Geçenlerde okuduğum bir kitapta Almanya’da yaşayan üç kuşak Türk ile yapılan röportajlara rastladım. Yaklaşık atmış yıldır Almanya’da yani “gurbette” yaşayan bu insanların, kendi durumlarına dair üç aşağı beş yukarı benzer görüşleri var. En azından aynı kuşaktakilerin görüşleri birbirilerine yakınlık arz ediyor.

ÜÇ KUŞAK, ÜÇ AVRUPA

Köy kökenli olduğu anlaşılan bir ailenin elli yıldır Almanya’da yaşayan yetmişli yaşlardaki birinci kuşağında iki farklı fikir görülüyor. Amcamız, “Türkiye’ye gittiğimde asla Almanya’ya dönmek istemiyorum, eşim farklı fikirde olmasa burada bir gün bile durmam” derken, kendisi ile aynı yaşlarda olan eşi, “kendimi Almanya’da daha iyi hissediyorum, ülkem burası” diyor.

Birbiri ile taban tabana zıt fikirleri olan bu ilk kuşak çiftin, 1970’lerin sonunda henüz çocukken Almanya’ya gelmiş ve bugün elli yaşında olan kızları, annesi ile benzer fikirlere sahip, kendisini Alman kültürüne ait hissettiğini söylüyor, hatta “imkanım olsa tatiller için bile Türkiye’ye gitmem” diyor.

Ailenin son kuşağına mensup, Almanya’da doğup büyümüş, henüz yirmili yaşlardaki genç kız ise, annesinden çok farklı, dedesine benzer fikirlere sahip. “Kendimi bir Almandan çok Türk gibi hissediyorum, Türkiye’ye gidince mutlu oluyorum” diyor.

Aslında üç kuşağın, kendi “gurbette olma durumlarına” verdikleri tepkiler tipiktir. Almanya’daki Türkler arasında buna benzer fikirleri çok kolay gözlemleyebilirsiniz.

Reklamdan sonra devam ediyor 

ÖZGÜRLEŞTİREN AVRUPA’DAN MÜZE AVRUPA’YA

İlk kuşak kadınları ile erkekleri arasındaki farkın izahı basittir. Büyük çoğunluğu köy kökenli olan bu insanların Türkiye’deki yaşıtları, tamamen erkek egemen bir ilişkiler kümesi içinde yaşamaktadır. Öte yandan, uzun süredir Almanya’da bulunan bu kuşak kadınları, hem ekonomik hem de sosyal anlamda nispeten daha eşit bir pozisyona sahiptirler. Genelde köyde geçirilen yaz tatilleri ise erkekler için keyifli bir deneyim olurken kadınlar için zahmetli ve sevimsiz bir dönemdir. Birinci kuşak göçmen kadınların, Türkiye’deki yaşamı özlememeleri doğaldır.

Asıl üzerinde durulması gereken nokta ise ikinci kuşak Türkiye’ye karşı soğukken onların çocuklarının Türkiye’yi tercih etmesidir. İkinci kuşağın çocukluk ve gençlik dönemi Avrupa’da hala sosyal devletin ve demokrasinin egemen olduğu bir dönemde geçmiştir. Özellikle 19702000 arası, tüm krizlere rağmen, yüksek ekonomik gelişim sağlanan bir dönemdi. Avrupa Birliği rüyası ve Doğu blokunun çözülmesi yepyeni umutlar anlamına geliyordu. Türkiye için ise aynı dönem, geri kalmışlığın pençesinde geçen bir zamandı. Bu sebeplerden ötürü ikinci kuşağın Almanya deneyimi olumludur.

Onların çocukları olan üçüncü kuşak ise bugünkü gerçek Avrupa ile yüz yüzedir. Bu Avrupa, gelişmişliğin olanca avantajı ile hala ayaktadır ama, geleceğe yönelik bir dinamizme sahip değildir. Sadece ekonomi anlamında değil, düşünce anlamında da köhnemekte, nüfusu yaşlanmakta ve giderek bir ‘müzekıta’ya dönüşmektedir. Göçmen sorunu, Brexit, savunma yetersizliği, Çin rekabeti, bölgesel eşitsizlik gibi konular Avrupa’nın geleceğini belirsizleştirmektedir. Böylesi bir Avrupa içinde büyüyen birinin daha renkli, daha dinamik ve daha çok fırsat sunan bir ülkeyi tercih etmesi normaldir. Bunun için üçüncü kuşak gençler Türkiye ile olan bağlarını önemsemekte, Türkiye’yi cazip bulmaktadır

GEÇMİŞ GÜZEL GÜNLERİN HAYALETİ

İkinci kuşağın Almanya sempatisi, geçmişte kalan bir Almanya ile ilgidir. Bu bir çeşit “Avrupa mitidir” ve yükselen Doğu karşısında belli belirsiz bir düşe dönüşmüş olsa da hala kabul görebilmektedir. Geçen hafta eski Fransız Devlet Başkanı Sarkozy, Avrupa’daki krizi “yaşlanan siyasi görüşlere” bağladı ve “70’lerin Avrupa’sını konuşmayı artık bırakmamız gerek” dedi. Aslında sözünü ettiği şey, geçmiş güzel günlerin üzerine kurulmuş olan bu Avrupa mitidir. İkinci kuşak göçmenlerin Türkiye’ye (ve Almanya’ya) karşı tutumunda özellikle bu mitin izleri görülmektedir. Bizde orta sınıf arasında yaygınlaşan “Batı’ya göçerek iyi bir yaşam kurma hayali” de bu mitin ürünüdür ve maalesef gerçeklikle pek ilgisi bulunmamaktadır.