BİR
İsrail yine okullara saldırdı 23 kişi öldü. Bu sefer çok tuhaf olan İsrail saldırılarında ayağa kalkan iktidar medyasının “sessiz” kalması. Filistin’in Barış Pınarı Harekatı’na”hayır” demesi İslamcı iktidarımızla iplerin kopmasına mı sebep oldu? Hatırlayın, İsrail katliamıyla Türkiye’de yer yerinden oynar kızıl kıyamet kopardı, hayrola ne bu suskunluk?
İKİ
İran’dan akaryakıt zammına karşı peş peşe sokak çatışmaları videoları düştü. Bu yeni durum ABD için de sürprizdi ve çok sevindi. Oysa ABD’nin İran’ı uzun vadede karıştırma planı ‘kadınlar’ üzerineydi, bu sürpriz durum ABD için ‘bonus’.
Petrol zengini Irak ve İran’da halkın en çok ağrına giden ‘zam’ türü, akaryakıt zammı. “Petrol zenginiyiz neden benzini pahalı alıyoruz” diye ağırlarına gidiyor kahroluyorlar.
Medyaya düşen İran’daki sokak çatışmalarının boyutu gerçekten çok vahim. Hem sokakta hem polis güçlerinde akaryakıt zammının çok daha derininde yatan büyük bir korku ve öfke ve basınç var.
Bastırılmış siyasi öfkeler nerede ne zaman patlayacak kimse bilemez, bastırılmış siyasi öfkeler kendine bahane arar, tıpkı Gezi gibi.
Mesela Şili’de metroya yapılan küçük bir zam çok büyük ayaklanmalara sebep oldu. Ülke genelinde 18 ayrı noktada Amerika’nın dünyaca ünlü alış veriş mağazası Walmart yakıldı. Bu nedir?
Sokak ayaklanmalarına soğuk savaş yıllarındaki gibi liderlik yapan yöneten sendikalar, sivil kurumlar gibi bir akıl yok ama sokaktakiler saldırı hedeflerini iyi biliyorlar: Küresel şirketler.
“Sarı yelekliler”le başlayan olaylarla tüm dünyada kapitalizme ve şirketlerine karşı ‘sahne’ artık kurulmuştur.
Kesik kesik, dalga dalga kısmen biter kısmen alevlenir ama küresel şirketlere karşı dünyalıların savaşı çoktan başlamıştır.
Önümüzdeki on yıllar boyunca küresel şirketlere karşı yoksullaşan ülkelerin insanların ‘milli’ direnişleri dört yüzyıllık tarihe sahip kapitalizmin son dönemecine girdiğinin işaretleri.
ÜÇ
İmamoğlu’nun Chatham House’a gitmesi foyaları açığa çıkarttı ortalığı fena karıştırdı.
“İmamoğlu bir projedir” dememizin üstünden henüz altı ay geçmeden İmamoğlu projenin merkezi Chatham House’u ziyaret etti.
Şüphesiz Sözcü, Cumhuriyet, ODA TV, Halk TV, bu “ziyareti” açıklayamayacak.
Mal ortada, kendisine “proje” dediğimiz gün “evet, ben projeyim ama Atatürk’ün projesiyim” diye cevap vermişti. Şimdi İmamoğlu bey, “Sevr”in merkezinde. Gaza gelip İmamoğlu’na ikinci Atatürk güzellemesi yapan başta Çetin Doğan gibiler bakalım Kemalizmi yok etmekle görevli Sevr’e karşı bir şey diyebilecek iradeyi kendilerinde bulabilecek mi?
İmamoğlu propagandasına şeksiz şüphesiz dolu dizgin katılan Sözcü, Oda Tv, Cumhuriyet Gazetesi ve Halk TV’ye “bağımsız” bir yazar olarak söyleyeceğim şudur: Akıntının üstünde sürüklenenler ‘çöptür’. Ya da parası verilip taşınan kütük ya da kargo mallardır. İnsan denilen varlık akıntıya karşı yüzebilendir.
