I. 19. YÜZYILIN ÖNCÜ ATILIMLARI
Tanzimatçılık ve Yeni Osmanlılar
Türk Devrimi, dağılmakta ve çökmekte olan çok uluslu bir ortaçağfeodal imparatorluğundan, Osmanlıdan, AnadoluRumeli Türk halkının çeşitli aşamalardan geçerek gerçekleştirdiği ulusal demokratik devrimci atılımlarının toplamıdır. Bu devrim süreci, 1860‘lardan günümüze, karşıdevrimlerle çarpışarak ilerleyen, inişli çıkışlı 150200 yıllık tamamlanmamış bir süreçtir. Ulusal ve demokratik olmak üzere ikili karakter içerilen bu devrim daha geniş anlamda, Aydınlanmacılık / akılcılık, tam bağımsızlık, ortaçağ toplumsal ve kültürel ilişkilerinin tasfiyesi, halk egemenliğini, çağdaş, laik bir kültürü hedeflemektedir. Başka deyişle, çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve aşmayı, çağdaş uluslar topluluğunda, eşit, egemen, onurlu bir ulus olarak yaşamayı amaçlamaktadır. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın ve aşmanın anlamı, dün, bir kısmı Batı’da, bir kısmı HalkçıdevrimciSosyalist Doğu’da var olan özgürlük, eşitlik, paylaşmacılık, kamuculuk ve halk egemenliği (demokrasi) ilkeleriyle somutlaşıyordu. Bugün ise, aynı ilke ve ideallerin mekanı ve somutlaştığı dünya, Ezilen ve Gelişen ülkelerin dünyasıdır; odağında Avrasya vardır.
Türk Devrimini hazırlayan koşullar, Osmanlı modernleşmesi olarak, özellikle Büyük Fransız Devrimi‘nin de etkisiyle 19. yüzyıl başlarında III. Selim‘in reform girişimiyle başlar. Bu Osmanlıfeodal reform süreci, II. Mahmut‘un, Aydınlanmamodernleşme despotizmi de denen, bir dizi modernleşmeci girişimle büyük bir atılım yaparak zirveye ulaşır. Bu modernleşme süreci, İngiliz emperyalizminin güdümünde gerçekleşen Tanzimat ve İslahat “reformlarıyla” kendi iç dinamiklerinden kopan, bağımsız ve egemen niteliğini yitiren, Batı güdümlü ve Batı taklitçisi bir rotaya kayar. İşte Türk Devrimi’nin dinamikleri, bir özne olarak bu sömürgeleşme sürecine tepkiyle tarih ve siyaset sahnesine çıkar. Hem emperyalizmin sömürgeleştirme müdahalesini, hem de ortaçağ feodal sisteminin kendini yenileyerek sürdürme çabasını simgeleyen Tanzimatçılığa karşı örgütlü bir direniş ve mücadeledir bu.
Bu atılımın ilk adımlarını, tarihe “Kuleli Vakası” olarak geçen ve Tanzimatçı uygulamalara tepki olarak 1859‘da ortaya çıkan ve eyleme geçilemeden bastırılan ayaklanma girişimi ile başlatabiliriz. Hareketin önderliğinin, Osmanlı ulemasını ve modern aydını simgeleyen kişilerden oluşuyor olması, Türk Devriminin karakteristik özelliğini yansıtması açısından önemlidir. 1860‘larda Şinasi, Namık Kamal, Ziya Paşa, Ali Süavi‘nin başını çektiği Yeni Osmanlı Hareketi, bu ayaklanma girişiminin, düşünsel, siyasi ve örgütsel planda devamı niteliğindedir.(1)
Başta Namık Kemal olmak üzere, çoğu aristokrat kökenli olan Yeni Osmanlılar, her şeyden önce, mutlakiyeti sınırlandırma ve halkın temsilcilerinin iktidarı paylaşması, düşünce özgürlüğünü, temel birey haklarını, antiemperyalizm ve genel olarak çağdaşlaşmayı savunmaktaydılar. “Vatan” ve “millet” kavramı, henüz bugünkü anlamda çağdaş içeriğinden uzak ve Osmanlı vatanı ve milleti hayaliyle sınırlı olsa da, yine de ilk defa “padişahın mülkü” ve “padişahın kulu” içeriğine karşı, halkın/milletin olan bir vatanı ve vatandaşlardan oluşan bir millet içeriğini taşıyordu. Dönemin temel sloganı olan “hürriyet” şiarı ise, bütün bunları kapsamaktaydı.
Yeni Osmanlılar‘ın programı 1876 Anayasal devrimiyle ilk atılımını gerçekleştirdi. Ancak, kısa süre sonra II. Abdülhamit‘in karşıdevrimi ile bu meşruti Anayasa yürürlükten kaldırıldı ve devrimin önderi Mithat Paşa bir tertiple yargılanıp cezalandırıldı ve sürgünde öldürüldü.
