısar, itibarsızlaştırır.

Şimdi küçük bir parantez açalım ve size başka bir hikaye anlatayım : 20 Nisan 1973 akşamı Mehmet Barlas’ın evindeki akşam yemeğine Kemal Tahir, Mete Tunçay ve İsmail Cem davetlidir. Kemal Tahir, akciğer kanseri tedavisi görmektedir. Barlas, Mete Tunçay’ın Kemal Tahir’e en sert şekilde saldıranlardan biri olduğunu bildiği halde onu da yemeğe çağırmıştır. Mete Tunçay, gerçekle örtüşmeyen, Kemal Tahir’in “iftira” saydığı türde fikirlerini yine en sert biçimde bu sefer Kemal Tahir’in yüzüne söyler. Kemal Tahir, pek bir yanıt veremez, sadece “ben bu dediğin değilim” diyebilir, fenalaşır, yemekten erken ayrılır. Aslında kalp krizi geçirmektedir, evine varamadan ölür. İşte büyük düşünür Kemal Tahir’in ölümü böylesine iç burkucu bir öyküdür. Ne Barlas’ı ne de Tunçay’ı bu ölüm yüzünden suçlayamayız şüphesiz, ancak sonuçta kaybettiğimiz Kemal Tahir, elimizde kalan ise Barlas ve Tunçay’dır. Türk entelijansiyasının kendisine benzemeyeni, Batı’ya uşaklık etmeyeni, adeta bir “boyalı kuş” misali, ne dereceye kadar hırpaladığını görmek açısından ibretlik bir vakadır.

Parantezi kapatıp, aydın yabancılaşmasının ikinci ve daha önemli olan sebebine dönelim. Bu sebep ümitsizliktir. Türk aydını, büyük oranda halka yabancılaşmış ve ondan ümidini kesmiştir. Yaban’ı yazan Yakup Kadri, Anadolu’nun yoksulluğunu ve geri kalmışlığını olanca gerçekliği ile tespit ediyor, ancak onun kaderini değiştirme iradesinden bir adım geri durmuyordu. Hangi cenahtan olursa olsun, Cumhuriyetin ilk aydınlar kuşağının her ferdinde böylesi bir inanç ve kararlılığa rastlarız. Peki ne olmuştur da bu duygulardan bugünün aydınına pek az miras kalmıştır?

Doğrusu “aydın muhitinde” de bir tür hegemonya kavgası vardır. Türk aydınları dediğimizde farklı türde görüşlere sahip, tek tip olmayan bir toplamdan söz ederiz. Bu çevrede dönem dönem belirli düşünceler güçlenmekte, çekim merkezi haline gelmektedir. Kurtuluş Savaşının ve Atatürk devrimlerinin aydınlarımızı belirli ülküler etrafında toplayıcı etkisi olmuştur.  Yurtsever damarın güçlenmesi, çevrede tereddüt içinde duranları da o kanala doğru çekmiştir. Bu etki o denli kuvvetli idi ki affedilerek yurda geri dönen Yüzellilikler’in içinden bazı isimleri bile aynı mevziye çekebilmişti. Benzer bir etkiyi 1970’li yıllarda görebiliriz. Siyasetin ve toplumsal yaşamın içinde yer alan, halkla teması kesilmeyen aydın, diğerlerini de çevresine toplamayı, ülkeye dair olumlu hisleri yaygınlaştırmayı başarmıştır.

Son otuz yıldır ise Dünyada emperyalizmin kültürel hegemonyası belirleyici konumdadır. Haberlerin seçimi, medyanın dili bu hegemonya altında kurgulanır; kültürel kurumlar bu hegemonyaya göre şekillenir ve işler. Şüphesiz ulusal direnç noktaları da vardır, ancak bunlar Batının kültürel aygıtları karşısında çok cılız ve yetersizdir. Batılı aydını da kendi toplumuna yabancılaştıran, sanal politikalara, gerçeklikten kopuk düşüncelere hapseden bu sürecin Türkiye gibi ülkelerdeki sonuçları çok daha yıkıcıdır. Batı düşüncesi karşısında eleştirel bakışını kaybeden aydınımız, Avrupalıların Amerikalıların yıllar önce posasını çıkardığı fikirleri hiç bir sorgu suale tabi tutmaksızın kabul eder, adeta birer ideal gibi sahiplenir, hatta temsilciliğine soyunur.