Aydınlar ‘insan’ vurgusunu en çok diline dolayanlardır. Akıntıya karşı gücü kendinizde bulamadınız ve akıntının sürüklediği çöp parçasına dönüştünüz.
Yeniçağ yazarı Arslan Bulut milli konularda Türk medyasının en hassas milliyetçi yazarıdır. Arslan Bulut daha önce hemşericilik kotasından İmamoğlu’na ucundan utana sıkıla destek de vermiş bir kaç satır yazmıştır.
Ancak Arslan Bulut, Chatham House ziyaretini duyunca küplere bindi, ve Chatham House’un Türkiye’ye karşı kurulan komplolarda başı çektiğine dair kısa bir hatırlatma yapıp çok sert bir yazı yazdı.
Aynı hassasiyeti İmamoğlu’na açık destek çek veren ODA TV’den boşuna beklemeyin.
DÖRT
Siyanürle ölümler konusunda aklıma bir sosyal psikoloji deneyi geldi.
Deneyde beşon çocuğu bir odaya doldururlar ve onlara ayı, tilki, sincap gibi hayvanların bir maskesini yapmaları ve boyamalarını söylerler. Ancak bu oyun grubunun başına da bir çocuğu lider yaparlar. Deney, lider baskısı üzerinedir. Bu yüzden lider seçilen çocuk çok kuvvetlidir ve çok sert çok kaba davranacak ve bu otoriter liderliğin çocuklar üzerindeki tepkileri ölçülecektir.
Çocuklar maskeleri yapar sonra boyarlar, fakat bu çocuklar bu süreçte lider çocuğun baskılarına emirlerine dayanamazlar ve karşı çıkarlar.
Ancak hiç bir çocuğun gücü lider çocuğa karşı çıkmaya yetmez. Lider çocukla baş edemeyeceğini anlayan çocuklar bir saat boyunca emek verip yaptıkları maskeleri yırtar ve oyun odasını dağıtırlar.
Bu deneyin sonuçlarını Türkçe mealiyle şöyle anlatalım, insanlar lidere karşı koyamadıkları zaman kendilerine, yaptıkları işlere, kimliklerine zarar verirler.
Türkiye örneğinde olduğu gibi. Tayyip Erdoğan’a karşı gelecek gücü kendinde bulamayan dindar hassasiyetli insanlar (türlü üç kağıtlarla) “dine” ahlaki değerlerine yani Müslüman kimliklerine zarar veriyorlar.
Oysa dine, geleneklere değil lidere karşı durun!
İnsanlar kendi yarınlarından bir şekilde ‘umutlu’ olabilmeli, siyaset değişebilir, hayat başka türlü olabilir diye hayal edebilmeliler. Bunun için siyaseti ve hayatı değiştirecek bir eylem içinde olmalılar, siyaset ve sosyolojinin kanunu budur.
Liderin kasına, otoritesine gücünüz yetmezse kendi kimliklerinizi, kendi geleneklerinizi, kendi ahlakınızı ve ülkenizi ailenizi mahvedersiniz.
Siyanür vakalarında derdini kimseye anlatamayan, sesini kimseye ulaştıramayan, yokluk ve çaresizliğiyle baş edemeyip intiharı seçen insanlara şahit oluyoruz.
Sosyal yardım kuruluşları dahi kendi mezhebinden olanlara ve kendi yakınlarına koşuyor. Sosyal devlet paramparça edilmiş, sonuç, kendini öldürmekten başka hiç bir umudu beklentisi kalmamış insanlar, bütün hayat damarlarına değerlerine isyan ederek kendilerini öldürüyor. Hiç değilse geride kalanlara bu hayatın değişebileceğini birileri söyleyebilmeli.
Yokluk ve çaresizlik ve umutsuzluktan intiharı seçen bu insanların kapısına gidip şöyle mi demeliydik, “Bakın S400’leri aldık yarına kalmaz yüzlerce bombardıman uçağı da alacak, hep birlikte kurtulacağız(!)”