Abdülhamit‘in mutlak egemen olduğu bu 3233 yıllık dönemde, Türk Devrimi‘nin öncü gücü Yeni Osmanlılar, devrimin Türkçü karakteri belirginleştikçe giderek Jön Türk adını benimseyerek, ikili bir düzlemde mücadelelerini sürdürdüler. 191012’lere kadar daha başat olan birinci düzlem, “Kültürel Türkçülük” olarak adlandırılan, Türk tarihini, kültürünü, dilini, kimliğini öğrenme, araştırma ve toplumsalsiyasal bilinçte hakettiği yere çıkarma mücadelesidir. İkinci düzlem ise, 1889‘da ilk örgütlenmesini yapan Jön Türklerin örgütü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yürüttüğü illegal nitelikteki destansı siyasal mücadeledir. Kültürel ve siyasal bu iki mücadele biçimi ya da cephesi 1908 Devrim sürecinde içiçe geçer, bütünleşir. İkisinin bileşimi olan siyasal Türkçülük ya da Türk milliyetçiliği, 1912 Balkan yenilgisinden sonra Jön Türklerin, İttihat ve Terakki‘nin gündemine birinci madde olarak yerleşir. Böylece Jön Türkler, “Siyasal Türkçülük” olarak Türk milliyetçiliğini, Mustafa Kemallerin, Gökalplerin, Akçuraların, Reşit Galip ve M. Esat Bozkurtların önderlik ettiği ulusal bir Türk devletinin kurulması programına yükseltir ve bunu gerçekleştirirler.
II. TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GİDİŞTE JÖN TÜRKLER VE İTTİHATÇILIK
Ali Suavi misali isyan patlamalarıyla kelle koltukta Saray’a baskınlar; 187778 Rus işgaline karşı Gazi Osman Paşa’nın Plevne’de destansıtrajik kahramanlıkları; sürgünlerde, Fizanlarda vatan sevgisi ve hasretiyle çekilen acılar, 20. yüzyılın başında Osmanlı aydınının idealistfedai ruh halini yansıtan ve şekillendiren tarihsel olgulardır. II. Abdülhamit de, temsil ettiği feodal sınıfın ve saltanatın çıkarları açısından sömürgeleşmeye ve parçalanmaya karşı belli ölçüde bağımsız egemen bir devleti sürdürmek istiyordu; en azından niyeti buydu. Ancak temsil ettiği çürüyen ve çökmekte olan Osmanlı saltanatının, Osmanlı aristokrasisinin sınıfsal çıkarlarını koruma adına ürettiği bütün siyasetler, onu, nesnel olarak emperyalistlerin oyuncağı yapıyor, çoğu kez onlarla işbirliğine mecbur bırakıyordu.
Çünkü, çöken ve çürüyen bir sınıf ve toplumsal sistem olarak Osmanlıyı yaşatmak çağın gerçekliğinde olanaksızdı; buna aykırı her çaba, her siyaset yenilgiye ve çağın dinamiklerini belirleyen gelişmiş kapitalist ülkelerin oyuncağı olmaya mahkumdu. Bu nedenle Abdülhamit, birincil düşman olarak Türkçüleri, Jön Türkleri görüyordu, onlara karşı, gerek 187677‘lerde, gerekse daha sonraki süreçlerde emperyalistlerle, başta İngilizlerle işbirliği yapmaktan çekinmiyordu. Bu işbirliği, Osmanlı toprakları üzerinde büyük bir rekabet içinde olan emperyalistler arasında kurduğu, görüş açısı sadece kendi saltanatını korumakla sınırlı, küçük siyaset oyunları ile büyük devletleri kullandığını zanneden ve zaptiye tedbirleriyle iç muhalefeti bastırabileceğini sanan ufuksuz, basiretsiz, günü kurtarma amaçlı denge siyasetleriyle perdeleniyordu.
Namık Kemaller, Ali Suaviler, modernleşmiş, gelişmiş Batı’dan öğrenebildikleri kadarıyla ve sınıfsal konumları elverdiği ölçüde, dağılmakta ve emperyalist haydutlar tarafından paylaşılıp yok olmaya doğru gitmekte olan bir “devleti kurtarma” peşindeydiler. Onlar için vatan, 600 yıllık büyük “Osmanlı vatanı”; millet, “Osmanlı milleti”ydi.
