Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 12 Nisan’da Antalya’daki NATO toplantısında “Soykırım ve tarih konusunda Türkiye’ye ders verebilecek en son ülke Fransa’dır. Fransa kendi karanlık tarihine baksın, Türkiye’ye ders vermeye kalkmasın. Cezayir’de, Ruanda’da olanları unutmadık” demesi üzerine Fransız parlamenter Sonia Krimi salonu terk etmek zorunda kalmıştı bilindiği üzere. Ülkesinde uzun süredir topa tutulan Macron’un partisinden olan Krimi, “orijinal Fransız” da değil, Fransa’nın eski sömürgelerinden Tunus kökenli bir hanımefendiydi.
Bu toplantının bir gün sonrasında, önceden kararlaştırdığım üzere, 38. İstanbul Uluslararası Film Festivali programında yer alan “Dünyanın Sınırında” (Les confins du monde) adlı Fransız filmini seyrettim. 1945’te geçen ve Tunus gibi bir Afrika ülkesinde değil, dünyanın öbür ucunda bulunan Vietnam’daki Fransız sömürgeciliğine dair bir öykü anlatan film bittiğinde küçük bir şaşkınlık ve büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf edeyim. Guillaume Nicloux, senaristlerinden olduğu ve yönettiği “Dünyanın Sınırında”yla, beklentimin aksine, Hollywood’un Vietnam Savaşı’na dair günah çıkarma filmlerinin bile gerisinde kalan bir örnek ortaya koymuştu çünkü.
VİETMİNH VE IŞİD
Festival katalogunda “Dünyanın Sınırında” için yazılanlar şöyleydi: “Guillaume Nicloux, bu kez sıra dışı bir savaş filmine imza atıyor ve 1945’te, Vietminh savaşçılarının Çinhindi’ne düzenledikleri saldırılar sonrasında bir Fransız askerini izliyor. Binlerce sivilin öldürüldüğü katliamlardan kurtulan Robert, ailesinin intikamını almak amacıyla Fransız ordusuna katılıyor, ancak ne savaş ne de planları beklediği gibi gitmiyor. Dünyanın Sınırında konusu, fantastik atmosferi ve sert sahneleriyle Kıyamet ve Müfreze filmlerini anımsatıyor.”
Filmin “Müfreze”yle (Oliver Stone, 1986), hele hele “Kıyamet”le (Francis Ford Coppola, 1979) hiçbir ilgisi yoktu. Tam tersine, ülkelerinin kurtuluşu için Fransız emperyalizmine karşı savaşan Vietminh gerillalarını katliamcı gibi gösteren, bol kanlı sahneler ve kesilmiş beyaz adam kafası görüntüleriyle 70 yıl öncesinin IŞİD’i algısı yaratmaya çalışan bir film yapmıştı Nicloux. Ağabeyi ve yengesi Japonların gerçekleştirdiği bir katliamda öldürülen, kendisi de yaralı kurtulan ama kafayı Japonlara değil, katliamı sırıtarak seyrettiğini gördüğü Vietminh komutanına takan ve onu öldürüp intikam almak için bir grup askerle ormana dalan Fransız asker Robert Tassen’nin serüveninden ibaretti her şey.
Kulağına ulaşır belki; Sonia Krimi’ye bu filmi seyretmesini öneririm, çok seveceğine eminim.
PARİS’İN TAŞ SENFONİSİ
NotreDame de Paris Kilisesi’ni birkaç yıl önce görüp gezme fırsatım olmuştu. Ama bu görkemli tarihi yapıyı derinlemesine tanımak ve hakkında ince ince bilgi edinmek için okunacak başlıca kitap Victor Hugo’nun “NotreDame’ın Kamburu”dur hiç şüphesiz.
Hugo, kambur bir zangocun güzel Çingene kızına yönelik aşkını anlatmanın ötesinde, kilisenin yıkıntı halden kurtarılması ve Paris’in geçirdiği bilmem kaçıncı kentsel dönüşüm içinde kaybolup gitmesini önlemek için yazmıştır bu eseri. 1831’de yayımlanan, Türkçesi 654 sayfa tutan romanında, neredeyse tuğla tuğla, her köşesine dek anlatır bu “taş senfoniyi” ve şöyle der: “Bu eski kiliseye vurulan çeşitli yıkım izlerini, okurla birlikte birer birer inceleyecek zamanımız olsaydı, en küçük payın zamana, en büyüğünün insanlara, özellikle de sanat adamlarına düştüğünü görürdük.”
188 yıl sonra Hugo gene haklı çıktı: NotreDame’da bir kez daha insan eliyle yıkım izleri.
Aydınlık