1 Ekim 2019 günü, Tiananmen Meydanı…
Mao Zedong’un Çin Halk Cumhuriyeti kurulduğunu ilan ettiği aynı Göksel Huzur Kapısı üzerinde, Çin liderleri, bu dev meydana bakıyorlar.
Çin devlet başkanı 习近平Şi Jinping gururlu.
1 Kasım 2019 günü Şi Jinping’in önünde büyük idealler var; 2013’te Kazakistan’da ilan ettiği Bir Kuşak Bir Yol Projesi ile, kadim çağların Akdeniz dünyası ile Çin’i arasında ticaret ve kültür köprüsü olan, yüzyıllar boyunca tüm Asya’yı zenginleştiren İpek Yolu’nu, demiryolları, hızlı tren hatları, otoyollar, petrol ve doğal gaz boru hatları inşaatları ile yeniden canlandırmak…
Onlarca ülkenin katıldığı bu büyük ve inşası yıllar sürecek proje için Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın kurulması… Çin sermayesinin dünyanın her yanında giriştiği projeler, inşaatlar, birbiri ardına açılan ICBC (Çin Ticaret ve Sanayi Bankası) şubeleri, Batılı futbol klüplerini satın alan Çinli milyarderler…
Uluslararası sorunlarda günden güne ağırlığını koyan bir Çin, Tayvan sorununda, Japonya ile yaşadığı krizlerde eli günden güne güçlenen güçlü bir Çin… Büyük harcamalarla modernleştirilen Çin Halk Kurtuluş Ordusu, Doğu Çin Denizi’nde kendisini günden güne gösteren Çin donanması… Çin Halk Cumhuriyeti, 1 Kasım 1949’da herkesin küçümsediği bir güç iken, 1 Kasım 2019’da artık tartışmasız süper güç haline gelmiştir.
Artık tüm dünyada, Çin’in ve onunla birlikte BRICS adı verilen, kalkınan ekonomilerle birlikte Tek Kutuplu Dünya Düzeni’nin sona erdiği yorumları yapılıyor.
Martin Jacques, ‘Çin bizden çok farklıdır, ipleri eline aldığında hepimizi kendi kurallarıyla oynamaya zorlayacak’ kehanetinde bulunduğu ‘Çin Dünyaya Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor’ adında kapsamlı bir araştırma yayınlıyor örneğin, Bruno Maçaes ‘on yıl önce Çinlilerin bu kadar etkin olacağı kimsenin aklına gelmezdi’ diye yazdığı ‘Avrasya Şafağı’nda Batı’nın tarihsel devrini kapadığından bahsediyor, Peter Frankopan ‘The Silk Roads’ eserinde dünya tarihini Asya odaklı olarak yeniden kaleme alıyor. Bu dönüşüm, Çin’in güçlenip Amerika’nın eski etkinliğini günden güne yitirmesi çoğu uzmana I.Dünya Savaşı öncesindeki koşulları hatırlatıyor; Margaret Macmillan 2018 Çin’ini 1914 Almanya’sına benzetiyor. Amerikalı siyaset bilimci Graham Allison Antik Yunan tarihçisi Thucydides’ten alıntı yaparak, ‘güçlenen devlet ve gücünü kaybeden devlet arasında savaş çıkması kaçınılmaz mıdır?’ diye soruyor. Dünya çapında pek çok analist, Amerika’nın tahtını kaybetmeye yanaşmayacağı ve bir savaş başlatacağı görüşünde, III.Dünya Savaşı çıkması imkânsız değil, deniyor.
Ve nitekim, bu rahatsızlığın sonuçları görülmeye başlanıyor. Tüm dünyada sosyal medya üzerinden Çin’e ve Çinlilere saldırılar artıyor, ırkçılık görülmemiş düzeye varıyor; köpek yeme, böcek yeme iddia ve görüntüleri; Doğu Türkistan konulu gerçek olmadığı ya da bölgeyle ilgili olmadığı onlarca kez kanıtlanmış görüntü ve videolar servis ediliyor, diğer yandan Hong Kong sokakları karışıyor, bir isyan hareketi, aylardır bitmek, durmak bilmiyor. Çin, ülke güvenliğini sağlamak için Batılı sosyal medya hesaplarının kullanımını yasaklayıp, yerlerine WeChat gibi, kendi sosyal medya uygulamalarını ürettiği için bu gitgide büyüyen karalama kampanyalarına karşı yanıt verilemiyor.
Tüm bunların üzerine, ABD başkanı seçilmeden önce seleflerini Ortadoğu’ya fazla odaklanarak Çin’in güçlenip Amerika’ya günden güne tehdit oluşturduğunu görmezden gelmekle suçlayan Donald Trump, Çin’e karşı bir ticaret savaşı başlatıyor; Huawei soruşturuluyor, Çin’den gelen ürünlere vergiler konuyor; Çin ekonomisinin büyümesi yavaşlıyor. Bununla bağlantılı olarak ABD yönetimi, Kuzey Irak ve Suriye’deki Kürt grupları silahlandırarak, İran’daki rejimi devirip, İran’ı parçalama projeleri yaparak, Afganistan’ı karışıklığa sürükleyerek, Çin’i tam da bu ülkelerden geçerek Avrupa’ya kara yoluyla bağlayacak Bir Kuşak Bir Yol Projesi’ni baltalamanın yollarını arıyor…
Derken…
GİZLİ DÜŞMAN
Dört ay sonra, aynı Tiananmen Meydanı, bomboş.
Göksel Huzur Kapısı’nın yanındaki girişten girilen Yasak Şehir, aynı meydandaki Çin Milli Müzesi ziyarete kapalı; Halk Temsilcileri Meclisi’nin kapısındaki askerler, tüm Çin halkı gibi ağız maskeleri takıyorlar.
