Yaşadığımız süreç ibretlik.
Türkiye, NATO’ya girdi gireli kendi kararlarını alamaz oldu.
Adeta beynini kiraya verdi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün o antiemperyalist, devrimci siyaseti, 10 Kasım 1938’den sonra tersine dönmeye başladı.
Osmanlı’daki hain ve işbirlikçi Bizans kadroları zehirli sarmaşık gibi genç Cumhuriyet’in duvarlarını sardı.
Koca imparatorluk bakiyesi ülke, dümenini Atlantik ötesine bıraktı.
Oysa Batı Emperyalizmi’nin değişmez jeopolitik hedefi Türkleri önce Avrupa’dan, ardından da tarih sahnesinden atmaktı.
İngiliz İmparatorluğu ile başlayan bu gündem, şaşmaz biçimde Amerika çağında da devam etti.
Onlar sadece bunu komünizme karşı “İleri Karakol” misyonuyla örttü.
Küba krizinde Türkiye resmen yem yapılmıştır. Rahmetli Turan Yavuz’un “Satılık Müttefik” kitabında bunlar belgeleriyle anlatılır.
Atatürk’ün jeopolitik vizyonunun onda birine sahip birisi bile bunu ilk bakışta anlardı.
Ama heyhat, NATO devrinde devletin sinir sistemi adım adım Amerika’ya teslim oldu.
27 Mayıs 1960 ihtilali sonrası Yassıada yargılamalarında CIA istasyon şeflerinin, İstanbul MİT Bölge müdürlüğüne her ay çanta ile dolar getirdikleri bizzat sanıklarca anlatılmıştır.
Türk ordusu da maalesef bu sistemin içine adım adım kaymıştır.
Ordunun siyasete karışması da bunun bir sonucudur.
27 Mayıs ve 28 Şubat az da olsa kısmen (Büyükanıt’ın 27 Nisan bildirisi de sayılabilir), 12 Mart ve 12 Eylül doğrudan NATO’cu darbe ve müdahalelerdir.
Ve şüphesiz ki 15 Temmuz hain FetöNato darbe girişimi de öyledir.
Türkiye’nin iç politikası Amerikalılar için önemsizdir.
Sadece o iç politikadaki aktörlerin tam bağımsız, kumpas dışı olmaması önemlidir.
Türkiye gibi büyük ve köklü bir ülkenin sürekli kontrol altında tutulması ABD için kolay olmadı elbette.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı, dönemin hükümeti ve askeriyesinin ferasetinin yanı sıra, Rumların Sovyetler ile işbirliği yapmasının da etkisiyle mümkün olabildi.
Ancak hemen ardından siyaset yeniden dizayn edildi ve 12 Eylül 1980 darbesine gelindi.
Amerikancı Kenan Evren’in ilk işi, NATO’dan çıkan Yunanistan’ın geri dönüşüne yeşil ışık yakmak oldu.
Özellikle 12 Eylül sonrası Türkiye tam bir yıkımı yaşadı.
Sosyal haklar yok oldu.
Devletin ekonomiye müdahalesi bitirildi.
Darbenin üzerinden buldozer gibi geçtiği sol siyaset, Kürtlerin (kuruluşu son derece şaibeli) PKK’ya yöneltilmesi aracılığıyla örselenip, liberal etnikçi bir çıkmaz sokağa saplanırken, dinci akımlara Suudi paralarıyla (Rabıta ve diğerleri) yol açıldı.
Askeriyeye FETÖ/NATO ajan unsurların sokulması da bu döneme rastlar.
Eskinin sempatizanları, yeni dönemin koşulsuz biatçıları ile değiştirildi.
Askeriyede yükselme kriterleri, savaş tecrübesi ve yeteneklerinden çok, uslu çocuk olup NATO kriterlerine uygun salon “kurmaylıklarına” dayanmaya başladı.
