Türkiye Cumhuriyeti, bir kurtuluş savaşının sonunda kuruldu. Esası milli egemenliktir, çünkü bu savaş bizzat milletin kendisi tarafından verildi. Kurtuluş savaşını tüm boyutları ile yöneten irade milletin temsilcilerinden oluşan Meclis’ti. Cumhuriyetimiz de yine aynı meclis tarafından ilan edildi. Dolayısı ile Türk milletinin egemenliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz koşuludur.
ÜÇ AYAKLI MİLLİ EGEMENLİK
Milli egemenliğin pek çok sözlük tanımı var ama, bugünün gerçeklerine uygun bir milli egemenlik tarifi üç ayak üstüne oturmalıdır: Vatan, geçmiş ve gelecek. Bu üç öğe, milli varoluşun üç ana bileşenidir. Kaba bir tabir ile, millet dediğimiz hamur bu üç malzeme ile yapılır. İşte bu sebeple, milli egemenlik, bir milletin yaşadığı vatanına, ortak geçmişine ve ortak gelecek tasarımına dair tüm hakları tekelinde bulundurmasıdır.
Biraz açalım:
Öncelikle, vatanın tüm kaynakları ve tüm varlığı hiçbir pazarlığa yer bırakmadan millete aittir. Toprağın altında ve üstünde, akarsularda, denizlerde ve gökyüzünde ne varsa tasarruf hakkı sadece ve sadece millettedir. Ama vatan, aynı zamanda maddi olmayan varlıkları da içerir. Dilimiz, kültürümüz, milli ahlakımız, inançlarımız, töremiz ve hatta gündelik yaşam pratiklerimiz de vatanın varlıklarıdır. Bunlar üzerindeki tüm tasarruf da yine sadece millete aittir.
Milletin tarihi, onun mayasıdır ve öz malıdır. Vatanın tüm maddi olmayan varlığı o tarihin bir sonucudur, oradan süzülerek gelişmiştir. Ortak tarihin getirdiği şuura yönelik hiçbir istismar girişimine, ona yönelik hiçbir tecavüze izin verilmez.
Milletin ortak gelecek ülküsü ise onun yaşama azmini ve doğal varoluş hakkını temsil eder. Bu, her gün vatan üzerinde yeniden kurulan bir şuurdur. Sıradan zannettiğimiz siyasi olaylar, vatanın varlıklarına yönelik tasarruflar, ortak tarihe dair söylemler, aslında küçük hamleler ile gelecek ülküsünü şekillendirirler. Millet, onu yaşatacak evlatları için geleceğe baktığında, aydınlık bir tablo görmek ister. Bunun için, gelecek zamanların tüm hakları da milletin kendi ellerinde olmalıdır. Milli egemenlik, milletin istikbali için pazarlık yapmaması, ipotek kabul etmemesidir.
İDEAL MİLLİ EGEMENLİK MÜMKÜN MÜ?
Şimdi gelelim en kritik soruya: Ana hatlarını bu şekilde çizdiğimiz milli egemenlik, ideal manası ile tesis edilebilir mi? Doğrusu, bu bir güç meselesidir. Hürriyete ve istiklale inancınız sonsuz olabilir ama, hür olabilmeniz için yeterince güçlü olmanız da gerekir. Zayıf bir millet, güçlülerin ayakları altında ezilir. Güçlendikçe de her zaman ideal egemenlik durumuna yaklaşamayabilir, çünkü Dünya bir güçler dengesi üzerine kurulmuştur. Bunun için akıllı yöneticiler, milletlerini egemenlik idealine en yakın noktaya getirmeye uğraşırlar. Bazen tavizler verdikleri de olur ama, önemli olan ülkenin uzun vadeli istikametidir.
Tarihin herhangi bir anında, egemenliği sağlamak ve korumak hayati önemdedir. Bunun için, ‘objektif koşullar altında gücünüz en çok neye yetiyorsa’ onu kazanmaya çalışırsınız; siyaset sahnesinde “bir sonraki karşılaşmaya” ertelediğiniz başlıklar ise her zaman olacaktır. Mesela Montrö ve Hatay, Atatürk’ün mevcut güç durumunu değerlendirerek “bir sonraki karşılaşmaya bıraktığı” iki başlıktır. Nitekim yeterli güce sahip olduğunda Hatay’ı tamamen, Montrö’yü ise kısmen çözmüştür.
Montrö’ye neden “kısmen” diyoruz? Yukarıdaki tanıma uymuyor da ondan. Bir millet, vatanına dair hiçbir hakkı başkaları ile paylaşmaz. Vatanın bir başka parçası üzerindeki egemenliğimizi yabancılarla paylaşmadığımıza göre, Boğazlar ve Marmara Denizi’nde de böylesi bir durum olmamalıdır. Ancak bu, “ideal olan” egemenlik hedefimizdir, çözümü Türkiye Cumhuriyeti’nin daha güçlü olduğu bir vadeye ertelenmiştir. O vade bugün müdür, değil midir tartışılır ama, “Bu kadar milli egemenlik bize yetiyor, fazlasını isteyip de huzurumuzu kaçırmayalım” demek ihanet değilse eğer, ahmaklıktır.
Aydınlık