1,5 milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in sokaklarında alışık olduğumuz kalabalıkların yerini, ağız maskeleri takmış, gözlerindeki korku dolu ifadelerle dışarıdaki işlerini bir an önce bitirip eve dönmek için hızlı hızlı hareket eden tek tük birkaç kişi almış.
Süpermarketlerdeki yiyecek reyonları tamamen tüketilmiş, herkes evine erzak depolamış durumda.
31 Ocak 2020’nin Çin’i, 22 Haziran 1941’in Sovyetler Birliği’ni hatırlatıyor. Yenilmesi zor, ürkütücü bir düşman beklenmedik bir anda saldırıya geçmiş sanki.
Peki bu düşman kim?
12 Aralık 2019 günü 武汉Wuhan’da bir kişi, 肺炎feiyan, yani zatürre teşhisiyle hastaneye kaldırılıyor.
31 Aralık’a kadar, büyük bölümünün ortak özellikleri 武汉华南海鲜市场Wuhan Huanan Deniz Ürünleri Pazarı’na uğramış olmak olan 27 kişi daha hastaneye kaldırılıyor. 1 Ocak 2020 günü söz konusu Pazar belediye tarafından kapatılıyor.
(Burada ilginç bir nokta var. Wuhan’da hastalığı tespit edilen ilk kişi, Deniz Ürünleri Pazarı’na uğramamış. Yani yaygın kanının aksine, virüsün kaynağı Deniz Ürünleri Pazarı olmayabilir; tam tersine insandan insana hızla yayıldığı yer, kalabalık olması nedeniyle burası olabilir.)
7 Ocak 2020 günü akşam saat 21:00’da, nöbetçi doktorlar hastalardan aldıkları kan numunelerinin üzerine 新型冠状病毒 yazıyor. 新型 Yeni Tür, 冠状 Taç Şekli demek; Yeni Türde Taç Şeklinde Virüs adı böylece kayda geçiyor.
Taç Şeklinde Virüs, Koronavirüs demek; Latince yazılışıyla Corona Virus, daha önce görülmemiş bir tür değil. 20022003 yılları arasında yayılıp tüm Çin’de 800 kişinin ölmesine yol açan SARS’a da bir korona virüsün yol açtığı bilindiği için, ilk olarak o 7 Ocak akşamı Wuhan’da alarm zilleri çalıyor. Gerçi ilgili doktor, defterine 感染 ganran, yani bulaşıcı yazmamış henüz; dolayısıyla bu virüsün oluşturduğu tehditle ilgili bilgimiz az. Zaten bu yüzden 新型Xinxing, ‘yeni tür’ deniyor.
9 Ocak 2020 günü 61 yaşındaki, Hainan Deniz Ürünleri Pazarı’nın daimi müşterisi olan bir hastanın solunum yetmezliği sonucu ölümüyle, ‘yeni tür zatürre virüsü’ ilk canı almış oluyor.
12 Ocak 2020 günü Dünya Sağlık Örgütü (WHO), bu yeni tür hastalığın adını Çinceden Latinceye çevirip başına başladığı yıl olan 2019’u koyuyor. 2019nCoV, Novel Corona Virus ismiyle artık uluslararası toplumun gündeminde.
15 Ocak 2020 günü Wuhan’da, 69 yaşındaki bir başka hasta yaşamını yitiriyor.
Bu gelişmelere rağmen, çoğu insan, bu henüz hakkında çok az şey bilinen hastalığın bulaşıcılık derecesinin farkında değil. Bu nedenle iki ölümcül hata yapılıyor.
Çin kültüründe yeni yıla 1 Ocak’ta değil, ay takvimine göre belirlenen Bahar Bayramı ile girilir. En coşkulu kutlanan bayramdır. Yüz milyonlarca insanın geleneğinde bu bayramı aileleriyle, sevdikleriyle birlikte kutlamak vardır. Bu nedenle Wuhan Belediyesi, 18 Ocak 2020 günü, her yıl olduğu gibi tam kırk bin aileye yemek veriyor.
Bu da yetmiyormuş gibi, kentteki hastalıkla ilgili herhangi bir karantina kararı çıkmadığı için, Bahar Bayramı’nın başlamasıyla birlikte on dört milyon nüfuslu bölgeden, çoğunun amacı köylerinde, aileleriyle birlikte bayram kutlamak olan yaklaşık beş milyon insan ayrılıyor. Bir kısmı da bayram tatilini dünyanın türlü ülkelerini gezmek için bir fırsat olarak gören turist. Böylece küçük bir kesim de olsa Wuhanlıların bir bölümü dünyaya dağılmış oluyor.
1819 Ocak 2020 tarihlerinde virüsün etkinliği ve tehdidin boyutu henüz anlaşılmış değil. Halbuki gizli düşman, belki de on binlerce insanın solunum hücrelerinde sessizce bekliyor…
AİLE ZİYARETİ
Tüm bunlardan habersiz olarak eşim İpek ve kızım Şirin’le birlikte biz de, 17 Ocak sabahı 01:45’te THY Şangay uçağına binerek Çin’e gidiyoruz. Amacımız eşimin anne babası ve ağabeyini görmek, 1,5 yaşındaki kızımız Şirin’i onlara göstermek, eşimin doğduğu köye giderek akrabalarıyla bayramlaşmak.
17 Ocak tarihinde, yani Wuhan hastanelerinde yatan, hasta sayısı Çin’e girişlerde, vize kontrolünde herhangi bir olağandışı durum yok. Havalimanları ve tren garlarında da olağanüstü bir önlem yok henüz.
İlk iki gün, trenlerde boş yer olmadığı için, Hefei’e gidemeyip Şangay’da kalıyor ve gökdelenler bölgesi Pudong’u, ünlü Nanjing Caddesi’ni ve bir tür kordon olan Waitan’ı geziyoruz.