(Gerçi erken Menderes dönemine ait 1951 tarihli bir ABD belgesi, olayın NATO’dan bile önce başladığını gösteriyor. TUSAG Başkanı ABD’li Tuğgeneral Robert M. Cannon imzalı ve Türk Genelkurmayı’na yazılmış bir yazı ibretlik. Cannon Genelkurmay’da boşalan Ulaştırma Dairesi Başkanlığı’na Tuğgeneraller Ekrem Akalın ve Ragıp Gümüşpala’yı öneriyor. Ragıp Gümüşpala ismi tanıdık. 1961’de kurulan Adalet Partisi’nin ilk genel başkanı olarak, sağcı Atlantikçi siyaset geleneğine damga vuran isimlerden.)
Ordudaki Amerikancılar içine saklanan FETÖ’cüler, 1980 sonrası adım adım yükselmeye başladı.
Özellikle de 1990 sonrası BOP planlarının açığa çıkmasıyla Türk Devleti ve siyaseti başını kaldırmaya başladı.
Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay istifasıyla ilk başkaldıran komutan oldu.
ABD’nin Irak’a saldırı planlarının Türkiye’nin bölünmesine gidecek yolu ardına kadar açacağını görmüştü.
1990 sonrası Amerikan emperyalizmi’nin Irak saldırısı sonrası tablo ortaya çıkmaya başladı.
Kukla Kürt Devleti ve Çekiç Güç’e karşı çıkan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in sabotaj sonucu uçağının düşürülerek katledilmesi Türk Ordusu’nda ciddi bir karşı harekete yol açtı.
Oltadaki balık Türkiye, artık resmen hedefteki ülke oluyordu.
Sovyetler’in çökmesinin ardından özellikle 1993’te şahlanan Batı güdümlü PKK terörü, cevabını Kuzey Irak’a düzenlenen bağımsız, yerli ve milli harekatlarla buldu.
Eşref Bitlis’i öldüren Çekiç Güç’e Çelik Harekatı ile yanıt veriliyordu.
ABD’de artık “Türk Ordusu kontrolden çıktı” sözleri duyuluyordu.
Giderek millileşen siyasetin de askerin önünü açmasıyla, Türkiye artık bölge ülkeleriyle başta teröre karşı olmak üzere yeni bir diyalog dönemi başlatıyordu.
İran, Irak ve Suriye ile PKK ve türevlerine karşı işbirliği yapılıyordu.
Son olarak 1998’de Suriye ile imzalanan Adana Mutabakatı ile terörün bitirilme noktasına doğru ilerleniyor. Teröristbaşı Öcalan’ın Suriye’deki ininden çıkarılması ve neticede yakalanmasıyla süreç zirveyi görüyordu.
2001’de bitme noktasına gelen terör, dış kaynaklı ekonomik kriz sonrası darmaduman olan siyasi tablo ve ortaya tek başına iktidar olarak çıkan dört eğilimli (FetullahçılarMilli GörüşçülerKürtçüler ve Liberaller) AKP ile canlanacaktı.
AKP içinde sinsice ilerleyen ve diğer tüm unsurları bastıran NATO’cu ve İhvancı FETÖ, önce devleti ele geçirdi, ardından gözünü siyasi hareketin kesin önderi Tayyip Erdoğan’a dikti.
Erdoğan iktidara kısmen ABD desteğiyle gelse de, altının FETÖ tarafından oyulduğunu geç de olsa anlamıştı.
Özelikle Balyoz ve Ergenekon kumpaslarında yakınındaki kurmaylarına “omzumun üzerinden ateş ediyorlar” diye yakınıyordu.
ABD’nin bire bir maşası FETÖ’nün ilk ve en önemli hedefi ise Deniz Kuvvetleri Komutanlığı idi.
Çünkü esasen deniz gücü olan ABD bölgede kendisine sorun çıkarabilecek bir olası düşman donanma istemiyordu.
Milli Gemi projesi gibi bağımsız atılımlar Sam Amca’yı ziyadesiyle rahatsız ediyordu.
İşte Deniz Kuvvetleri’nin parlak kurmay kadrolarına yönelik bu tasfiyeler bunun içindi.
Türk Ordusu açıkça içinden vuruluyor, tarihte görülmemiş bir ihanet yaşanıyordu.
FETÖ ve NATO’nun basındaki dominant unsurları da bu operasyonlarda başat rol oynuyordu.