Ayrıca bugün açısından daha da anlamlı olan şuydu: 20. yüzyılın başlarında, Jön Türklerin/İttihatçıların “devleti kurtarma” düşünce ve pratiğinin odağında çoğunda ulusal bir devlet bilinci henüz gelişmemiş olsa da Batılı emperyalist devletlerin müdahalelerine direnme, bağımsız bir devlette onurlu yaşama tutkusu ve çabası yer alıyordu. Dahası, bu bağlamda “devleti kurtarmak”, neoliberallerin göstermek istediği gibi “gerici” bir çaba değildi. Aksine bu, aynı zamanda ve zorunlu olarak, İmparatorluğun bütün yapısını tepeden tırnağa değiştirmeyi ve çağdaşlaştırmayı içermekteydi.(2)
20. yüzyılın başında Osmanlı aydınının karşı karşıya olduğu, devleti kurtarmak ile ne olursa olsun yıkmak arasındaki karşıtlık, yüz yıldır ve bugün de emperyalizme karşı tavırda, gerçek sol ve sahte sol ayrımının turnusol kağıdını oluşturuyor. Emperyalizmin saldırısı ve tehdidi altındaki bir ezilen dünya ülkesinde anarşist nitelikteki bu ne olursa olsun devlet düşmanlığı, dün de bugün de aynı anlamı taşımaktadır. Her ikisi de emperyalizmin uzantısı olan liberal sol ve mafyatarikat güçlerinin ulusal devleti yıkmak ve ulusal orduyu etkisizleştirmek programında somutlaşmıştır.
187778 OsmanlıRus Harbi ve arkasından gerçekleşen 1880’deki Berlin Kongresi’nden sonra, 19. yüzyılda Rus yayılmasına karşı Osmanlı’nın bütünlüğünü savunan Batı, artık “Hasta Adam” Osmanlıyı paylaşmaya karar vermiştir. Daha sonra, olayların akışı içinde Batı’nın niyetleri netleştikçe, başlarda belli kararsızlıklar taşıyan emperyalizme karşı direnme çabasının da berraklaştığını görürüz. Bu program, 1908 Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ulusal bir programa ve antiemperyalist bir savaşa yükselerek yetkinleşti.
Emperyalizm, ezilen dünyayı sömürgeleştirirken Osmanlı aydınını da, devlet müdahalesinin sınırlanmasını, özel girişimciliği, bireysel özgürlükleri ve gümrük duvarlarının kaldırılmasını, yani liberalizmi “modernleşme” ve “demokrasi” imiş gibi sunarak avlamaya çalıştı. Belli ölçüde etkili de oldu; özgürlük ve demokrasi konusundaki büyük yanılsamaların temelini oluşturdu. Nitekim, Namık Kemal ve Ziya Paşa‘larda olsun, Jön Türklerde ya da edebiyat ve sanatın en güçlü akımı Edebiyatı Cedide çevresinde olsun, bireyin özgürlüğünü ve özel girişimi öne çıkaran “Hürriyetçilik”, 1908 Devrimi’nin havasını, rengini yansıtan ana eğilim olarak sözkonusu Batı merkezli yanılsamaların izini taşıyordu. 1908 Devrimi, İstibdadın yıkılması ve çağdaş anayasal meşruti bir sistemin gelişini temsil etme anlamında özgürlükçü niteliği ağır bassa da, hemen arkasından gelen süreç, Cavit Bey‘in temsil ettiği Batıcı liberal özgürlükçü siyasetlerin Türkiye gerçekliğinde emperyalizme hizmet ettiğini ortaya koydu.
Darbeciliğin atası Prens Sabahattinler ve Ahrarcılar
Aynı süreçte, Osmanlı aydını, İmparatorluğu parçalama ve sömürgeleştirme programını, pratikte büyük yıkım ve acılarla bedelini ödeyerek hızla sezgiden bilince çıkarıyordu. Bu bilinç ve kavrayışla, Osmanlı aydınının 19. yüzyıl boyunca tutku haline getirdiği “devleti kurtarma” görevi, liberal bireysel özgürlüğün önüne kamunun, ulusun çıkarlarını koyan toplumcu ve ulusal bağımsızlıkçı bir içeriğe dönüşüyordu.