19 Ocak günü sabah yeniden Şangay merkezinde geziyor, oradan da taksiyle Şangay Garı’na gidiyoruz. Şangay Garı, Çincede 春运Chunyun ‘Bahar Bayramı Hareketliliği’ adı verilen, şehirlerde oturan halkın bayram için memleketlerine dönmesi nedeniyle ana baba günü gibi.
Biz de Şangay’dan, Anhui bölgesinin en büyük şehri olan Hefei’e gidiyoruz. Halbuki o aynı 19 Ocak günü Wuhan dışındaki ilk vakalar, Pekin ve Guangzhou şehirlerinde görülmüş bile. Wuhan’da hasta sayısı 136’ya, ölü sayısı 3’e yükselmiş.
Bizse henüz hastalıkla ilgili bir şey duymuyoruz.
19 Ocak gecesini Hefei’de, eşimin ağabeyinin evinde geçirdikten sonra sabah otobüsle Taihe’ya gidiyoruz, oradan da köye… Köydeki akrabalarımızla öğle yemeği yiyor, sohbet ediyor, akşam yemeğinin ardından da erkenden odalarımıza çekiliyoruz.
Ertesi gün 20 Ocak’ta, kayınvalidem, kızımız Şirin için bir öğle yemeği düzenleyecek.
Wuhan virüsünü ilk kez o sabah duyuyoruz. Eşimin amcası Wuhan’dan geliyor, yemeğe katılacak; bunun duyulması üzerine çoğu akraba yerleri ayırtılmış olmasına rağmen yemeğe gelmek istemiyor. Bizi de amcaya çok yaklaşmamız için uyarıyorlar. Zaten adamcağız da durumu anlayıp hepimize uzaktan el sallamakla yetiniyor ve yemeğe katılmıyor. Bu durumu vicdansızlık olarak görüp yadırgıyorum; olayı abarttıklarını ve aşırı korktuklarını düşünüyorum.
Halbuki abartmıyorlar. 20 Ocak günü, salgınla ilgili ilk ciddi haberler gelmeye başlamış. Çin başbakanı Li Keqiang, salgının acilen kontrol altına alınması gerektiğini bildiriyor. Aynı gün hasta sayısı 218’e yükseliyor. Şangay ve Güney Kore’den hastalık haberleri geliyor. Biz, henüz durumun ciddiyetinin bilincinde değiliz. Bir saatlik hızlı tren yolculuğuyla Taihe’dan Hefei’ye dönüyoruz.
Dehşete ve paniğe yol açan haber, ertesi gün, 21 Ocak’ta geliyor. Wuhan’daki bir hastanede yatan bir hasta, virüsü tam 15 sağlık personeline bulaştırıyor. Bu, artık bulaşıcı bir hastalık değil. Süper bulaşıcı bir hastalık.
Kayınbiraderim Yanan, ‘yarın dışarı çıkarken hepimizin maske takması gerekiyor’ diyor. Gerçekten de ertesi gün, hastalığın boyutu birdenbire ortaya çıkıyor.
22 Ocak günü ağız maskemi takıp Hefei’in merkezindeki büyük Xinhua Kitapçısı’na gidiyorum. İnsanların çoğu maske takıyor artık, bir önceki günün aksine. Yine de arada maske takmayanlar var. Birkaç kitap alıp eve dönerken haberlere bakıyorum. Akşama doğru Çin’in dört bir yanından, Hainan’dan, Heilongjian’dan, Yunnan’dan, Shaanxi’den, Jiangsu’dan, Zhejiang’dan ve bizim bulunduğumuz Anhui’den birbiri ardına hastalık haberleri geliyor. Gerçi henüz her bölgede hasta olanlar biriki kişiden ibaret, ama çok hızlı bir yayılma söz konusu.
Neden hastalıklar birdenbire ortaya çıkıyor?
Çünkü virüsün bir kuluçka süresi var. Açıklananlara göre 2019 nCoV virüsü, ağız ve burunlarımızdan çıkan su parçacıklarıyla, yani tükürükle yayılıyor. Konuşurken, yemek yerken, hapşırırken, öksürürken, burnumuzu silerken, nefes verirken farkında olmadan çevremize ağızlarımızdan su/tükürük saçıyoruz. Bu gözle görülmeyen tükürük parçacıkları doğrudan doğruya yanımızdaki kişinin aldığı nefesle ağzına/burnuna giriyor; ya da yerçekimi ile yere, masaya, koltuğa vs. düşüyor, ya da örneğin toplu taşıma aracındaki tutacağa yapışıyor. Kısa bir süre sonra, biz o ortamdan ayrıldıktan sonra gelen bir kişinin elini, o virüs içeren gözle görülmez tükürük partikülünün üzerine yapışmış olduğu masaya/koltuğa/demire/cep telefonuna/bardağa vs tutunması, sonrasında elini ağzına ya da burnuna götürmesi hastalığın yayılması için yetiyor.
Ancak kişi, virüs bir şekilde ağzına, burnuna ya da gözüne girdiği an fark etmiyor durumu. Virüs girdiği bedende, tek bir solunum hücresinin içine girerek, kendi RNA’sını hedef hücre RNA’sının yerine yerleştirmeye ve hücreye tam hâkim olmaya çalışıyor. Bu hazırlık süresi geçtikten bir süre sonra bölünerek çoğalmaya ve dolayısıyla, akciğerlerimizi çökertmeye başlıyor. Bundan sonra hastalığın semptomları görülmeye başlanıyor. 2019nCoV’un bu kuluçka süresinin 7 ile 14 gün arasında olduğu söyleniyor o gün. Yani 22 Ocak günü hasta olduğu bildirilenler, aslında büyük ihtimalle 815 Ocak tarihlerinde bir şekilde bu virüsü kapmış olan ve bunun farkına varmayan kişiler.
