Neoliberalizmin yükselişiyle düşünce dünyasında merkezi konuma yerleşen küreselleşme kavramı, bugün neoliberalizmin yaşadığı krizlerle birlikte yerini popülizm kavramına bırakmaya başlamıştır.
Trump’ın Kasım 2016’da ABD seçimlerini kazandığı sürecin ardından, Fransa’da Marine Le Pen’in başarısı ve İngiltere’de Brexit’i savunan partinin UKIP’ nın hızlı yükselişiyle popülizm, siyasetin birincil gündemi haline gelmiştir.
Trump’tan Marine Le Pen’e, Sanders’tan Mélenchon’a, Chavez’den Putin’e ve elbette Erdoğan’a neredeyse tüm ülkelerin siyasi liderleri için popülizm tanımlanması kullanılmaktadır.
Aşırı sağdan aşırı sola, merkezden çevreye, Batı’dan Doğu’ya popülizm her şeyi açıklamaya muktedir bir kavram mıdır?
LİBERALİZMİN POPÜLİZMLE İMTİHANI
Siyaset dünyasının zihnini ve dilini kuşatan popülizm, yaşadığımız her çelişkiye, tanımlanması zor olgulara, açıklanması güç olaylara cevap olarak sunulmaktadır.
En genel ifadeyle popülizm, sağ ve sol arasındaki geleneksel ayrımları aşan bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Şüphesiz sağ ve sol söylemin iç içe geçmesinin birincil nedeni, sistemin meşruiyet ve temsil krizi yaşamasıyla siyasi merkezinin dağılmasıdır. Bununla birlikte tarihsel, ulusal ve sınıfsal köklerinden kopararak popülizmi kullanmak bu kavramı muğlaklaştırmanın ötesinde soyutlaştırmaktadır.
Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’i de faşist rejimleri de tanımlamak için kullanılan ‘otoriter rejimler’ söylemi gibi, bugün popülizm de tüm toplumsal ve siyasi farklar göz ardı edilerek kullanılmaktadır.
Elbette bu soyutlanmanın arkasında, liberalparlamenter rejimi temel alan klasik burjuva görüşü vardır. Bugün popülizmi çağımızdaki kötülüklerin kaynağı olarak gösterenler, kendilerini solda tanımlasalar dahi liberal düşünceye referans vermektedir.
Parlamenter rejimin dünyanın her yerinde yaşadığı krizin, burjuvazinin oynadığı iki yüzlü demokrasi oyununu ifşa etmesiyle birlikte, popülizmi her türlü ‘aşırılığın’ nedeni olarak göstermenin politik amacı vardır.
Buradaki amaç, popülist partilere oy verenlerin neoliberalizmin otuz yıllık yıkımına karşı gösterdikleri tepkinin siyasi içeriğini ört bas etme isteğidir. Trump’a, Le Pen’e ve Brexit’e oy verenlerin sayısını yalnızca yabancı, göçmen ve azınlık düşmanlığıyla açıklamak, sistemin dayandığı ekonomi politiğin kitleler tarafından yadsınmasının öneminin gözden kaçırılmasına neden olmaktadır.
POPÜLİZM KARŞITLIĞINDAN HALK KARŞITLIĞINA
Reagan, Thatcher, Bush gibi muhafazakarlarla uygulanmaya başlanan neoliberal politikaları, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sosyal demokrat ve sosyalist partiler devam ettirmişti. Bugün kitlelerin merkez sağa ve merkez sola sırtını dönme eğilimi, neoliberalizmi ve onun temsilcilerini reddetmesinden kaynaklanmaktadır.
Gelir dağılımının tarihteki en eşitsiz noktaya geldiği bugün, toplumsal servetin büyük bölümünü elinde bulunduran yüzde 1’lik kesime tepki sonucu bu popülist partiler yükselmektedir.
Sistemin sanayisizleştirme politikalarını bizzat uygulayan merkez sol, ABD’de yıllarca Demokratların kazandığı Rust Belt denen eyaletlerden Trump’un kazanmasını sağlamıştır. Aynı şekilde İngiltere’de Tony Blair’in politikaları sonucu Midlands sanayi bölgesinde kitleler Brexit Partisi’nin tarafında yer almıştır.
Fransa’nın kuzeyi başta, sanayi bölgelerinde Le Pen’in gücü yine, Mitterrand’dan Hollande’a sosyalist partinin serbest piyasacı politikalarına tepkidir. 2015 yerel seçimlerinde, seçmenlerin yüzde 50’ye yakınının sandığa gitmediğini unutmamak koşuluyla, işçilerin yüzde 52’sinin Le Pen’e oy verdiği hatırlanacaktır.
Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Almanya’da SPD’nin yaşadığı hezimetin nedeni, Merkel’in partisinin neoliberal politikalarına yıllarca hükümet ortağı olarak yer alarak, kitlelerin gözünde itibarını kaybetmesidir. Aşırı sağcı AfD’nin, SPD’nin oylarının bir kısmını Fransa’daki gibi alamasa da, merkez solun çöküşüyle AfD’nin önünün açıldığı bir gerçektir.
Aynı şekilde ülkemizde Kemal Derviş’in IMF politikalarını uygulayan DSP, 2002 seçimlerinde siyaset sahnesinden silinirken, bu politikalara karşı kitlelerin tepkisini dile getiren Erdoğan iktidara gelmişti.
