MUSTAFA MERSİNOĞLU / TEORİ DERGİSİ AVRUPA YAZI KURULU ÜYESİ

“Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir.” demiş sanata Marksist açıdan yaklaşan “Sanatın Gerekliliği” kitabının yazarı Ernst Fischer. Sanatın ve kültürün hegomonik ideolojiyi belirlemedeki gücü oldukça çok incelenmiştir. Antonio Gramsci, bu konuda şöyle yazmıştır:

“Aydınların geleneksel ve kaba tipi, filozof ve sanatçı Edebiyat Adamı olarak gösterilir. Dolayısıyla edebiyatçı, filozof, sanatçı olduklarını iddia eden gazeteciler de kendilerini 'gerçek' aydınlar olarak görmektedirler. Modern dünyada, en ilkel ve niteliksiz düzeyde bile sanayi emeğine sıkı sıkıya bağlı olan teknik eğitim yeni tip aydının temelini oluşturmalıdır... Yeni aydının varlık tarzı artık duyguların ve tutkuların dışsal ve anlık bir devindiricisi olan söz sanatını sürekli ikna edici olarak yapıcı ve örgütleyici, yaşama aktif ve pratik katkı yapmadan, sadece basit bir hatiplikle oluşamaz.”

Sanatın ne olduğu gibi edebiyat ve romanın da tam ne olduğu tartışmalıdır. Terry Eagleton “İngiliz Romanı: Giriş” kitabının ‘Roman Nedir’ bölümünde, “Bir roman, makul uzunlukta bir düzyazı kurgu parçasıdır. Bu kadar zayıf bir tanım bile, ancak yine de çok kısıtlıdır. Her roman düzyazıyla yazılmaz. Şiir gibi romanlar var Puşkin'in Eugene Onegin'i veya Vikram Seth'in Altın Kapısı. Kurguya gelince, aradaki fark kurgu ve gerçek her zaman net değildir. Ve makul bir uzunluk olarak ne sayılır? Hangi noktada bir roman mı uzun hikaye mi roman olur? André Gide'nin Ahlaksızlıkçısı genellikle şöyle tanımlanır: Roman ve Anton Chekhov'un 'Düello' adlı kısa bir hikaye, ancak ikisi de aşağı yukarı aynı uzunlukta. Gerçek şu ki roman, kesin tanımlamaya direnen bir türdür.” diyor.

Walter Benjamin romanın çıkışını şöyle açıklamış: “Hikaye anlatıcılığının çöküşü olan bir sürecin ilk belirtisi, modern zamanların başında romanın yükselişidir. Romanı öyküden ayıran şey, esasen kitaba bağımlılığıdır. Romanın yayılması ancak matbaanın icadıyla mümkün olmuştur. Sözlü olarak aktarılabilen şey, destanın zenginliği, romanın ticaretini oluşturan şeyden farklı türdendir.”

“Roman Teorisi’nde” Georg Lukács, “Roman yabancılaşmış modern çağın en derin iç yapısını yansıtır.” demiş. 

SÖZLÜ ANLATIM GELENEĞİ

Fethi Naci, “100 SorudaTürkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitabında romanın köklerinin on altıncı ve on yedinci yüzyılı karakterize eden üç edebiyat akımına uzandığını yazmış. Bunları pikaresk romanlar, psikolojik yazılar ve anılar olarak saymış. Batı’da roman türü çıktığı zaman Osmanlı toplumunda ne tür eserler olduğu sorusuna da Güzin Dino’nun “Türk Romanın Doğuşu” eserinden şunları aktarmış: “Dede Korkut gibi ulusal destana bağlı olanlardan ya da folklor niteliği taşıyan Köroğlu, köy çevrelerinide daha yaygın olan Karacaoğlan, Kerem ile Aslı vb. hikayelerinden başka Battal Gazi, Hazreti Ali’nin yaşantısı, Firuzşah’ın serüvenleri, Binbir Gece Masalları, aşıkların romanlaştırılmış yaşantıları, Tıfli’nin serüvenleri, Tutiname hikayeleri, özellikle hikaye türünü özümleyen Hançerli Hanım, Tayyarzade ve Cevri Çelebi’nin hikayeleri, romanın doğuşundan önceki anlatım yazınını oluşturmuştur. Sözlü anlatım geleneğine bağlı bu hikayelerin çoğu, ilkin taşbasması olarak yayımlanmış, sonra da, aşağı yukarı Batı etkisindeki ilk Türk romanlarının çıktığı sıralarda genel basım tekniğiyle yayımlanmıştır.”

Orhun yazıtlarından bu yana Türklerin ve Türkçenin çok eski yazılı ve sözlü bir edebiyat kültürü olduğu halde Türk romanı 19. yüzyılda başlamıştır. Cevdet Kudret “Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman” adlı eserinde Türkçede yayınlanan roman türü ilk eserin Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan özetleyerek 1859’da çevirdiği Tercemei Telemak’ı gösterir. Ahmet Hamdi Tanpınar, “19’uncu Asır Türk Edebiyat Tarihi” adlı eserinde ilk çeviriler arasında, roman türünün bugün tanıdığımız büyük örneklerinin çok az bulunduğunu belirtir ve o zamanki fikir hayatımızın Batı’dan ciddi ve kişisel tesir almaya müsait olmadığını belirtir. Yine Fethi Naci ilk Türk romanının Şemsettin Sami’nin 1872 yılında yayınlanan Taaşuki Talat ve Fitnat olduğunu ve aynı yıl Kasımpaşa Tersane İşçilerinin tarihimizdeki ilk grevi yaptıklarını ancak işçilerden bahseden ilk roman Mahmut Yesari’nin Çulluk bundan 55 yıl sonra 1927’de yayınlandığını belirtir. Aydınlarımızın roman üstüne eleştirel düşünceleri bu yıllardan sonra gelişir.

Sabahattin Eyüboğlu’nun Tan gazetesinde 28.9.1935 yılında “Roman ve Sanat” adlı bir yazısı yayınlanır. Yazısına “Roman öldü diyorlar.” diye başlıyarak ancak ölmediğini belirttikten sonra ve romanların yapısını inceledikten sonra yazısını şöyle bitirir: “Romancı, kendini hayatın akışına bırakan adam ve roman bu akışın kendisidir. Hayatta olmayan edebiyatın romanda işi ne? Bırakın romancıyı alabildiğine gitsin... Üslüp ayaklarına dolaşıyor.”

Gladyo’nun 38 yaşında, gencecik, 11 Temmuz 1978’de bizden aldığı sanat tarihçisi ve estetikçi Bedrettin Cömert “Sanatta Yanlış Devrimcilik” yazısına şöyle başlamış: “‘Devrimci sanat’ nitelemesine katılmıyorum. Nedeni şu: ‘Devrimci’ sözcüğü, benzer bir çok nitelemeler gibi kapsamı kolaylıkla belirlenemeyen, bu yüzden de her yana çekilebilen bir etiket oldu. Ayrıca bu sözcük, devrimci eylemin gerçek içeriğini, bu eylemin kaçınılmaz tabanı sınıfsallıktan uzaklaştırıyor gibime geliyor.”

Teori; ana başlık “Türk romanında tarih ve toplum 2” ile sizleri bekliyor.