BEŞ
Mümtaz Soysal’ın ölüm haberiyle aklıma Fatih Altaylı’nın “Mümtaz Soysal hoca Türkiye’ye on milyar dolar zarar ettirdi” yazısı geldi.
Niye zarar ettirmiş? Çünkü Mümtaz hoca o günlerde Telekom’un satışını iptal ettirmişti. Sonra “peşkeş” dediğimiz, Telekom’u alan Harriri ailesi parasını ödemeden ortalıktan kayboldu.
Ve Mümtaz Hoca’ya en sert saldırılar “Annan planı” günlerinde iktidar medyasında linç edilen Denktaş’ın danışmanlığı yapınca başladı.
Yandaş medya Denktaş’ı ve Mümtaz hocayı her gün topa tutuyordu. Sokağa çıkamaz, bir konferansa katılamaz derecede yoğun bir hücum.
Bu saldırılar on yıllarca sürdü. Mümtaz hocanın ölümü sonrası kimsecikler kalkıp Mümtaz hocaya “haklı çıkmışsınız hocam” diye özür diledi mi?
Mümtaz Soysal şu bolca kullanılan “aydın” kelimesinin karşılığıdır.
“Vuruşarak çekileceğiz”, lafı, o yılların en meşhur mottosuydu.
Liberallerin İslamcıların o yıllarda küreselleşme özelleştirme “ılımlı İslam” vs. kafaları pek güzeldi.
Bu güzel kafalar on yıllarca ekranlarda bir olup bu ülkenin son elli yılında yetiştirdiği en aydınlık insanıyla güya dalgalarını geçtiler, güya eğlendiler güya Mümtaz hocayı mahkûm ettiler ve topluca kudurmuşcasına Mümtaz Soysal hocaya saldırdılar.
Sonunda Mümtaz Soysal gibi bir ülkenin elli yılda çok nadir yetiştirdiği bilim insanlarını, siyasilerini dışlayıp yerlerine Nagehan Alçılar’la doldurdular.
Bugüne gelelim. Bugün İslamcı iktidardan ayakta kalanları ‘ışığı’ nerede görüyor, ‘milli’ olanda. Hatta iktidar ve yazarları ‘milli silah sanayisi’ diye hava atmakta.
Nereden nereye?
Birileri hatırlatmalı, hayrola ekranlarda Mümtaz hocaya laf çakıp eğlendiğiniz o yıllardaki neşenize ne oldu?
ALTI
Ahmet Altan tahliyesi sonrası FETÖ’cü hesaplar coştu. Şöyle de yazdılar “çok yakında Ahmet Altan gibi kahramanların heykelleri dikilecek.”
‘Yarın’ hayalleri hesapları yapan bu FETÖ’cüler hâlâ bu ülkede neler olup bittiğini anlayabilmiş değiller.
Kurtuluş Savaşı’nın milli düşmanları Rum, Ermeni, 90’lı yıllarda Boşnak katliamlarıyla Sırplar, milletimizin zihnine milli düşman olarak kazınmıştır. Bu hainlere birileri bu milletin hafızasına ‘milli düşman’ olarak yazıldığını hatırlatsın.
Milli düşmanlar bir milletin hafızasından yüz yılda değil bin yılda çıkmaz.
1950’li yıllarda Amerika’da bir “İnananlar Tarikatı” vardı. Şeyhleri bir gün, “dünyaya tufan felaketi gelecek ve herkes ölecek ama korkmayın, uzaylılar gelip bizi kurtaracak.” dedi.
Nihayet kehanetinde bulunduğu tufan günü geldi. Tufan sabah başlayacak ama şeyh müridlerini gece yarısı topladı. Hepsinin çırılçıplak soyunmasını istedi. Ve ayrıca hepsinden metal eşyalarını bırakmasını istedi. Öylece çırılçıplak ayin yaparak sabaha kadar uzay gemisini beklediler.
Dualar yakarışlarla çırılçıplak tarikat mensupları ayrıca gazeteciler de gelmiş hep birlikte uzay gemisinin gelip “inananlar”ı kurtarmasını bekliyor.