Sonraki pratik içinde Türk aydınındaki bu kamucu şifre çözüldükçe, devletin müdahalesi, ulusal bağımsızlık ve toplumculuk/halkçılık kapsamlı bir program olarak ortaya çıkar. Nitekim, Gökalp, Akçura ve diğer Türkçülerdeki toplumculuk/halkçılık, daha sonra Kemalist Devrim sürecinde iyice bilince çıkan, neoliberallerin otoriter milliyetçilik diye suçladığı, “emperyalizm, liberalizm demektir” kavrayışıyla liberalizmi temelden mahkum eden devrimci tavır, bu programın özlü ifadeleridir.(3)
Söz konusu programın en geniş ve stratejik içeriğine baktığımızda, Bilimsel Sosyalizmin Türkiyelileştiğini, Türk Devrimi pratiğinde özgülleştiğini görürüz. Demek ki, 20. yüzyılın başında, liberalizmin sömürgeleşerek Batı’yla bütünleşme programı ile toplumcu ve bağımsızlıkçı program karşı karşıyadır. Jön Türklerin 1902’de Paris’te gerçekleştirdiği 2. Kongrenin temel tartışma ve saflaşma eksenini bu iki eğilim oluşturmaktaydı. Kongredeki tezler ve saflaşma, bütün 20. yüzyıl boyunca ve günümüzde Türk Devriminin ve karşıdevrimin karakterini, karşılıklı izleyecekleri çatışma eksenini ve seyrini belirlemesi açısından önemlidir.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün milliyetlerin temsil edildiği 1902 Kongresinde, Prens Sabahattin’in ve Bulgar, Rum, Ermeni örgütlerinin dahil olduğu çoğunluğu oluşturan grup, “gerek şiddetin gerekse yabancı müdahalesinin Abdülhamit’i ortadan kaldıracak vasıtalar olarak kabul edilebilir olduğunu ilan etti. Ahmet Rıza ise, İmparatorluğun bağımsızlığı için endişe ettiğinden her iki vasıtayı da kabul etmedi. Sabahattin’in grubu kongrede alınan kararlar gereğince, Trablusgarp’taki Osmanlı Garnizonunun yardımı ile askeri bir darbeye kalkıştıysa da bu girişim hayata geçirilemedi.”(4)
Ahmet Rıza’nın etrafında toplanan, emperyalist müdahaleye karşı olan “milliyetçi ve merkeziyetçi” grup, daha sonra Abdülhamit istibdadına karşı diğer devrimci gruplarla da birleşerek 1908 Devrimi’nin örgütsel ve siyasi çekirdeğini oluşturdu. 19041905 RusJapon Savaşı’nda Rus yenilgisinin ardından patlak veren 1905 devrimiyle birlikte Jön Türk milliyetçiliğinde de ciddi bir canlanma yaşandı. Bu canlanma, ağırlığı Makedonya’da olmakla birlikte, Abdülhamit döneminde genişleyen ve yaygınlaşan eğitimöğretimde yetişen orta ve yoksul kesim okumuşları içinde oldukça geniş bir taraftar kitle yarattı. İşte 1908 Devrimi ve sonrası süreç, giderek genişleyen bu eğitimli kitlenin aktif katılımıyla halkçı ve ulusalcı bir devrimci tabana oturdu.
1908 Devrimi’nin tarihsel önemi ve özellikleri
1908 Devrimi, kuşkusuz 1876 Meşrutiyeti’nin devamıdır. 1876’da yarım kalan anayasal meşruti bir parlamenter sistemin kurulmasıdır. Kemalist Devrim ise, bir bakıma 1908’de başlar ve onu izler. Bu iç içe geçiş özellikle Kurtuluş Savaşı’nda kendini gösterir.
AKP odaklı karşıdevrimcilerin “150 yıllık İttihatçı zihniyet” olarak tanımlanan karalamalarının başında, kuşkusuz, 1908 devriminin bir avuç askeraydının darbeciliğiyle gerçekleştiği iddiası yer alır. Oysa nereden bakarsak bakalım, 1908 Devrimi, Türkiye özgünlüğünde ve döneminin koşullarında son derece meşru yöntem ve araçlarla gerçekleşmiş bir halk devrimidir. Yusuf Akçura‘nın da vurguladığı gibi, devrimin sınıfsal temelini, ulusal ticaret burjuvazisi, orta ve yoksul köylüler, emekçi sınıflar, devlet memurları, esnaf ve zanaatkarlar oluşturuyordu. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi‘nin de temel dayanağı olan bu sınıflar, Ekim Devrimi dahil bütün Doğu, Asya devrimlerinin toplumsal karakterini belirlemektedir.
20. yüzyılın başında gerçekleşen bütün devrimler, istisnasız, aşağı yukarı aynı özellikleri taşırlar. 1905 Rus Devrimi, 19061910 İran Devrimi, 1910 Meksika Devrimi, 1911 Çin Devrimi, hepsi de bir avuç askeraydının, tarihsel gelişimin gerektirdiği toplumsal zora, sıkı örgütlenmiş seçkin bir öncü ekibin başvurduğu, gerektiğinde yukarıdan müdahaleyi, şiddeti içeren yöntemlere dayanarak, halkın ileri, uyanmış kesimlerinin bilinçli desteğini alan hareketleridir.
