Bektaşi’ye “en iyi neyi bilirsin” diye sormuşlar, “haddimi bilirim” demiş. Bu tasavvufi kültürden geriye pek bir şey kalmamış olmalı ki Türkiye artık bir had bilmeme ülkesidir. Had bilmek, başkasının işine burnunu sokmamak, başkasının özel hayatına, inancına, fikrine, yetkisine, sorumluluğuna saygı duymak demektir.  Gündelik yaşam, iş hayatı, sanat dünyası, siyaset… Her yer sınırlarını bilmeyen insanlarla dolmuş haldedir. Üstelik memleketimizde nerede durması gerektiğini bilmeyen sadece insanlar değildir, kurumlarımız da had hudut konusunda pek problemlidir.

Biz, bu sorunu, genellikle başkasına yönelik saygısızlık boyutu ile algılarız. Gözden kaçırdığımız nokta ise had bilmezliğin aslen kişinin/kurumun kendi sorumluluklarından uzaklaşması ile ilgili olduğudur. Öyle ya, sürekli başkalarının işine burnunu sokmanız için kendi işlerinizden geriye çok boş vaktinizin kalması gerekir. Gerçekten de üzerlerine vazife olmayan işlere karışan kişiler genellikle kendi ödevlerinin hakkını vermeyen kimselerdir. Bir insan, bilmediği bir alanda ahkam kesiyorsa onun aslında sorumluluklarını yerine getirmeyen birisi olduğunu kolayca tahmin edebilirsiniz.

Batı toplumları pek çok açıdan sorunlu olsalar da yetki ve sorumluluk bilinci anlamında bizden ilerdedirler. Bunun temel sebebi toplumsal örgütlenmenin derinliği ve o örgütlenmeyi koruyan yaptırımların gelişkinliğidir. Batı’da her meslek erbabı kendi alanında konuşur, başkasının sahasına girmekten imtina eder. Biz bunun yüksek bir ahlakın sonucu olduğunu zannederiz ancak, aslında sistemin ihtiyaçları ile ilgilidir. Öncelikle herkesin kendi işini hakkı ile yapma zorunluluğu vardır. İşini en iyi şekilde yapmayanlar meslek örgütü, piyasa, devlet, adına ne derseniz deyin ilgili mekanizmalar tarafından yaptırıma uğrarlar. Kendi işini doğru düzgün yapmaya odaklanan kişinin ise başkalarına bulaşmaya enerjisi/vakti kalmaz. Üstelik bu tür hareketler, sistemin verimini düşürdüğü için toplumun geneli tarafından da hoş karşılanmaz. Başkalarının işine burnunu sokanların itibarı zedelenir.

Öte yandan, herkesin haddini bilmesi üzerine kurulmuş Batı demokrasisi, Doğu’ya bambaşka bir şeyi, herkesin her konuda konuştuğu bir “sözde katılımcı demokrasi projesini” ihraç eder. Bizim gibi ülkelerde toplumsal akıl, bir tür “sivil toplum fetişizmi” tarafından esir alınmıştır. Batıcılar marifeti ile ve çoğunlukla Batılıların verdiği destekle kurulmuş olan envaiçeşit dernek, sendikalar, ne olduklarını kendileri bile tam tanımlayamayan inisiyatifler, uyduruk platformlar ve derken spor kulüpleri, belediyeler, hatta özel şirketler bile her alanda konuşabilirler. Özellikle de konu siyasetse. Konuşabilirler derken salt konuşmayı kast etmediğimizi belirtmemiz gerekiyor, tabii ki herkesin istediği konuda fikrini ifade etmesi demokrasinin bir gereğidir. Sözünü ettiğimiz şey ise sade fikir beyanından öte, tüm toplumun maruz kaldığı bir açıklamalar, deklarasyonlar, bildiriler terörüdür. Yaşadığımız demokrasi değil, “ağzı olan konuşsun düzenidir.”

Özellikle kurumların yetki ve sorumluluk alanları dışında konuşması ciddi bir ahlaki soruna, gücün istismarına da işaret eder. Güç ve itibar kendi kazanıldığı alanda kullanılırsa meşrudur. Demokratik sisteme müdahalenin bir aracı haline gelirse bu açıkça istismar olur.

İstanbul Sözleşmesi konusunda önümüze düşen bazı örneklere bakalım. Biri, hemen her konuda fikir beyan eden İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Diğeri büyük spor kulüplerimizden Fenerbahçe, bir tanesi de Eker isimli bir yoğurt şirketi. Yaptıkları açıklamalardan bu kurumların üçünün de İstanbul Sözleşmesi’ni hararetle sahiplendiklerini görüyoruz. Üç kurum da faaliyet sahalarına girmeyen bir konuda ahkam kesmekte, “İstanbul sözleşmesi yaşatır” diye siyasi sloganlar atmakta ve Türk milletinin Batı normlarına boyun eğmesi gerektiğini söylemektedir.

İstanbul, son elli yılın en kötü belediye yönetimini yaşamaktadır. Ulaşım, çevre, imar gibi asli görevlerini ağır biçimde ihmal eden belediye (ve onun başkanı) üstüne vazife olmayan her alanda en öndedir. Avrupa’ya bu kadar meftun olan Başkan, neden Avrupa kentlerindeki belediye hizmetlerine değil de LGBT propagandasına odaklanmaktadır?

Fenerbahçe Spor Kulübü, 4,5 milyar lirayı bulan borcu ile adeta bir batağın içindedir ve sürekli zarar etmektedir. FB, Avrupa’nın LGBT’sine odaklandığı kadar misal, Bayern Münih gibi mali bünyesi düzgün takımların başarısına odaklansa memleket için daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mı?

FransızTürk ortaklığı Eker firması ise yüzlerce milyon lirayı bulan ciroya sahiptir. Türk milletinin sırtından bunca para kazanan bir şirketin Avrupa’ya ilgisinin “cinsiyet” düzeyinde kalması vahimdir. Yoğurt bir Türk ürünü olmasına rağmen Dünya marketlerine Yunan yoğurtları egemendir. Bize ait ayran ve hatta beyaz peynir bile Yunan markaları ile tanınmaktadır. Eker’in bu konularda bir çabası, atılımı, hadi onları geçtim bir “açıklaması” var mıdır?

Her üç kurum da kendi alanlarında edindikleri gücü aslen hukukun, siyasetin, uluslararası ilişkilerin, kadın örgütlerinin vs. alanına giren bir konuya aktararak istismar etmektedir. Kendi sorumluluk alanlarında ne yaptıkları ise hayli tartışmalıdır.

* Bu yazı ilk olarak Aydınlık Gazetesi’nin 25 Mart 2021 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.