Sabah oldu, gelen giden yok.
Bütün gazeteler “şeyhin kehaneti çıkmadı çırılçıplak dağ başında aptallar gibi kalakaldılar” diye alaya aldı.
Ve ama müritlerden tek bir kişi çıkıp şeyhine “bizi aldattın yalan söyledin”, demedi.
Çünkü sabah uzay gemisi gelmeyince, şeyhleri çıkıp, “siz çırılçıplak soyunduğunuzda uzaylılar sizin ne kadar güzel insanlar olduğunuzu yaydığınız ışıktan anladı ve sizin de içinde yaşadığınız dünyayı asla mahvetmeyeceklerini söylediler” dedi.
Bütün müritler de buna inandı.
Sosyal psikologlar bunu şöyle yorumladı: O müritlerden hiç kimse kendini aptal yerine kandırılmış yerine koymak istemiyor.
İnsanoğlunun böyle bir yanı var, aptal olduğunu kabullenmediği için yalanını sürdürüyor.
Yani şeyhi tarafından kandırılmışlığına karşı çıkmıyor, çıkamıyor, kendinin aptal olduğuna hiç inanmıyor, peki ne yapıyor, bizi, seni beni hepimizi ‘aptal’ yerine koyuyor.
YEDİ
Peki ‘çözüm’ ne?
Çözüm, temiz, iyi ve üreten insanlar olabilmek(?)
Şaka yeteneğimi galiba kaybediyorum. Ne zaman bir yazı yazsam biriki okuyucu, iyi de çözüm ne, diyor, işte bu çözüm ne sorusu üzerine aramızda şakalaşıyoruz, şimdi geldik çözüme!
Şu Pavlov’un şartlanmış köpekleri gibi sıçan deneyleri vardır. Sıçanın kafesine bir kırmızı düğme koyarlar ve sıçan düğmeye bastıkça yemek gelecek. Bakalım sıçan düğmeye basmakla yemek arasında ilişki kurabilecek bir hafızası var mı öğreneceğiz.
Ancak sıçan aç kaldığında boşluğu camları tırmalamaya başlar tam o sırada yemek gelir, sıçan, düğmeyle değil boşluğu tırmaladığında yemek geldiğini sanır ve ne zaman aç kalsa havayı tırmalar.
Bu benim de başıma geldi, evde oturuyorum, iş yok güç yok, karnımı doyuracak beş kuruş yok, daralmış öyle can sıkıntısından geberiyorum. Tam o sırada, niyeyse amuda kalktım.
Amuda kalktığım o sırada telefon çaldı ve bir yayınevinden alacağımın küçük bir parçasının ödeneceği haberi aldım, nasıl sevinçliyim.
Ve ne zaman parasız kalsam, amuda kalkıyorum. Kesin bilgi, amuda kalktığımda bir yerden beşon kuruş gelir.
Herkes gibi kanepeye oturmuş maç izliyoruz. Trabzonspor gol atsın diye bekliyorum, gol yok. Tam o sırada bizim hanım kalkıp balkona gitti ve gol geldi. Artık yıllardır bizim hanım Trabzonspor maçı başlar başlamaz maç boyu balkona gidip geliyor, doksan dakika, buna argoda “totem” deniyor.
Çözüm, ya amuda kalkacağız ya bu iktidar gidene kadar balkona gidip geleceğiz.
Ne zaman iş bulamayıp parasız kalsam annem, “Oğlum, bela okuyorsun küfür ediyorsun, uğursuz meymenetsiz insana Allah yardım etmez” derdi.
Annemin yanında küfür etmemek için öyle boş boş duvara bakıyorum.
İnsanlar bir şeyi hayal edince öyle boşluğa dalar gider.
Soru, elde yok ayakta yok, peki neyi hayal edeceksin, bu boş sorunun altından uzun yıllar ben de kalkamadım.