Demek ki o günün dünya koşullarında özgürleşme ve demokratikleşmenin biricik yolu, mutlakiyetçi feodal imparatorlukları, mümkün olan, ama tek başına asla yetmeyen, kitle katılımının yanında, zor yolunu da kullanarak yıkmaktı. Marksizmin devrimci ruhu bundan başka bir şey öğretmemektedir bize. Bu durumda, tarihe devrimci müdahalelerin açtığı yol dışında demokrasi ve özgürlüklerin geliştiği bir kaynak yoktur. Olmadığına göre, ya yanındaki kılıçla birlikte –o asla bırakılmadan gerçek özgürlük ve demokrasi kabul edilecek, ya da sahte liberal demokrasi palavraları ile emperyalist zorbalığın egemenliği.
1908 Devrimi, Anadolu ve Rumeli’de, 19051906’larda başlayan halk hareketleriyle gelişmiş, o günün koşullarının elverdiği düzeyde bir kitlesellikle başarılmıştır. 1908 öncesinde Anadolu’da Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Ankara, Kastamonu, Bitlis, Van gibi kentlerde halk hareketleri oldu. Bu mücadeleler, Abdülhamit rejimini sarstı. Kaldı ki, Abdülhamit istibdadına karşı hürriyet ve meşrutiyet için mücadele eden aydın ve öğrenci hareketi de, halkın bir parçasıydı. Bu hareket, küçük memurlara, küçük sermaye sahiplerine ve aydınlara dayanıyor, geniş köylü kitlelerine sesleniyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti içindeki azınlık milliyetlerin demokratik hareketleriyle de ittifak halindeydi.(5)
O dönemin ölçüleriyle, ciddi bir kitle desteğine sahip tek siyasi örgütün İttihat ve Terakki olduğunun en önemli kanıtı, gerek 1908’de gerekse 1912 ve sonrasında yapılan seçimlerde milletvekillerinin büyük çoğunluğunu kazanmış olmasıdır. En yakın rakibi Ahrar Fırkası, daha sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası, bu seçimlerde ciddi hiçbir varlık gösteremediler. Ahrar Fırkası, herhangi bir kapatılma ile karşılaşmadan kendiliğinden dağılmıştır.(6) Prens Sabahattin’ci Ahrar’ın yaptığı tek etkinlik, devrime karşı 31 Mart gibi gerici hareketleri tertiplemek veya İngilizci Kamil Paşa’nın içinde yer aldığı darbeleri tezgahlamaktan ibarettir.(7)
Genç subaylar da elbette bu halk hareketinin bir parçasıydı. 1908 yılında Rumeli’nde dağa çıkan Enver Bey, Sabri Bey ve Niyazi Beyler yüzbaşı, binbaşı rütbesinde subaylardı ve aynı zamanda Osmanlı ordusunun komuta kademesine, yani Osmanlı feodal aristokrasisine isyan etmişlerdi. Padişahın paşalarına ve yüksek bürokrasisine düşmanlık, 1908 Devrimi’nde daha da belirginleşmişti. Buna bağlı olarak halkla birleşme çabası da daha yoğunlaştı. 1908 Devrimi öncesinde Ömer Naci gibi öncü devrimcilerin halkı ayaklandırmak için Anadolu’ya gönderilmeleri dikkat çekicidir ve öğreticidir.
Devrimin programı da 1908 Devrimi sürecinde berraklaşmıştı. 1876 Meşrutiyeti, kuşkusuz bir demokratik devrim hareketiydi. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Mustafa Fazıl Paşa gibi düşünürler, vatan, hürriyet, laiklik gibi demokratik devrim fikirlerini yaydılar; hatta onlar 1871 Paris Komünü’nü de destekliyorlardı. Ancak ulusal demokratik devrim programının berraklaşması, 1908’e giden süreçte ve devrim sonrasında gelişti ve olgunlaştı. Özellikle Türk Yurdu, Halka Doğru, Genç Kalemler gibi dergiler çevresinde toplanan devrimin düşünürleri Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Hüseyinzade Ali, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ahmet Ferit Tek, M. Emin Yurdakul, Musa Akyiğit, Parvus, Kemalizm’in felsefe ve programını daha o dönemde aşağı yukarı oluşturdular.
1908 devrimcileri bağımsızlıkçıydı; yoksul halktan yanaydı, halkçıydı; laikti; özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında daha ileri devletçiydi ve elbette devrimciydiler. Osmanlıcılık ile milliyetçilik arasındaki çelişmelerini, devrimci pratik içinde adım adım çözdüler.
Özetlersek, Türk Devrimi’nin 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp 21. yüzyıla uzanan pratiği içindeki temel özellikleri, 1908 Devrimi’nde artık oluşmuş ve model kurulmuştu.
