Geçen günlerde önce Bülent Arınç’ın KHK faciadır çıkışı, ardından Nazlı Ilıcak ve Ahmet Altan’ın serbest bırakılması çeşitli kesimlerden uğultuların yükselmesine neden oldu. En ileri kesimlerden bile “Hani yargının altın çağıydı. Hani FETÖ ile mücadele ediliyordu” sitemleri duyuldu.

Kamuoyunda, hayatın çelişkilerle yüklü olduğu gerçeğine uygun bir akıl yürütme tarzı maalesef yaygın değil. Bu nedenle siyasal gelişmelerden hep kesin ve tartışmasız sonuçlar bekleniyor. Ancak siyasal bilincin bu biçimi de bir maddi konumlanma meselesiyle bağlantılı.

İnsanlar nasıl dünyayı değiştirirken kendi bilinçlerini de değiştirirlerse, siyasal eylem de, siyasal bilinci değiştirir. Siyasal eylemde bulunmak, siyasal işleyişin yapısını anlamayı, siyasetin kendine özgü etik kodlarının pratikte ne anlama geldiğini kavramayı mümkün kılar. Böylelikle, yurttaşlar arasında siyasal alanda meydana gelen değişmeleri değerlendirme tarzı bakımından iki saflaşma oluşur. Ben bunlara seyirciler ve oyuncular diyeceğim.

Siyasal alanın seyircisi, dışarıda kalmaktansa, tribüne girmeyi ve oyunu takip etmeyi tercih etmiş olanlardan oluşur. Seyirciler zafer beklentisi yüksek olan bir kesim oluştururlar. Ancak desteklediği takımın zafere ulaşması için “destek” dışında bir taahhüdü yoktur. Seyirci, bir partiye üye olmuş sıradan bir yurttaş ya da siyasal konularda çok birikimli bir aydın olabilir. Onun maddi konumlanışı, olan biteni yakından takip etmek ve sahadaki oyunculara destek vermek olduğundan, bilincini de bu konumlanma belirler. Seyirci, oyunun pratikte nasıl işlediği, oyuncuların gerçek ihtiyaçlarının ne olduğu ile değil, ulaşılacak sonuca odaklanmıştır. Bu nedenle sahadaki oyuncuların eylemlerini yargılamakta aceleci ve acımasızdır.

Oyuncular, seyircilere oyunun zaferle sonuçlanacağına dair bir senet vermemişlerdir. Oyunun zaferle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını belirleyen bir dizi koşul vardır. Oyuncular bütün güçleriyle o koşulları kendi lehlerine değiştirmek için irade koyarlar. Sonuca dair umutları ve beklentileri vardır ama zafer “cepte” değildir. Bu nedenle oyunun içinde sonuçsuz kalan ataklar, taktik veya stratejik geri çekilmeler, mevzi kayıpları vb., seyircileri öfkeden köpürtür veya yersiz sevinçlere boğarken, oyuncularda benzer etkilere yol açmaz. Oyuncu, oyunu bir süreç olarak algılar ve oyun boyunca olan bitenleri algılama tarzı, maddi gelişmelere müdahale ediyor olmakla belirlenir. Bunun tipik bir örneği, Atatürk’ün Bursa Nutku’nda Cumhuriyet’in geleceği meselesine yaklaşımında görülür.

Bursa Nutku’ndaki “Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” sözleri seyircinin hesap soran bilinci ile oyuncunun irade koyan bilinci arasındaki farkı gösterir.

Dünyayı değiştirme pratiği içindeki Atatürk’ün bilincini, elinde Cumhuriyet’in yaşayacağına dair bir senet olmadığı gerçeği belirlemektedir. Cumhuriyet’in yaşamasını isteyenler, bütün siyasal ve toplumsal kuvvetleri, Cumhuriyet’in yaşaması yönünde bir maddi harekete zorlamalıdırlar. Bu müdahale boyunca, Cumhuriyet rejiminin inşası, çeşitli çelişkileri ve kararsızlıkları aşmayı gerektirecektir. Bu süre boyunca seyirciler, “hani Cumhuriyet kurulmuştu, neden bu polisler böyle davranıyor” diyen bir hesap sorma konumundan bakarlar. Seyircinin maddi konumlanışı, bildiğini iddia ettiği ama bilince çıkararak kavramadığı bir gerçeği idrak etmesini engeller: siyasal süreçler çelişkilerle yüklüdür, çelişkisiz bir siyasal mücadele yoktur ve siyasal sonuçlar, sürecin içinde oluşan güçler dengesi ile kesinleşir.

Seyirci, en ileri kesimlerde bile bir adım gerideki bilinci temsil eder. Kurtuluş Savaşı sırasında Birinci Meclis’e gelecek kadar cesur ve öncü tavır almıştır. Fakat Büyük Taarruz hazırlıklarının uzaması karşısında sürekli bozguncu bir hava yayar. “Hani vaat edilen zafer nerede, belli ki bu iş olmayacak. Bari İngilizlerle bir anlaşmaya varılsın” diyerek Mustafa Kemal’in üzerinde tazyik yaratır. Oyuncu, maddi dengeleri kendi lehine çevirmek için yürüttüğü mücadelenin yanı sıra en ileri mevzilerden gelen ve seyirci olmaktan gelen moral bozukluğu eğilimini de gidermek zorunda kalır.

Seyirci kendisine vaat edildiğine inandığı zafere olabilecek en ekonomik zahmetle ulaşmak ister. Siyasal bilinci “seyretme pratiğiyle” oluştuğu için, oyuncunun iradeden kaynaklanan iyimserliğini anlamakta güçlük çeker. Örneğin yargının altın çağını yaşadığını söyleyenlerin, bütün bu olumsuzlukları göremiyor olmasına şaşırır. Oysa oyuncu açısından sorun, görememek değil, harekete yön vermeye çalışmaktır. Oyuncunun etik bilinci şunu anlamış olmaya dayanır: siyasette uzaktan seyrederek ya da bozgunculuk yaparak kazanılmış bir zafer yoktur.


Aydınlık