Eşim İpek, ‘Bu SARS’tan daha korkunç’ diyor bana; ‘SARS’ta belirtiler hemen ortaya çıkıyordu. Bu virüs ise hücrelerine giriyor, biriki hafta sessiz kalıyor, ardından birdenbire yıkılıyorsun.’
Bu sözleri duyar duymaz kendi kendime şu soruyu soruyorum: ‘Acaba Ticaret Savaşları ile sonuç alamayan Amerika Birleşik Devletleri yönetimi, SARS virüsünü laboratuvar ortamında mutasyona uğratarak Çin’e göndermiş, Wuhan’daki Deniz Ürünleri Pazarı’na yerleştirmiş olabilir mi? Hong Kong ya da Xinjiang Uygur meseleleri ve ticaret savaşı ile Çin’i yıkamayan Amerika, en büyük rakibini biyolojik silah kullanarak mı çökertmeyi planlıyor? Üçüncü Dünya Savaşı böylece hiç beklemediğimiz bir şekilde mi başlıyor?’
Hefei’deki bir apartmanın otuzuncu katındaki dairede, 22 Ocak gecesi uyumayıp, bu ihtimalleri düşünüyorum. Virüsün biyolojik silah olarak laboratuvar ortamında üretildiğini düşünmek, fazlasıyla komplo teorisi gibi görünse de, bunun aklıma gelmesinin sebepsiz olmadığını düşünüyorum. İlk aklıma gelen, (tıpkı Hüseyin Vodinalı Bey’in aklına geldiği gibi), Gezi Direnişi günlerinde, Ayasofya – İsyan ve Devlet kitabını hazırlarken okuduğum Dan Brown’ın Cehennem romanı oluyor. Fringe dizisinde de benzer hastalıkların laboratuvar ortamında hazırlandıklarını hatırlıyorum, ama sonra ‘bunlar hep kurgu’ diyorum kendi kendime. ‘Çünkü’ diye düşünüyorum, ‘belki sonuçları itibarıyla milyonlarca insanın yaşamına mal olacak, en çok da bebekleri ve yaşlıları etkileyecek bir virüs üretip yaymak, ortaya çıkması durumunda sonuçları çok ağır olabilecek bir karar.’ Düşünüyorum. ‘Virüsün yayılmasında diyelim ki sorumlulukları yok, bu sadece bir mutasyon sonucu, kendiliğinden ortaya çıktı… Yine de benim bildiğim Amerikan yönetimi ve Batı medyası, bu felaketi Çin yönetimine istediği koşulları dayatmak için sonuna kadar kullanır.’
Ve nitekim saldırı başlıyor. Çoğu muhtemelen Hong Kong’da kaydedilmiş birtakım ses kayıtları yayılmaya başlıyor ki, bunları WeChat aracılığıyla Çin’de de dinliyoruz. Ağlayan hemşirelerin, yirmi beş milyon insana hastalık bulaştığından, kırk bin insanın öldüğünden bahseden ses kayıtları nedense hep ‘hükümete inanmayın, hükümete güvenmeyin, onlar gerçekleri gizliyorlar’ diye bitiyor. Aynı sıralarda Türkiye’de de ‘virüsü Çin hükümetinin nüfus sorununu çözmek (!), kendi halkının bir kısmının ölmesini sağlamak (!) hatta Uygurlara bulaştırmak (!) için ürettiği ama kontrolden çıktığı’ dedikodularının dolaştığını haber alıyorum. Fransa’da bir bomba patladığı zaman Fransız bayraklarıyla donanan, ‘Pray for Paris’ hashtag’leriyle süslenen Türkiye sosyal medyası, konu Çin’e geldiği zaman ‘böcek yiyenler, köpek yiyenler’ söylemleriyle alabildiğine iğrençleşip ırkçılaşıyor. Tabii bu durum bütün Batı’da görülüyor, sözgelimi, 26 Ocak tarihinde bir Danimarka gazetesi Çin bayrağındaki yıldızların yerlerine koronavirüsün mikroskoptaki görüntüsünü koyan bir çizimle çıkıyor. Çizimin amacı belli değil, ama zaten salgınla hayatları sarsılan Çinlileri yaralıyor.
Bu arada şunu da belirteyim ki, Çin’de ‘yarasa çorbası’ diye bir yemek yoktur. İnternette ‘Yarasa yiyen kız’ diye dolaşan videoyu, gezi ve eğlence videoları çeken 汪梦云Wang Mengyun adında Çinli bir 网红 Wanghong (internet fenomeni) kız, 2016 yılında yüklemiş. Katıldığı bir televizyon programında, 6 ay içinde 16 ülke gezmekle övünen kızın ifadesine göre Palau Adası’na gitmiş, orada yerlilerin yarasa çorbası içtiklerini duymuş ve kendisi de tatmak istemiş. Bunu katıldığı programda anlattığı zaman dinleyici kitlesinin iğrendiğini görüyoruz. Dolayısıyla ‘Çinliler yarasa yiyor’ iddiası gerçeği yansıtmıyor. (Wang Mengyun de zaten daha sonra yaptığı programda yarasa yiyerek istemeden ‘Çinliler yarasa yiyor’ algısına sebep olduğu için nedeniyle ‘对不起大家、我不该吃蝙蝠, Herkes beni affetsin, yarasa yememeliydim’ ifadeleriyle Çin halkından özür diledi.)
Bu durum resmen ortaya çıktığı halde, ‘yarasa yedikleri için hasta oldular’ iddialarının dolaşmasını yanlış buluyorum.