Bu modelin belli başlı özellikleri şunlardı:
– Halk hareketi ile genç aydın ve subaylar arasındaki birlik,
– Bağımsızlıkçı ve ortaçağ karşıtı bir program,
– Sürecin tıkandığı noktalarda, emperyalizme ve ortaçağ gericiliğine karşı halkı harekete geçiren silahlı mücadele,
– Devrime önderlik eden ve her koşulda mücadeleyi esas alan, yasal ve yasadışı, açık ve gizli yöntemleri birleştiren bir öncü örgütlenme ve fedai geleneği.
Kurtuluş Savaşı, bu modelle başarılmış; Kemalist Devrim bu modelle gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devrimi de bu modelin ürünüdür. Bugün bu geleneğe “darbeci”, “otoriter”, “totaliter” yaftalarıyla saldıran emperyalizm ve ortaçağ güçlerinin İttihatçılıktan korkmaları, her türlü yalan ve iftiraya başvurmaları boşuna değildir.
İttihat ve Terakki’nin 1908’den 1918’e gerçekleştirdikleri
İttihat ve Terakki’nin önderliğinde, 1908’den 1918’e kadar –tam iktidar olduğu süre yaklaşık 5 yıldır gerçekleşen reformlara baktığımızda, olağanüstü işlerin başarıldığını görürüz. Bu atılımların özellikle İttihatTerakki’nin tam iktidar olduğu ve muhalefetin bastırıldığı 1913 yılından sonra ve savaş yıllarında gerçekleştiğini vurgulayalım. Bunlar, Cumhuriyet Devriminin daha da geliştirdiği ve üstünde yükseldiği atılımlardır. Onlar yapılmasaydı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet başarıya ulaşamazdı.
- 1908 Devrimi en başta, 600 yıllık köhnemiş ve toplumu zehirleyen Saltanatın yetkilerini sınırlayan ve halkın seçtiği vekillere dayanan bir yönetim sistemini getirmekle, büyük bir demokratikleşme atılımı gerçekleştirmiştir. İlk defa bütün milliyetlerin en adil bir şekilde temsil edildiği bir meclis oluşmuştur. Padişahın yetkileri olağanüstü sınırlanmıştır.
Feroz Ahmad’ın deyişiyle, “Cemiyet, İmparatorluk içinde büyük bir kitleyi peşinde sürüklemeyi başaran ilk siyasal örgüt olmuş; siyaset de böylelikle halkçı bir nitelik kazanmıştır. (…) Halk yığınlarını harekete geçirmek düşüncesi bile, o günkü imparatorluk siyaseti için bir devrim niteliği taşımaktadır”(8)
- Balkan Savaşlarında uğranan yenilgilerin önemli bir nedeni olan Ordudaki geleneksel köhnemiş yapı tamamen tasfiye edilerek, modern eğitimli subaylara dayanan, alaylı subayların temizlendiği gençleşmiş, çağdaş ulusal bir ordu yaratılmıştır. 31 Mart gerici ayaklanması, ordudaki bu modernleşmeye karşı alaylı subayların başını çektiği bir ayaklanmaydı. Enver Paşa, çoğu alaylı yaşlı subayların, paşaların büyük bir kısmını tasfiye ederek orduyu gençleştirdi. Askerlik, Hıristiyan, Arap herkes için zorunlu hale getirildi, böylece ulusal bir ordunun temelleri atıldı, bütün unsurları oluştu.
- Geniş bir basın, yayın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü sağlandı, sansür kaldırıldı. Her fikrin özgürce ifade edildiği bir siyasi ortam yaratıldı; onlarca parti, dernek, sendika kuruldu. Türkçe yayınlarda olağanüstü bir patlama yaşandı. Denebilir ki, bu dönemde ortaya çıkan siyasi akımlar, fikri tartışmalar ve geliştirilen programlar, Cumhuriyet tarihinin bütün teori ve pratiklerinin, siyasetlerinin tam bir laboratuarı olmuştur.
- Eğitimde ciddi bir patlama yaşandı. Daha önce 200 bin lira olan maarif bütçesi 1914’te 1 milyon 230 bin liraya tırmandı. 1913’te ilk defa kız çocukları için de ilköğretim zorunlu kılındı; eğitim ırk ve din ayrımı yapılmadan herkese açık hale getirildi. Genç kızlar çeşitli düzeylerde sayıları hızla artan okullardan yararlandılar. İlk kız liseleri açıldı. Özellikle öğretmen yetiştiren yüksek okullar açıldı. Bütün illerde liselerle birlikte ticaret, tarım ve meslek okulları kurulmaya başlandı.