En çarpıcı olansa Genç Parti gibi birkaç aylık partinin IMF ve ABD karşıtlığı üzerinden yüzde 7’yi aşan oy oranına ulaşmasıdır. Dün parlamenter geleneğimizin zayıflığı ve demokrasi kültürümüzün gelişmemiş olmasıyla Genç Parti’yi analiz eden batılı sosyologlar; bugün demokrasinin beşiği İngiltere’de aynı popülist retorikle birkaç aylık Brexit yanlısı partinin ilk sırayı almasını nasıl yorumlamamaktadır?
Şüphesiz halk karşıtlığıyla! Bugün popülist partilere oy verenler cahil, eğitimsiz, ırkçı olarak tanımlansa da, bu partilere oy verenlerin neoliberalizmin zengin ettiği yüzde 1’lik elit kesimi doğrudan hedef aldığı gerçektir.
Ayrıca popülizm alt sınıflara indirgenerek, Avrupa’nın orta sınıfını temsil eden şehirlerinde popülist partilere olan destek perdelenmek istenmektedir. Münih gibi zenginler şehrinde AfD neredeyse ikinci parti konumundadır. Le Pen oylarını aynı şekilde orta ve üst sınıflardan da almaktadır. Trump’a destek çağrısı yapan zenginler zaten bilinmektedir.
Fransa’da yayımlanan Marianne dergisi, ABD seçimleri ve Brexit sonrası süreci “seçkinlerin uğradığı bozgun” olarak değerlendirirken bu gerçeği ifade ediyordu.
Peki, sağ popülizm, neoliberalizme meydan okuyabilir mi?
SAĞ POPÜLİZM, SİSTEMİN PANZEHİRİ Mİ YOKSA SİLAHI MI?
En zengin 17 kişinin toplam servetinin, halkın en yoksul üçte birlik diliminin (yaklaşık 120 milyondan fazla) toplam gelirine denk olduğu ABD’de, Trump gibi bir milyarderin bu oligarşik yapıyla mücadele edeceğini beklemek ne kadar gerçekçidir?
Sanders seçimden birkaç gün sonra “Eğer sayın Trump, büyük şirketlerle savaşma cüretini gösterirse, beni yanında bulacaktır” derken ironik biçimde bu çelişkiyi dile getirmişti.
Tartışmanın esas noktası, radikal sol muhalefet alt ve orta sınıfları bu yüzde 1’lik elitlere karşı örgütlemeye çalışırken; aşırı sağın da aynı şekilde elitleri hedef almasıdır. Aradaki fark şu ki; aşırı sağ elitleri en başta yabancıları, göçmenleri ve azınlıkları koruduğu için hedef almaktadır.
Diğer bir noktaysa, Avrupa’da ve ABD’de aşırı sağın korumacı ve geliri yeniden dağıtacak ekonomik programını uygulayamayacağı gerçeğidir. Aşırı sağın en nefret ettiği kesim elitler kadar toplumun en alt kesimi ‘undeserving poor’ denilen yoksul, devlet yardımıyla yaşayan kesimlerdir. Elbette bu en yoksul kesimin önemli bileşeni göçmenler ve yabancılardır.
Sağ popülist partiler, neoliberalizmle keskinleşen sınıfsal ayrımı birleştirecek ideolojik harçtan uzak görünmektedir. Kaldı ki, ırkçılığın kaynağı neoliberalizmin kendisidir. Her şeyi ekonomik değerle ölçen sistem, ucuz işgücü için tuttuğu yabancıların ekonomik değeri kalmayınca ‘atık ekonomik değer’ olarak görmektedir.
Manuel Valls hükümetinin, Romanları insan hakları ve uluslararası hukuku hiçe sayarak sınır dışı etmesine, Le Pen ve ona oy verenler ne kadar tepki göstermiştir? Bu bağlamda Ulusal Cephe’nin, Sosyalist Parti’nin neoliberal politikasına karşı çıkması ne kadar tutarlıdır?
Sağ popülizmin karşı çıkışı, sistemin kendi içsel çelişkileriyle sınırlıdır ve bu çelişkileri, kültürel çatışmaları öne çıkaran söylemlerle eğip bükmektedir.
Sağ popülizm, neoliberalizmin panzehri mi yoksa sınıfsal bakışla elitlere karşı kitleleri örgütlemeye çalışan radikal solun önünü kesmeye çalışan neoliberalizmin silahı mıdır, tartışmanın düğümlendiği nokta budur.
Trump’ın karşısında Sanders’in yükselişini, Le Pen’e karşı Melenchon’u, Corbyn’i hatta Chavez’i, Morales’i, Putin’i dünyayı alt üst eden popülizmin diğer yüzü olarak gören liberal sol bakış, tekelci mülkiyetin ve emperyalizmin yadsındığı gerçeğini gizlemeye çalışmaktadır.
Asıl önemli soruysa, sağ popülizmin yükselişine karşı sol popülizm mümkün müdür? Sol, popülizmin retoriğini kullanarak sağ seçmenleri kazanıp merkezde ve çevrede neoliberalizme karşı güçlü bir cephe yaratabilir mi?
Önümüzdeki hafta bu konuyu tartışmaya açacağız.
Aydınlık