Belli bölgelerde bize tuhaf gelen yemekler olmakla birlikte bu yemeklerin marjinal olduğunu anlamamız gerek. Biz de okyanus kıyısında olsak deniz ürünü yerdik, nitekim Atlantik kıyısındaki Fas’ta da ıstakoz, kalamar, yengeç tüketiliyor. Halkın genel olarak yediği, geleneksel ve sıradan Çin yemeği, tahmin ettiğimiz kadar farklı da değildir; sebze ağırlıklıdır; yanında ekmek yerine lapa pilav ya da mantou denilen hamurla yenir. Aşağıya bu birkaç günde ailece yediğimiz birkaç yemeğin resmini koyuyorum. Hiçbiri böcek, köpek, yarasa vs değil; dana etli havuç, domatesli yumurta, brokoli, ıspanak, kabak, fasulye gibi aslında son derece sağlıklı yemekler:
23 Ocak günü, ‘gerekmediği sürece evlerinizden çıkmayın’ açıklaması yapılıyor. Diğer kentlerden farklı olarak Wuhan kentinde toplu taşıma yasaklanıyor ve sadece koronavirüs hastalarının yatırılacağı, 火神山Huoshenshan adını taşıyan bir hastanenin inşasına başlanıyor. Hastanenin, yüzlerce vinç, binlerce işçi ile çok kısa bir sürede inşa edilmesi halkın moralini yükseltiyor.
Hastaneye verilen ‘火神山huoshenshan – ateşin tanrısal gücü dağı’ ismi kaynağını kadim felsefe kitabı İ Ching’den alıyor. Buna göre doğada beş element var; su, ahşap, ateş, toprak ve metal. Su söndürerek yok eder ateşi, ateş eritir metali, metal keser ağacı, ağaç içindeki besini alarak kurutur toprağı, toprak özgürce akmasını engeller suyun. Varlık ve yokluk, bu maddelerin eseridir ve vücudumuzdaki her bir organ, bu beş elementten biriyle özdeşleştirilmiştir; karaciğer ahşaptır, kalp ateştir, böbrek sudur, mide topraktır, akciğer ise metaldir. Bir zatürre, yani akciğer hastalığına sebep olan bu virüsü, ateşin dağ gibi tanrısal gücü yenecek. Hastanenin ismi, hayran bırakan bu felsefi derinliğinin yanı sıra, Çin’in kadim uygarlık mirasıyla güçlükleri yeneceği motivasyonunu da yayıyor.
Elbette bu gelişmeler esas olarak Wuhan’da oluyor ve biz Hefei’deyiz. Anhui eyaleti için bildirilen vaka sayısı halen yüksek değil, ama dikkatli olmakta yarar var. O günü ve 24 Ocak gününü evde geçirmeye karar veriyoruz. Sadece yakındaki alışveriş merkezine gidiyoruz. Artık insanların çoğu ağız maskesi takıyor. Bizimkiler eve döndükten sonra ben biraz daha dolaşacağımı söylüyorum; bana ‘dikkatli ol’ diyorlar. Otobüse binip şehir merkezine gidiyorum. Orada şu resimleri çekiyorum:
Ardından kaldığımız semte geri dönüp resim çekmeye devam ediyorum:
Tüm şehir boşalmış gibi. Bunun bir sebebi, zaten Bahar Bayramı dolayısıyla çoğu insanın memleketine gitmesi, diğer bir sebebi de insanların salgın paniği ile evlerinden çıkmak istememeleri.
24 Ocak günü tüm sinemaların kapatıldığı haberiyle başlıyor. Tüm müzeler, turistik ören yerleri ikinci bir talimata kadar kapalı. Geçen gün ailece Çin hamamına gitmiştik. ‘Orası da mı kapalı?’ diye soruyorum. ‘İnsanların toplu olarak bulunabileceği her yer’ diye yanıt veriyor Yanan.
Bir süre sonra, bizim daha geçen gün bulunduğumuz Taihe Tren İstasyonu’nun da kapandığı haberi geliyor.
O akşam, Çin’de geleneksel olarak yapıldığı gibi, 饺子jiaozı, yani mantı yapıyor ve yiyor; duvarlara kırmızı süsler yapıştırıyor, ardından da her yıl olduğu gibi yılbaşları öncesinde hazırlanan televizyon programını izliyoruz. Devlet, haklı olarak morali yüksek tutmaya çalışıyor; programlar boyunca ‘bu virüsü de mutlaka yeneceğiz’ ve ‘Wuhan halkı, yalnız değilsiniz, tüm ülke olarak sizinleyiz’ sözleri söyleniyor.
25 Ocak. Sabah uyandıktan sonra son duruma bakıyorum. Veriler günlük olarak yüklendiği için, her sabah ölüm ve teşhis sayısını görmek mümkün. 25 Ocak’ta hastalığı kesin teşhis edilen 1287 kişi var, ölü sayısı ise 41’e yükselmiş…
Sadece Wuhan değil, bütün Çin kapanmış durumda. Biz de gün boyu evdeyiz. Şirin, yeğenimiz Zhang Zıhao ile oynuyor. ‘En kötü durumlarda bile yapılacak bir şeyler vardır’ diyerek Yanan’a İngilizce öğretmeye başlıyorum.
Sadece Wuhan değil, bütün Çin kapanmış durumda. Biz de gün boyu evdeyiz. Şirin, yeğenimiz Zhang Zıhao ile oynuyor. ‘En kötü durumlarda bile yapılacak bir şeyler vardır’ diyerek Yanan’a İngilizce öğretmeye başlıyorum.
