Yaşamın derin gizlerinden bazılarını bence büyük ölçüde çözebilmiş yazar ve düşünürlerden büyük usta Nikos Kazancakis’in “El Greco’ya Mektuplar” isimli enfas yaşam ve mücadele özetini yeniden okuyorum. Bu bir yaşam muhasebesi, kendi deyimiyle bir “dilekçe”.

Şöyle diyor Usta “Bu hayatta benim tanıdığım biricik değer şudur: Kişinin basamaktan basamağa ve güçleriyle azmin kendisini götürebileceği kadar yükseğe çıkma mücadelesi…Yani sen okuyucu, bu sayfalarda benim insanlar, acılar ve fikirler arasında izlediğim yolu gösteren, kanımın damlalarından yapılmış kırmızı çizgiyi bulacaksın…Generalim savaş bitiyor, dilekçemi yazıyorum; işte şöyle savaştım, yaralandım, tereddüt ettim, ama kaçmadım; korkudan dişlerim birbirine vuruyordu ama kanlar fark edilmesin diye alnımı kırmızı bir mendille sarıyor ve saldırıya geçiyordum…Yani dilekçemi dinle General ve hükmünü ver.“ En zor (belki de en gerekli) yolculuk, insanın kendi içinde yapacağı yolculuktur. Öyle anlaşılıyor ki her insanın bir Golgotha’sı, kafasına dikenli taç takanları ve çarmıhçıları var. Benim de bir yandan kanımı silip tırmanmaya devam ederken öte yandan yavaş yavaş büyük Usta gibi kendi muhasebemi yapıp dilekçemi hazırlamaya başlama zamanım geldi galiba. Bu yazı, biraz uzun da olsa sadece bir süre kesme dilekçesi. 

Yolu ve yoldaşları belli, efendi gibi gördüğü Avrupa Birliği’nden (ve kim bilir başka hangi uğursuz çevrelerden) binlerce Avro’yu ülkesi ve devleti aleyhine algı operasyonlarında görev yapmak adına almakta bir beis görmeyen, mandacılığı yazarlık, hezeyan ve hakareti keskinlik olarak yutturmaya kalkan, bir şekilde elde ettiği köşesini şahsi kin ve hesapları için kullanıp, perde arkasındaki kimi kişi ve çevrelerin kalemşorluğunu yapıp “siparişlerini” yerine getiren, yıllardır yazılarında, ekranlarda kendi milletini, insanını, devletini, toplumsal değerleri aşağılayan (hepsi arşivlerde duruyor) bir “yazdırılan”; kendisininkine bakmadan bir mesleki faaliyetimi çarpıtıp, üstelik seviyesiz bir üslup ve hakaretamiz, çirkin ifadelerle hukukun, savunma avukatlarının ve benim ahlakımı sorgulamaya kalkıyor. Sipariş üzerine olayları amaca uygun olarak çarpıtarak, hedef göstererek toplu linçe davetiye çıkarıp bir de sözüm ona ahlak dersi vermeye kalkmak gerçekten de büyük cüret. En pişkin ifadesi de “Bana kimse inanmadığım yazıyı yazdıramaz, düşünmediğim sözü söyletemez, zaten bu satırları da böylece yazabiliyorum.”Gerçekten mi? Müthiş! Bu ifade bile “suçluların telaşı”  göstermiyor mu? Öyle ya, durup dururken “inanmadığınız bir yazının yazdırılamayacağı” vurgusuna neden ihtiyaç duydunuz?  

Ancak mızrak çuvala sığmıyor, yazının siparişini veren “servis sağlayıcı” belli oluyor. Nitekim yazının zamanlaması (baro seçimleri yaklaşırken), önceki seçimlerdeki benzer yazıları, yazısındaki üslup, sürekli olarak vurgu yaptığı “ulusalcılık”, “Kemalistlik”, “toplumda ve politikada rol modelliğine soyunma hakkı yoktur” buyurması, kimin ürettiği tanıyanlarca malum olan “sevimli diktatör” (her durumda sevimsiz diktatör olmaktan iyi) ifadeleri hem kendisini hem de perde arkasındaki azmettireni (gerekli bilgileri sağlayıp elde edilmek istenen maksadı belirleyen hukuk dünyasına hiç uzak olmayan servis sağlayıcıyı), yazıyı “sipariş” edip yazdıranı ele veriyor. Böylece bir taşla birkaç kuş vurulmuş oluyor: Yaklaşan baro ve Barolar Birliği seçimlerinde dizayn denemesi, yükselen ulusalcıKemalist dalgayı şahsım üzerinden kırma, temsil ettiğimi söylediği değerlerin toplumsal yaşamda ve siyasette egemen olma ihtimalini azaltma (toplumda ve politikada rol modelliğine soyunma hakkı yoktur !”) yönünde önleyici bir atış. Aklıma bir söz geliyor: “Ne insanlar gördüm üzerlerinde elbise olmayan, ne elbiseler gördüm içinde insan olmayan”.  