- Kadının özgürleşmesinde de ilk defa çok önemli adımlar atıldı. Kadın özgürlüğü alnındaki adımlar Osmanlıdaki belki de en dikkate değer değişikliklerdi. Jön Türkler, kadınların toplum hayatına katılmasını özendirdi. Böylece kadınlar ilk defa kocalarıyla birlikte sokağa çıktı, tiyatroya, müzik gösterilerine gitti. Erkeğe tanınan bütün eğitimöğretim imkanlarından yararlanmaya başladı. Türk Ocağı’ndaki toplantılara katılıp fikirlerini ifade ettiler. Özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında kadınlar, dışarıda herhangi bir işte çalışma hakkını elde ettiler.
- Esas olarak 1913’ten sonra uygulanabilen çağdaşlaşma atılımlarının en önemli kısmını, kuşkusuz, ekonomiyi yabancıların ve ezici çoğunluğu Hıristiyan azınlıklardan oluşan kompradorların elinden kurtarma çabaları oluşturuyordu. Neoliberallerin, tarihi olguları çarpıtarak en çok saldırdıkları, İttihatçıların, ulusal bir ekonomi yaratma amacıyla bu alanda yaptığı çalışmalardır. Sorun, Hıristiyanlara özel baskı yapmak değil, aksine ulusal ekonominin gelişmesinin önünde engel olan asalak bir sınıfın gücünü sınırlamaktan ibarettir; yani sınıfsaldır. Neoliberallerin demokrasi ve özgürlükten anladığı ise, Batı’nın çıkarları ve Batı’nın güdümündeki etnik grupların haklarıdır.
Oysa ulusal bir ekonomi ve güçlü bir ulusal devlet yaratmak, çağdaş demokrasi ve özgürlüklerin en temel koşuludur. Aslında yapılan Emperyalist tekellerin Osmanlı topraklarındaki uzantısı, memuru rolündeki, ithalat, ihracat, ticaret ve sanayi ekonominin yüzde 9095’ine hükmeden Rum, Ermeni, Yahudi kökenlilerden oluşan komprador sınıfın*, yani ekonomideki emperyalist egemenliğin tasfiye edilerek ulusal burjuvaziye dayanan ulusal bir kapitalizm yaratmaktı. Bu alanda önemli gelişmeler sağlandı.
Jön Türklerin, yıllardır mücadelesini verdikleri başta gelen hedefleri, Kapitülasyonların, Düyunu Umumiye’nin ve yabancılara verilen gümrük imtiyazlarının kaldırılması idi. Özellikle Kapitülasyonların kaldırılması, ancak emperyalistlerin kendi aralarında savaşırken müdahale edemeyecekleri Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleştirilebildi.
Bağımsız bir ekonomi kurulması yönünde “Milli İktisat” adı altında kapsamlı bir program uygulandı ve bu alanda ciddi adımlar atıldı. Devletin müdahalesi ve desteğiyle, Türk ve Müslüman sanayici ve tüccar yetiştirmek için bankalar, şirketler kuruldu, onlara krediler verildi. Konya Ovası ve Çukurova’da modern tarımı destekleyen çalışmalar yapıldı, projeler geliştirilip uygulandı. Daha önce Romanya ve Rusya’dan gelen, Rum ve Ermeni ithalatçıların karaborsa alanı olan İstanbul’un buğday ihtiyacı, savaş nedeniyle kesilince, ilk defa İttihat Terakki’nin yönlendirmesiyle Anadolu’dan sağlanmaya başlandı. Bu, Anadolu tarımının canlanmasında ve ulusal ekonominin gelişmesinde çok önemli bir adımdı.
- İttihat ve Terakki’nin programında başlarda toprak reformu da vardır. Ancak sürecin siyasi dengeleri bu programın uygulanmasına izin vermedi ve giderek vazgeçildi. Bu konuda parti içinde tutucu ve Türkçü Osmanlıcı ve devrimci kanatlar çatışıyordu. Toprak reformunu özellikle Akçura, Gökalp, Reşit Galip başta olmak üzere, çoğunluğu Türk Ocağı çevresindeki Türkçü ve halkçı kanat gündeme getirip tartışıyordu.
- Laik bir adli ve eğitim sistemi için önemli adımlar atıldı. 1916’da Şeyhülislam kabineden çıkarıldı ve ertesi yıl yetki alanı her bakımdan sınırlandı. 1917’de Şer’iye Mahkemeleri, (laik) adliye Nezareti’nin denetimi altına verildi. Medreseler Maarif Nezareti’ne bağlandı.(9)
İttihat ve Terakki’nin, 1908’den sonra gerçekleştirdiği devrimci dönüşüm ve reformların sonuçlarını ölçme açısından en çarpıcı gösterge kuşkusuz Çanakkale direnişi ve zaferidir. Bu olağan bir askeri zafer değildir. Yaklaşık 100 yıldır hep yenilen, toprak kaybeden, en son Balkan yenilgisiyle büyük bir umutsuzluk içindeki bir milletin ve ordusunun yeniden uyanması, ayağa kalkması olayıdır. Balkan yenilgisini yaşayan ordunun çürümüşlüğüyle karşılaştırıldığında, 1915’teki ordu, çağdaş ordularla savaşabilecek bir disipline, eğitime ve morale sahiptir. Artık vatan için savaşan ulusal bir ordu vardır; halkta da bir ulus bilinci oluşmakta ve kadını ile erkeğiyle örgütlenerek direnişi aktif bir şekilde desteklemektedir.