Zaten NATO sisteminde 3 ayak vardır: AskerSiyasetMedya.
Bu üçlüyü sürekli kontrol eden ABD, oltadaki balığın kaçmasını önler.
Mesela Türkiye çıkarlarının tamamen aleyhindeki Suriye operasyonları bu sayede yapıldı.
Komşumuzda çıkan yangına döktüğümüz benzin bizi de yaktı ve yakmaya devam ediyor.
Kamuoyunda infial yaratan bu kumpaslara bir de PKK ile Açılım (bölünme) süreci eklenince bardak taştı.
2015’te rüzgar tersine döndü ve PKK’ya operasyonlar başladı.
AKP içinde ciddi bir temizlik için düğmeye basıldı.
Davutoğlu, Arınç, Gül, Babacan gibi koşulsuz NATOBatı dostları tasfiye edildi.
Rusya ve Çin ile yeni bir stratejik işbirliği dönemi başladı.
Amerika en çok buna kudurdu.
Özellikle de Suriye’de savaşma noktasına gelen Türkiye ve Rusya’nın Amerika’nın kara gücü PKK ve IŞİD’e karşı girdiği ortak operasyonlar çıldırttı.
Kürt koridoru projesine Fırat Kalkanı, Zeytindalı, Barış Pınarı kamaları sokuldu.
Bu esnada bana göre Amerikan tuzağı olan başkanlık sistemine gidildi.
ABD Putin – Erdoğan işbirliğinden çok rahatsızdı.
Ve FETÖ darbe girişimi için düğmeye basıldı.
Halen aydınlatılmayı bekleyen pek çok karanlık noktası olsa da bu darbe girişimi sahici bir olaydı.
Asker ve halkın ortak çabasıyla püskürtülen FETÖ’cü askerler, ya tuzağa düşürüldüler, ya da satışa getirildiler, bunu tarih gösterecek.
FETÖ temizliği sonrası Askeriyede pek çok tartışılan kurumsal değişiklikler yapıldı.
Bunlar Cumhuriyet geleneğine aykırı bulunsa da ordu NATO aracı olmaktan çıkıp, bağımsız Türk ordusu olma yönünde çok kuvvetli adımlar attı.
Bunun en önemlisi Mavi Vatan ve Doğu Akdeniz’de atılan adımlardı.
2000’li yıllarda FETÖ’nün daimi hedefindeki Oramiral Özden Örnek ve “Mavi Vatan” kavramının isim babası Tümamiral Cem Gürdeniz (Rahmetli Amiraller Soner Polat, Cem Çakmak ve tüm diğer kumpas mağdurlarının da büyük payıyla elbette) ile başlayan jeopolitik hamle tasarımları son dönemde meyve vermeye başladı.
Milli gemi ve füze yapımı ile Kıbrıs ve Mavi Vatan deniz sahamızın önemi, eylemli biçimde ortaya çıktı.
İşte bu noktaya gelinmesinde Tümamiral Cihat Yaycı’nın büyük rolü vardı.
Libya ile kıta sahanlığı anlaşmasında. Kıbrıs’ta ve Türkiye’nin deniz sınırlarının hukuki ve askeri inovasyonunda Yaycı’nın stratejik çalışmaları ve cesur hamleleri var.
Türkiye’nin savunmasının denizden başladığını, bağımsızlığının da okyanuslara uzandığını ortaya koyan bir kurmay beyin olarak Cumhurbaşkanı’ndan da büyük iltifat gördü.
Yaycı, bu başarılarıyla Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, ABD, AB, Mısır, İsrail ve daha pek çok düşman ve rakibin hedefi oldu.
Ve elbette, Türkiye’de 1951’den itibaren kökleşen NATOFETÖ elitinin de nefretini kazandı.
Basına hiç demeç vermese bile basında en çok ismi geçen askerlerden biriydi.
Bazılarının sirtaki oynayıp boynuna sarıldığı Yunanistan tarafından resmen ölümle bile tehdit edildi.
Ve, son dönemde görevden alınan başarılı komutanlar zincirine eklendi.