Bu arada Bayan “Yazdırılan” beni Ulusalcılığın marka patent vekilli ilan etmiş. Böyle bir iddiam hiç olmadı ama onur duyarım. Bu yolda vekillik yok, yol arkadaşlığı var. Ancak şurası kesin ki hiçbir “vekillik”; köşesini ve kalemini “kiraya” vermekten, “sipariş” yazarlıktan, küreselcilikten, mandacılıktan, sahte bir “muhaliflik” kisvesi altında ülkeye, devlete ve millete karşı muhalefetten, toplumun değerlerini aşağılamaktan daha acıklı, daha zavallı olamaz! Bir şarkıdan esinlenerek mırıldanıyorum “Küçüksün daha çok küçüksün bu yüzden saçmalaman, hezeyanların bu yüzden, bu yüzden kendini bu kadar önemli zannetmen”. 

Esasen yazıyı bitirmiştim ki; yazıları ve hezeyanları ile gerçek anlamda “Bayan” bir “yazdırılan”; köşesini şahsi husumetleri için kullanmayı, istismar etmeyi sürdürerek, bir yandan avukatlığa ve avukatlara diğer yandan kişilik haklarıma saldırı ve hakaret içeren, tamamen bilinçli, sipariş ve yönlendirmeli olduğu açık olan yazılarına yenisini eklemiş. (Kendisi adeta benim “vurucu” “meleğim” haline geldi! ). İyi de olmuş, gerçekler biraz daha belirginleşmiş.Bu yazısı ile bir “yazdırılan”, tezgahlanan algı operasyonunu iyice açık ederek yüzüne gözüne bulaştırmış. Kime saldırdığına, neye yöneldiğine dikkat ettiniz mi? Şahsımı “Kılavuzu” olarak nitelediği Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubuna! Aslında onun temsil ettiği düşünce ve değerlere. Bu şekilde de “siparişin” arkasındaki/arkasındakiler, gerçek niyet ve amaç çok net anlaşılmıyor mu? Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu, siyasi çizgisi ve ilkeleri, milli çizgisi ile bu bayan ve benzerleri için zaten korkulu rüya! Bu Bayanı (ve arkasındakileri), saz arkadaşlarını, küresel destekçilerini; İstanbul Barosunu Önce İlke Grubunun yönetmesi kahrediyor. Her seçim döneminde olduğu gibi yine İstanbul Barosu seçimlerine “kilitlenmiş”, daha doğrusu “güdümlü” roket gibi “rampaya” çıkarılarak “hedefe” kilitlendirilmiş! Tıpkı yazının “siparişi” ni veren servis sağlayıcı gibi! Asıl kılavuz ilişkisi de burada. Bütün dert Önce İlke Grubunu, onun anlayışını baro yönetiminden uzaklaştırmak. Kendisi kılavuzsuz hareket edemediği için olsa gerek herkesi öyle sanıyor. Ben grubun kılavuzu değil, mensubiyetten onur duyduğum sade bir üyesiyim. Bu grup kişilerle kaim olmayacak şekilde benden önce de vardı, benden sonra da var olacak; ilkelerini koruduğu, ikinci cumhuriyetçi sızmalara izin vermediği sürece de Cumhuriyet değerlerini, demokratiklaik sosyal hukuk devletini, insan haklarını, tam bağımsızlığı, ulus ve üniter devleti, avukatlık mesleğini ve hak arama hürriyetini savunmaya, Atatürk çizgisinde yürümeye, gerçek anlamda Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmaya devam edecek. Benim üzerimden Önce İlke grubuna saldırmayı, bel altı vurmayı, birilerinin arkasına saklanmayı bıraksın. İşte buradayım. Küresel ve küreselci yoldaşlarıyla, köşedaşlarıyla, siparişçi servis sağlayıcılarıyla, AB’den temin edebileceği tankı, topu tüfeğiyle gelsin. Biz emeğimizle, onurumuzla mesleğimizi icra ediyoruz. Gizli saklı işimiz, ilişkilerimiz yok. Önce kendisi avroların (bu arada yükseliyor!), karanlık küresel ilişkilerinin, icra ettiği ve etmediği “görevlerin”, köşe ve kalem suiistimalinin hesabını versin. İşlediği hakaret suçları ile kişilik haklarına saldırının fatura ve hesabı ayrı. Bu, diğerlerinin yanında ayrıntı…  