1908 Devrimi’ni gerçekleştiren, Çanakkale direnişi ve Kurtuluş Savaşı destanını yazan kadroyu örgütleyen, yetiştiren fedailer örgütü İttihat ve Terakki’nin “zihniyetini”, düşünce ve pratiğini kısaca özetlemeye çalıştık. Hiç kuşkusuz Kemalizm de bu “zihniyet”in devamıdır.
AKP yöneticileri ve neoliberaller ise, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyeti hazırlayan köklere saldırırken, askerin de içinde olduğu her türlü meşru ve haklı eyleme, müdahaleye “darbecilik” suçlamasıyla karşı çıkarlarken, mirasçısı olduklarını iddia ettikleri AhrarcıAbdülhamitçi köklerine de samimi davranmıyorlar, vefasızlık ediyorlar. Liberal piyasacılığın, Ahrar’dan Terakkiperver Parti’ye, Demokrat Parti’den AKP’ye bütün gerici liberal siyasetlerin kurucu ideoloğu Prens Sabahattin’i darbe karşıtı, demokrat göstererek yalan söylüyorlar. Çünkü Prens Sabahattin’in demokratlıkla hiçbir ilgisi yoktur. 1908 öncesi İngilizFransız desteğiyle Abdülhamit’e karşı ilk darbeyi, hem de yabancı müdahalesini, planlayan kişi olduğu gibi, 1912 ve 1913’lerde de (Halaskar Zabıtan grubunun liberal darbe tertibi, Mahmut Şevket Paşa’ya suikast) İngilizci Kamil Paşa ile birlikte İttihatçı iktidara karşı darbe tezgahlamayı sürdürmüştür.
* Komprador burjuvazi: Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde emperyalist tekellerin doğrudan pazarlama görevlisi, distribütörü (temsilcisi) olan, yerli sanayi ve üretimle herhangi bir bağı olmayan aracı sınıf. Bugün, sömürge ve yar sömürge döneminin sona ermesine bağlı olarak bu sınıf da tarihsel işlevini tamamlamış olmakla birlikte, 1980’lerdenden sonraki ulusal devletleri ve ulusal ekonomileri (özelleştirmelerle) yıkıma uğratan Küresel Karşıdevrim sonucu yeni komprador bir sınıfın türemeye başladığını söyleyebiliriz.
Dipnotlar
1 Bkz. Mehmet Ulusoy, Türk Devrimi ve Milliyetçilik, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s. 45 vd.
2 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, 19081914, Beşinci Basım, İstanbul 1999, s.190.
3 Bkz: Mahmut Esat Bozkurt, Liberalizm Masalı, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Mayıs 2008.
4 Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 9. Basım, İstanbul 2000, s.133134; Ayrıca bkz: Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, Kaynak Yayınları, İkinci Basım, İstanbul 2000. Kuran, Kongreyi belirgin bir Prens Sabahattinci olarak yansıtsa da, Yusuf Akçura’nın da içinde yer aldığı katılımcıları ve tartışmaları daha ayrıntılı ve oldukça nesnel vermesi açısından önemli.
5 Zafer Kars, 1908 Devriminin Halk Dinamiği, 2. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1997.
6 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, s.4647 vd; Bernard Levis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih kurumu, 8. Basım, Ankara 2000. s.221222.
7 Bkz: Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki; Sina Akşin, Bir Şeriatçı Ayaklanma 31 Mart Olayı, İmge Kitabevi, 3. Basım, Ankara, 1994; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, 3. Cilt, İletişim Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2000.
8 Bkz: Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki; Sina Akşin, Bir Şeriatçı Ayaklanma 31 Mart Olayı, İmge Kitabevi, 3. Basım, Ankara, 1994; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, 3. Cilt, İletişim Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2000.
9 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, 19081914, Beşinci Basım, İstanbul 1999, s.196197. Ayrıca ittihat ve Terakki’nin Modernleşme atılımlarıyla ilgili Bkz: Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizm’e, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 1985; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, 3. Cilt, İletişim Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2000, s.417479; Erich Jan Zürcher, age, s.177 vd.
Yazar: Mehmet Ulusoy