26 Ocak. Veriler güncelleniyor. Sabah kesin teşhis konulmuş hasta sayısı 1800. Öğlen bu rakam 1995’e çıkıyor. Ölü sayısı sabah 54. Öğlene kadar iki kişinin daha yaşamını yitirdiği bilgisi geliyor. Ama iyi haber de var: Bir şekilde iyileşebilen hasta sayısı da 38’den 49’a çıkmış:
‘Demek ki iyileşebilenler de var’ diye düşünüyorum. Ama iyileşebilenler ağırlıklı olarak bünyesi, bağışıklık sistemi kuvvetli olanlar, dolayısıyla çoğunlukla gençler. Çocuklar, yaşlılar ve zaten kronik bir hastalıktan mustarip olanlar daha uzun süre tedavi altında kalmak zorunda. Çoğu kişi, makineye bağlı olarak yaşatılıyor…
O 26 Ocak sabahı, Şangay’da yaşayan ancak Bahar Bayramı tatilini geçirmek için eşiyle Litvanya’ya giden turizmci dostumuz Eda’dan bir wechat mesajı alıyoruz: ‘Büyük havayolu şirketleri yakında Çin’e uçuşları iptal edecekler. Biz dönmemeye karar verdik. Siz de biletinizi bir an önce erkene alsanız iyi olur’ diyor Eda. (Nitekim Eda’nın verdiği bilgi doğru çıktı. Batılı büyük havayolu şirketleri 29 Ocak’tan itibaren seferlerini iptal etmeye başladılar. 31 Ocak sabah saat 01:00 itibari ile THY de uçuşlarına ara verdiğini duyurdu.)
Bizim dönüş biletimiz 8 Şubat tarihli. Gelmeden önce, Şangay ve Hefei dışında, kısa bir süre eğitim gördüğüm Hangzhou’ya gidip öğretmenlerimi ve arkadaşlarımı ziyaret etmeyi planlamıştık. Salgın zaten bu planı imkânsız kılmıştı. (Ziyaret etmek istediğim öğretmen ve arkadaşlarımla konuştum. Onlar da haliyle memleketlerinden Hangzhou’ya dönemiyorlar.) Şimdi, biletimizi mümkün olan en erken tarihe almamız gerekiyor. Ya da salgın kontrol altına alınana kadar Hefei’de kalmamız, evden dışarı mümkün olduğunca çıkmamamız gerekiyor. Ki bu durumun ne kadar süreceği belli değil.
Anne babamı arayıp uçak biletlerimizi aldığımız THY Taksim ofisine bilet değiştirme talebinde bulunmalarını rica ediyorum. Normalde bilet değiştirmek için bilet başı 130 dolar ödemek gerekiyor. THY bu duruma özel olarak bir defalığına ücretsiz bilet değiştirme hakkı tanımış. Şimdi biletimizi mümkün olduğunca öne mi alacağız, yoksa durumun iki hafta sonra kontrol altına alınacağı tahminine dayanarak (Şirin’le benim) vizemizin bitiş tarihine mi?
Yanan’a tavsiyesini soruyorum. ‘Bizim evimiz, sizin evimiz, istediğiniz kadar kalın, çocuklar da beraber oynasın, ama…’ diyor ve ekliyor: ‘Şimdi dönmezseniz daha uzun süre dönemeyebilirsiniz. Bu iş SARS gibi değil. Çok daha ciddi.’
Dolayısıyla biletimizi daha erken bir tarihe değiştirmeye karar veriyoruz. Ama bir sorun var; şu anda Hefei’in merkezden uzak, Çin ölçülerinde çok da kalabalık sayılmayan bir banliyö semtinde güvendeyiz.
Ve dünyanın en kalabalık şehri olan Şangay’a gideceğiz.
Şangay metrosu, Pekin’in ardından dünyanın en uzun hattına sahip ve günde on milyondan fazla insan taşıyor; Bahar Bayramı ve koronavirüs nedeniyle olağanın altında bir kitle taşısa bile, risk demek.
Kendim için bir endişem yok. Ama 1,5 yaşındaki kızımız Şirin’in güvenliği için, Hefei Havalimanı’ndan doğrudan doğruya Şangay Pudong Havalimanı’na giden bir uçağa bilet almaya, böylece kalabalık Şangay şehrine hiç girmemeye karar veriyoruz.
Hefei’den Şangay’a giden en erken uçak 28 Ocak sabahı saat 07:00’de.
Bileti alıyoruz. Ama annebabamdan, 28 Ocak tarihli Şangay – İstanbul uçağında sadece yer ayırtmalarını, bileti son ana kadar almamalarını rica ediyorum. Çünkü saat başı tren garı ve havalimanı kapanma haberleri geliyor; ‘X şehrinde ulaşım yasaklandı’ şeklinde… 28 Ocak sabahı Hefei Havalimanı’na vardığımızda orası da kapanmış olabilir. Ya da Şangay Havalimanı’na alınmayabiliriz. Bilgiler saatlik olarak güncelleniyor. Dolayısıyla 26 Ocak akşamüstünde, bir buçuk gün sonrasında neler olacağını kestiremiyoruz.
27 Ocak günü de evde geçiyor. Hazırlık yapıyoruz. Yanan ile uzun uzun konuşuyoruz. O gün için hastalığı kesinleşen insan sayısı 2846. Ölü sayısı 81. ‘Sizin için endişeleniyorum. Evden çok çıkmayın’ diyebiliyorum. ‘Bütün Çin üniversiteleri, tıp fakülteleri, doktorlar, hükümet biz çözüm olması için çalışıyor. Bir süre acı çekeceğiz. Ama mutlaka bu virüsü yeneriz’ diyor Yanan.
28 Ocak sabah saat 05:00’da evden çıkıyoruz. Bir saat sonra Hefei Havalimanı’nda, termal kamera kontrolünden geçiyoruz. Havalimanında etrafıma bakıyorum. Artık maske takmayan tek bir kişi bile yok, tabii Şirin dışında. Şirin çok küçük, durumun önemini anlamıyor, taktığımız maskeyi hemen yere atıyor.
Kayınpeder ve kayınbiraderimden ayrılırken hüzünlüyüz. Uzun uzun sarılıyoruz…
Bir saatlik uçuştan sonra Şangay Havalimanı’na geliyoruz. Valizlerimizi alır almaz Şirin’i uyutup ona maske takıyoruz.