Bunun yanı sıra yine, işine gelen yeri kesip çıkarıp alma, çarpıtmalar var elbette. Mahkeme başkanı ile aramda vekâlet tartışması yaşandı, çünkü gerçekten de vekâletim yoktu! (halen de yok, buyursunlar olmayan bir şeyi bulup çıkarsınlar !). Başkan da haklı olarak bunu dile getirdi. Orada “sunulduğu” ifade edilen şey vekâlet değil, genç meslektaşın şahsıma verdiği duruşmaya özgü yetki belgesi! Bu belgeyi de bir yetkilendirme olmakla doğal olarak bu genç meslektaş sundu. “Servis sağlayıcı” ya eksik servis etmiş ya da gerçeği ifade etmek işlerine gelmemiş. Tutanakta geçen sanık “müdafii” ifadesi ise bana değil, Başkana ait ve teknik olarak yanlış. Ayrıca aktardıklarından dahi, asıl altını çizdiğim hususların, davadaki meslektaşların görevlerini gerektiği gibi yapabilme adına tamamını ilgilendiren usuli meseleler olduğu da açıkça ortaya çıkıyor. Diğer çarpıtmaya gelince; daha önce de belirttiğim üzere adı geçen şüphelinin müdafii olan meslektaşımın talebi üzerine verdiğim hukuki görüş esasa (suçun varlığı ya da yokluğuna) ilişkin olmayıp, tamamen avukatlık mesleğinin faaliyetini engelleyen görüş yasağı ve kısıtlamasına ilişkin, yani avukatlık mesleğinin yapısına ve işlevine ilişkin, avukatlık hukuku ile ilgili bilimsel ve ilkesel bir görüş. İsteyen herkese de sunabilirim, tamamen arkasında olduğumu yinelerim. Üstelik her durumda şahıslar da farklı. Bunları kendisi de hukukçu olan sipariş sahibine de sorabilir. Bu bayan bugüne dek yazdıkları ve yazmadıkları/yazamadıkları, söyledikleri ve söylemedikleri, köşesini ve kalemini “kiraya” açması ile; ilke konusunda en son konuşması gerekenler arasındadır. Ben de size “kaleminizi ve köşenizi kiraya veremezsiniz”, “sipariş alamazsınız”, “algı operasyonlarında görev alamazsınız” demedim, ilkeli bir yazar olamazsınız, olsanız olsanız “yazdırılan” olursunuz dedim! İlke kim, siz kim? Ne güzel söylemiş Oğuz Atay: Zaten senin ‘’hiçin’‘ fesat”. Mesleğimizi nasıl yapacağımızı bu gibilerden öğrenecek değiliz. Asıl hasbelkadar elde ettiği köşelerle toplumu aydınlatma yönünde kamusal bir işlev gören bu gibi köşe yazarlarında gerçek anlamda fikir, erdem ve ahlak, ülkeye bağlılık aramak bizlerin hakkı. Bir de köşesini kişisel hırs ve husumetlerle, bu tür “siparişlerle” meşgul etmemek. (Bu iki paragraf, yazının bütünselliğini bozmamaya gayret edilerek sonradan eklenmiştir) 

Bu tür algı operasyonlarında operasyon görevlileri ve toplu linççiler bazen gerçeklerin, olguların değil, yaratılmak istenen algıların daha belirleyici olabildiğini, çamur insana yapışmasa dahi iz bırakabileceğini çok iyi biliyorlar. Bel üstü grekoromen güreş yerine bel altı dalış ve vuruşları tercih eden, düelloyu göze alamayıp puslu havaları, sosyal medyada ve köşelerde, ekranlarda pusu kurmayı, darağaçları oluşturmayı amaca daha uygun bulan, toplu linçin hazzıyla kendinden geçen çevrelerin varlığını da. Hesapladıkları başarının sırrı da burada! Başarı dediysem, geçici, oyuncak zaferler…