İrlandalı iletişim bilimci Oliver BoydBarrett’in 1977 yılında yayınlanan “Medya Emperyalizmi” isimli kitabı dünyadaki basın yayın kuruluşlarına bakışımızda önemli bir değişiklik yaptı. Daha öncesinde, Harold Innis ve Herbert Schiller gibi isimlerin konu üzerine çalışmaları vardı ancak, bir kavram olarak “medya emperyalizminin” kullanılması ve emperyalist Batı'nın kitle iletişim alanındaki bütünlüklü bir resminin çizilmesi BoydBarrett’in teorik çerçevesi ile mümkün oldu.

BoydBarrett, kitabında, medya emperyalizmini, sömürülen ülkedeki medyayı tüm boyutları ile etkileyen bir süreç olarak tanımlar. Herhangi bir ülkenin medyası, sahiplik, organizasyon yapısı, dağıtım kanalları ve yayın içerikleri üzerinden başka bir ülkenin medya çıkarlarına dayalı bir baskıya maruz kalıyorsa bu durum medya emperyalizmine işaret eder. Baskı altında kalan ülkenin gösterdiği direnç, emperyalist saldırı ile kıyaslanmayacak denli cılızdır. Medyanın sermayesi, yapısı, kadroları, kaynakları, haber tercihleri ve kullandığı dil, emperyalist ülkenin çıkarlarına göre şekillenir.

BoydBarrett, “pretext” olarak ifade ettiği “klişe bahanelere” özel bir vurgu yapar. Medya emperyalizminin temel işlevinin, ekonomik veya askeri alandaki emperyalist müdahaleye zemin hazırlayan bahanelerin üretilmesi ve klişeleştirilmesi olduğunu söyler. Soğuk savaş yıllarında kullanılan “komünizm tehlikesi” kavramını, Irak savaşındaki “kitle imha silahları” yalanını ve Ukrayna başta olmak üzere tüm “renkli devrimler” ile ilgili üretilen “demokrasi” söylemini örnek olarak verir.

BoydBarrett’in çizdiği çerçeve, bugün batılı yayın organlarının diğer ülkelerdeki varlığını büyük oranda izah etmektedir. Daha önce “dil emperyalizmi” başlığı altında değindiğimiz Drogheda raporu ve benzeri devlet belgelerinde de BBC, VOA gibi yayın organlarının emperyalist devletlerin çıkarları için çalıştığı açıkça yazılmaktadır. Bundan daha önemlisi ise devletlere ait olmayan Batılı yayın organlarının müdahale gücüdür.

TERS TEPEN BİR RAPOR

Son yıllarda pek çok ülke bu baskıya direnmek için çeşitli yöntemler deniyor. SETA’nın acemice hazırlandığı anlaşılan ve “ters tepen” raporunun da böylesi bir çaba olduğu anlaşılıyor. Rapor, yayın kuruluşlarının haber örneklerinden ve habercilere ait bazı bilgilerden oluşuyor. Gazetecilere ait bilgilerin kamuya açık bilgiler olması, raporun merkezine olguyu ya da süreci değil “kişileri” aldığı gerçeğini değiştirmiyor. Belli ki raporu hazırlayanların, emperyalist süreçlerin işleyişi konusunda kafaları hayli karışıktır.

Emperyalist medya kuşatmasını yarmak istiyorsanız alt metni ile beraber haberleri, onların ürettiği ve taşıdığı “yalan klişeleri”, bunların girdiği farklı formları, sosyal medyada yeniden üretilmelerini, yaygınlaşmalarını irdelemeniz ve şayet bir harita çıkaracaksanız, gazetecilerin değil bu olgunun haritasını çıkarmanız gerekir.

Yabancı basın kuruluşlarında çalışanlar sonuç itibarı ile gazetecidirler ve aldıkları maaş karşılığında işlerini yaparlar. Bugün BBC’de çalışan bir kişi örneğin, yarın TRT’de görev alabilir. Her ikisi de meşru görevlerdir. Son dönemde Türkiye’de her görüşten gazetecinin aşırı derecede politize olduğu, sosyal medya hesaplarında yaptıkları paylaşımların haberlerinin tarafsızlığını gölgeye düşürdüğü bir gerçektir. Evet, ülkemizde gazetecilik mesleğinin itibarı ciddi biçimde düşmüştür, ancak gazetecilere “düz ajan” muamelesi yapmaya kalkmak hem konuyu doğru kavramanızı engeller hem de geri teper.

Türkiye, medya emperyalizmine karşı direnmek istiyorsa yabancı medyanın müdahale mantığını iyi analiz etmeli ve buna karşı ciddi, uygulanabilir bir doktrin geliştirmelidir. RT, Sputnik, CGTN gibi iyi örnekler önümüzde durmaktadır. Bizim TRT World’ümüz ise örneğin, Venezuela’daki darbe girişimi sırasında görüş alacak üç tane Venezuelalı aydın bulmaktan bile acizdir. Yayıncılığa karşı mücadele yayıncılık yolu ile olur. Düşünce kuruluşlarımız da değerli mesailerini bu yönde harcamalıdır.


Gaffar Yakınca

Aydınlık