Sonra, şunu öğrendim, insan zihninden bir şeyleri hatırlamak istediğinde hayal ettiğinde daldığı gibi değil aksine gözlerini yukarı sağa sola döndürüyor.
Zihninde bir şey arayan insan gerçekten gözlerini yukarı yuvarlıyor.
Ve ama zihninizde hatıra bilgi olmayınca o boş beyinde neyi arayacaksınız? Ya da zihninizden kazıyıp çıkarttığınız bilgiyi bu hayatın neresine koyacaksınız?
Beyninizde sizi harekete geçirecek sizi besleyecek size umut olacak bir şey bulabilmeniz için zihninizde yaşanmış öğrenilmiş tecrübe edilmiş bir şeylerin birikmiş olması lazım, bir çok dünya olayına ve mücadelesine şahit olmanız lazım.
Mesela, zihnimizde en çok yer eden şeyler, acılar trajediler felaketlerdir. Sarıkamış faciasını unutmayız, yü binlerce şehidimiz Çanakkale’yi unutmayız.
Mesela, lise yıllarından hatırlayın, bir imtihandan çıktığımızda çözdüğümüz sorular değil yapamadığımız soruları daha iyi hatırlarız.
Başarısızlıklar, yenilgiler, yaralar, kusurlar, eksikler, travmalar, utanç dolu anlar insan zihninde daha derin yer ederler.
Çözüm, eksiklerimizi, yanlışlarımızı, kusurlarımızı, yaralarımızı çok iyi bilmektir. Biz yazarların görevi de toplumsal hafızaya bu “eksikleri” kazarak dağlayarak yer etmesini sağlamaktır.
Ve mesela, takımınızın peş peşe üç beş gol attığı maçlar coşkuyla çok hızlı bitiverir, ancak gol yediğiniz maçların ısdırabı ise bitmez, doksan dakika işkenceyle doksan saate dönüşür. Çünkü ıstırap zamanı uzatır.
Ancak gol üstüne gol yediğiniz maçta acılar içindeyken şöyle tepkiler verirseniz, ya hoca, Ahmet’i(yedek oyuncu) oyuna alsana…
Bakın, yenilginize sebep olan şeyi kendinizce anlamaya ve bir kaç oyuncu değiştirerek oyunu alabileceğinize inanıyorsunuz.
Bu yüzden ıstırap dolu mağlubiyeti kabullenip oturmaya kimse yanaşmaz.
Ancak takımın yedek kulübesinden habersizseniz yani zihninizde alternatif bilgiler oluşmamışsa sıra sıra golleri yer, öyle mal mal oturur boş boş duvarlara bakarsınız.
Üstüne, kazansak da kaybetsek de hayatı işkenceye çaresizliğe dönüştüremeyiz, bu dünyaya bir kere geldik, hepimiz insanız, hayat şelaleler gibi hızlı aksın isteriz.
Yaraları kusurları hataları iyileştiren hızla neşeyle coşkuyla akan işimizdir, üretimimizdir, çalışkanlığımızdır, izlediğimiz filmlerdir, seyahetlerimizdir, arkadaşlarımızla birbirimizi boğazlar gibi tartıştığımız masalardır. Hepsi, ‘birikim’dir ‘deneydir’ ‘tecrübedir’ ve bu hazinelerin hepsi insanın iç neşesiyle hamlesi eylemi azmiyle gayretiyle oluşur.
Çözüm, hızla akan tartışmanın kavganın bulutların yağmurun sokağın (insanlık derdinin) vs. içine hızla girebilmek, eksiklerimizi yaralarımızı anlayabilmektir. Durmayı beklemeyi verili haber ve bilgileri ve dayatılan projeleri kumpasları asla kabullenmemektir.
Akıntının gücü çöplere yeter, insan, akıntıya karşı gelebilendir!
Baktın, çöplerin arasında sen de nafile sürükleniyorsun, bu Veryansın TV sitesindeki bütün yazar arkadaşlar ve Nihat Genç gibi kalkıp, kendine başka bir ‘nehir’ ararsın!