Bu resimleri çektikten sonra içimi öfke kaplıyor. ‘Eğer bu bir biyolojik silahsa’, diyorum kendi kendime, Asya’nın doğusundaki dev halkı, kim bu hale getirdi? Benim ailemi, eşimi, kızımı, kim tehlikeye attı? Erkekçe savaşmak yerine bu virüsü laboratuvar ortamında üretip, bebeklerin, yaşlıların, hastaların, kadınların yaşamı pahasına, tam da en kolay yayılabileceği dönemde, on milyonlarca insanın seyahate çıktığı Çin Bahar Bayramı’nda yayılacak şekilde Wuhan Deniz Ürünleri Pazarı’na bırakanlar kim?’
Şangay Havalimanı’nın bomboş koridorlarında yürümeye devam ettikçe hüznüm ve öfkem artıyor. ‘Umarım bu, tarihteki çeşitli salgınlar gibi kendiliğinden, mutasyon sonucu ortaya çıkmış bir virüstür, umarım kimsenin kalbi böyle adi yöntemler kullanmayı düşünecek kadar kararmamıştır’ diye düşünüyorum.
Sabahın saat 9’u. İstanbul uçağımız gece 11’de. Yapacak bir şey yok, buradayız… Şirin’i kimseye yaklaştırmamaya çalışıyoruz. Bu nedenle havalimanının üst katında boş bir alan buluyoruz kendimize.
Saatler geçmek bilmiyor. Şirin’e çizgifilm izletiyoruz, ona şarkı söylüyoruz, arabasında gezdiriyoruz, Starbucks’a gidip, en köşedeki masada kahve içiyoruz, yine herkesten uzak durmaya çalışarak restoranda bir şeyler yiyoruz. En sonunda saat yedi buçuk gibi, kontuar açılıyor. Ama, bavullarımızı verdikten sonra da yapacak bir işimiz var.
Çin hükümeti Çin’e giriş ya da Çin’den çıkış yapacak herkes için önü Çince, arkası İngilizce olan bir form hazırlamış; üzerinde Sağlık Bildirim Formu yazıyor. Burada kişi, isim, soy isim, pasaport numarası, doğum tarihi ve geldiği ülke gibi alanları doldurduktan sonra, ‘son 14 gün içinde Wuhan şehrinde bulunduysanız deklare edin’ ve ‘Ateş/Titreme/Öksürük/Göğüz Sıkışması/Nefes Darlığı semptomlarından birine ya da birkaçına sahipseniz deklare edin’ ifadeleri var. ‘Son 14 gün içinde’ denmesinin sebebi, en uzun kuluçka süresi.
Altta da ‘verdiğim ifadenin doğruluğunu deklare ederim’ ifadesi var. En yukarıdaki yazıya göre yanlış bildiride bulunmanın cezai müeyyidesi bulunuyor.
Tabii bizde bu semptomlar yok. Bu nedenle doldurup, imzalayıp veriyoruz. Ama bir yandan da düşünüyorum. Virüsün kuluçka aşamasında da yayıldığı bildirildi. O halde hiç Wuhan’a gitmemiş ama tesadüfen metroda vs. Wuhan’dan gelen ve virüsü taşıyan biriyle aynı ortamda bulunan bir şahıs, hiçbir semptom taşımadığı için formu doldurup, termal kameradan geçip çıkış yapabilir.
Formları doldurup, teslim ettikten sonra, yine termal kamera ile tarama yapılan bir alandan ve daha sonra her zamanki gibi polis kontrolünden geçiyoruz. Çin’de polis ve askerlerin resmini çekmek, hatta o alanda resim çekmek kesinlikle yasaktır; bu nedenle görüntü alamıyorum.
Tabii uçakta da herkes maske takıyor, kabin görevlileri de. Bu şekilde dokuz saatlik uçuştan sonra Türkiye’ye varıyoruz.
İstanbul Havalimanı’nda önlem alınmış, ama bu, tıpkı Çin’deki gibi uçaktan inenleri termal kamera ile taramaktan ibaret. Termal kamera ile görüntü alanların yanında, Sağlık Bakanlığı görevlileri var. Yolcuları tek tek durdurup ‘hasta mısınız’ ya da ‘Wuhan’a gittiniz mi?’ diye soramayacaklarına göre, termal kamera ile kontrol yapacaklar elbette; ama, ‘bu virüs çok farklı’ diye düşünüyorum, ‘kuluçka döneminde semptomlar henüz görülmediği için termal kamerada ortaya çıkmaz ki…’
Dolayısıyla gerçek sonuçları büyük ihtimalle 15 Şubat gibi göreceğimizi tahmin ediyorum.
Pasaport kontrolünden geçtikten sonra nihayet çıkıyor ve ailemize kavuşuyoruz.
ŞİMDİ NE OLACAK?
Elbette, ailemiz, bize kavuştuğu için çok rahatlıyor.
Ama benim içim rahat değil. Bu yazıyı yazmaya başladığım sırada 170 ölü vardı. Şu an itibariyle (31 Ocak) bu sayı 213’e yükselmiş durumda. Kuluçka süreleri bittikçe, hasta olduğu ortaya çıkan insanların sayısı artacak. ‘Çin elbette bu durumu kontrol altına alır’ diye düşünüyorum, ‘zaten önemli ölçüde aldı da.’ Ama bu durum, Çin halkının psikolojisine, Çin ekonomisine ve sosyal medya yalanlarıyla yapılan saldırılar nedeniyle Çin’in prestijine çok büyük zarar verdi. Fabrikaların ve işyerlerinin daha uzun süre, sözgelimi iki ay daha kapalı kalmasının sonuçlarını öngörmek zor. Küresel ekonomi hassas bir denge üzerinde durduğu için, Çin’in zarar görmesi, 1980’lerde Sovyet ekonomisinin yavaşlaması gibi sevindirmemeli birilerini.