Bir çözüm var mı?

Aydınımızın ülkeye ve halka yönelik yabancılaşması yukarıda sözünü ettiğimiz hegemonya ile doğru orantılıdır. Dolayısı ile sorunu aşmanın yolu da yine bu hegemonyanın zayıflatılmasından, kırılmasından geçmektedir.

Öncelikle Doğu ile Batı arasında kalmış, kendi kimliğimizle kozmopolit sözde “Dünya vatandaşı” kimliği arasında bocalayan aydın tipinin bizim açımızdan olağan olduğunu kabul etmemiz gerekir. Türkiye’nin belirleyici özelliği hem coğrafi hem de kültürel anlamda Doğu ile Batı arasında yer alan bir ülke olmasıdır. Dolayısı ile bizim aydınlanma serüvenimiz de Doğu – Batı fay hattının üzerinde cereyan etmiştir, etmektedir. Aydınımızın zaman zaman bir o yana bir bu yana sallanması şaşırtıcı değildir.

İki dünya arasında kalmak, her iki dünyanın nimetlerinden istifade etmek kadar, onların olumsuz yanlarına maruz kalmak anlamı da taşır. Doğu ile Batı’yı birleştiren bir köprü olmak hevesi ile başladığımız yolculuk bizi tıpkı bugün olduğu gibi iki büyük kütle arasında sıkışmaya da itebilir. Çağdaş Türk kimliğinin gelişip güçlenmesi, Doğu ve Batı’dan gerekli gıdaları alması kadar onlardan gelen tahrip edici etkilere direnmesine de bağlıdır. İki Dünya arasında olmak, Batının üstünlük ve Doğunun aşağılık kompleksine karşı mücadele etme zorunluluğu demektir.

Bugün, Doğu medeniyetinin yeniden yükselişine tanık oluyoruz. Batı ise bugüne dek tutturduğu yolun eleştirisini yapıp kendi kültürel hayatiyetine yeni çıkış alanları arıyor. Denilebilir ki, her iki Dünyanın da kendine özgü sorunları vardır. Bu bağlamda, bizim sorunlarımızın da bize benzemesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak aynı şekilde çözümlerimiz de bize benzediği oranda hem bizim hem de Dünyanın geri kalanının işine yarar.

Türkiye, sadece kendisinin değil modern Dünyanın da buhranlarına çözüm olabilecek muazzam bir potansiyeli barındırıyor. Anadolu medeniyetleri üzerine gelen devasa Selçuklu Bizans ve Osmanlı mirası, ve medeniyetimizi zirve noktasına taşıyan, eşi bulunmaz özgünlükteki Atatürk Devrimi bizlere sayısız değer ve yöntem sunuyor. Bu potansiyeli harekete geçirme sorumluluğu ise, DoğuBatı arasında doğru şekilde konumlanarak hareket edecek ve hegemonyayı ele alacak yurtsever aydınların omuzlarında duruyor.

(*) İlgili videoyu kesilmiş halde şu adreste izleyebilirsiniz :

(**) Yılmaz, orijinal olarak “It is not my fault” diyor. “It is not a fault” deseydi “Türk olmak kabahat değildir” manasına gelirdi. Bu cümle ise “Türk olmak bir suçtur ve fakat o suçu ben bilerek işlemedim” anlamına geliyor.

(***) Burada bir parantez açarak, Müslüman Türk kimliği söz konusu olduğunda da aslında aynı durumun geçerli olduğunu söylemeliyiz.


Gaffar Yakınca

* Bu yazı Teori Dergisi’nin Kasım 2018 sayısında yayınlanmıştır.