Biz, Türkiye olarak şimdiden zarar gördük. Çin’den gelen bütün turların iptal edildiği haberini alıyorum daha Hefei’deyken. Çin’den Türkiye’ye yılda yaklaşık 400.000 turist geliyor. Bu durumun uzaması, otelci, taşımacı, acenteci, rehber, dükkân çalışanı derken on binlerce insanın iş kaybetmesi demek. Çin ekonomisinin zarar görmesi, Çin’e ihracat yapan firmalarımızın, sözgelimi mermer ocaklarının kâbusu olur.
Ama Türkiye’de böyle bir durum yok. Hayretle, ‘yarasa çorbası içiyorlar tabii ki hasta olurlar’, ‘Allah belalarını versin’ gibi yorumları okuyorum. Çin’e ve Çinlilere karşı büyük bir ayrımcılık, büyük bir ırkçılık dalgası tüm dünyada yükseltiliyor. Halbuki on yıldan uzun süredir Çin üzerine uzmanlaşan, Çin’e defalarca giden, Çin üzerine kitaplar yazan, rehberlik ve tercümanlık yaparak farklı sosyal katmanlardan Çinlilerle tanışan, her şeyden önce eşi Çinli olan bir Türk yazarı olarak, Türklerden ya da Türkiye’den nefret eden tek bir Çinli bile görmedim, bir tane bile! Çinlilerin Türkiye ile ilgili duyguları, çoğunlukla ‘romantik Türkiye’ şarkısındaki gibi, Kapadokya balonları ya da romantik Ege kıyıları şeklinde güzel resimlerle süslenmiş durumda. Halbuki bizde, dediğim gibi Paris’te bir kişinin burnu kanasa ‘Pray for Paris’ diye ağlaşılır; dünyanın herhangi bir noktasında adını bile bilmediğimiz bir Müslüman halkın başına bir iş geldiği iddiası dolaşsa ayağa kalkılır. Ama konu Çin olunca sosyal medyada ‘hak ettiler’ yorumlarından geçilmemesini utanç verici ve üzücü buluyorum.
Halbuki dolaylı olarak Çin’e borçlu olduğumuz yeni bir durum var, diye düşünüyorum. 11 Eylül 2001 sonrasındaki dehşeti hatırlıyorum; her istediğini yapan, istediği ülkeyi istediği an işgal eden bir ABD, Afrika’dan Pakistan’a kadar 22 ülkede iç savaş çıkartıp sınırlarını değiştireceğini alenen ilan eden, BOP haritaları çizerek ülkelerimizi parçalayan, Peşmergeyi besleyen, PKK gibi terör örgütlerine alenen silah veren, müttefik olduğu halde askerimizin başına çuval geçiren, Fethullahçı çeteyi örgütleyip Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bağımsızlıkçı, Atatürkçü subaylarına yargı kumpasları kurarak, aydınlarımızla birlikte onları hapislere atan bir ABD… Ve son on yılda, bir yandan Rusya’nın, diğer yandan Çin’in yükselişi sonucunda küresel ölçekte dengelenen bir dünya, ABD’nin nispeten kırılan gücü.
Çin için endişem, on binlerce masum insanın, bebeklerin, yaşlıların, hastaların bu virüs nedeniyle yaşamlarını yitirmeleri, yüz binlerce ailenin darmadağın olması. Vatanım Türkiye için endişem ise, Çin’in varlığı ile getirdiği uluslararası dengenin kaybolması durumunda, ABD’nin yeninden, 2002’de olduğu gibi tekbaşına küresel hakimiyet kurarak ülkemizi ve bölgemizi büyük bir rahatlıkla parçalaması, Yakındoğu’da İsrail dışında huzur ve barış içinde hiçbir ülke bırakmaması, her yanı kaplayacak kan ve dehşetten ilaç ve silah şirketlerinin faydalanması… Bir Kuşak Bir Yol barış ve işbirliği kuşağının ortadan kalkması…
Bunların olmamasını umuyorum tüm kalbimle. Ardından bilgisayarımı açıyorum. Balkonlardan birbirlerine destek sloganları atan, ‘加油武汉, Dayan Wuhan!’ diye haykıran Wuhan halkının görüntüleri geliyor.
Gözlerim doluyor. Çin’in her yerinden on binlerce doktor, hemşire, sağlık görevlisi yardım için akın akın Wuhan’a koşuyor; zenginler ülke dışında ağız maskeleri satın alıp Wuhan ve diğer şehirlere gönderiyor; Çin halkı seferber olup kenetleniyor. Ekonominin durması, küresel etkiler ikinci önemde, bütün bir halk, Batılı gözlemcilerin isyan ve kargaşa umutlarının tam aksine birlik olup, bir nevi yeniden bağımsızlık savaşı veriyor. Bütün bunlara tanık olarak duygulanıyor, Mao’nun liderliğindeki Uzun Yürüyüş sırasında, Çin Kızılordusu askerlerinin, bir ellerinde tabanca, tahtaları parçalanıp sadece zincirleri kalmış Luding Köprüsü’nden geçmelerini hatırlıyorum.
Beş bin yıllık tarihi boyunca birlik içinde nice badireleri atlatan dost Çin halkının, bu zorlu köprüyü de aşacağını umut ediyor ve bütün kalbimle, ‘加油中国! – Dayan Çin!’ diyorum…
Ve okuyorum yüksek sesle, 2014’te Türk ve Çin bayraklarını düşünerek yazdığım ve o dönem hazırladığım Çin Kitabı’nın başına koyduğum şiirimi:
Doğu kızıldır gün uyanırken
Her şafakla yeniden doğar aydınlık
Yükselir gökyüzüne güleryüzlü al bayrak
Bayrağın üstündeki kan
Özgürlüğümüzdür bizim.
Seninle acılarımız ortak
Ortak, istiklal için bunca yıllık savaşımız
Bayrağımızda umudumuzdur yıldız
Kollarını güneşe açmış dev bir insan
Tüm insanlığı saran aydınlık yarınımız.