Bu toprakların işlenmesi, yerli ve milli üretimin hayatın zorunlu çarklarını çevirecek gücün ilk adımlarını da oluşturuyor.

Ekonomide Milliyetçilik Rüzgarları
Hasret Aykut 
Hasret Aykut

“Ekonomik işlerde fertlerin girişimciliğini bekleyemeyiz. Önemli ve büyük işlerin gerçekleştirilmesini devlet kendi üzerine alır.” Mustafa Kemal Atatürk

1930’un Şubat ayı… 1929 Büyük Buhranı ve getirdiği zorluklar bağımsız bir ekonominin kapılarını zorlamaya başlamıştı. Ekonomik bağımsızlık, vatanın bağımsızlığını sağlamada en önemli adımlardan biriydi. İktisadi bağımsızlığın ve milli ekonominin temelini 1933 yılında uygulamaya konulan beş yıllık sanayi planları oluşturuyordu.

İzmir İktisat Kongresi’nde özel girişimciye dayanan bir ekonomik model benimsenmişti ancak zaman içinde özel girişimciler ekonomi içerisinde varlık gösterememişti. Bu nedenle ekonomiyi ayakta tutacak büyük girişimlerin devlet tarafından yapılması benimsendi, birinci beş yıllık sanayi planı da bu devletçi esaslara dayanıyordu. Hammaddesi kendi topraklarımızda üretilen, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik stratejik bir planlamaya girişildi. Milli iktisat heyecanı sarmıştı etrafı. Milli planlamalar çerçevesinde 20 fabrika kurulmuş ve 44 milyon liralık bütçe %127 artırılarak 100 milyon liralık bir proje hayata geçmişti.

Ülkeyi ve vatandaşları en kısa sürede refaha kavuşturmak gerekiyordu. Bunun için sanayileşmek gerekliydi. Bu sanayileşmeyi devlet en kısa sürede gerçekleştirecekti. Sadece kendi kaynaklarımıza güvenerek, planlı ve programlı bir uygulama hayata geçirilecek, uygulama en önemli yatırım olan eğitimi de içerecek; sosyal kalkınma, bölgeler arası adalet ve ekonomik bağımsızlık bir arada sağlanacaktı. Devletçilik ve ekonomide milliyetçilik budur.

“Uzvu devlet kuvvei maliye ile yaşar”

Devletçilik politikası ve uygulaması ekonomiye büyük bir hız kazandırmıştı. Devlet bütçesinden yapılan harcamalar 105,9 milyon liradan 210,1 milyon liraya, devlet eliyle yapılan harcamalar ise 387,1 milyon liradan 1.467,4 milyon liraya çıkmıştı. GSMH, 1939 yılı sonunda üç kat, dönemin kamu harcamaları ise dört kat artmıştı. Cumhuriyet ekonomisi, tarihinin Altın Dönemini bu sonuçlarla kapatmıştı.

1942 yılının Temmuz ayında Milli Korunma Kanununun fiyat kontrolü, mal denetimi uygulaması durduruldu ve piyasa serbest bırakıldı. Savaş ortamı ve ekonominin aritmetiksel hesaplamaları düşünülmeden alınan liberalleşme kararı, fiyat patlamalarını da yanında getirdi. Fiyat endeksi %92’yi gösteriyor, mal darlığı ve karaborsa yaşanıyordu. %100 artan fiyatlar karşısında ciddi bir finansman sıkıntısı yaşayan hükümet bu dönemde çareyi ağır vergilendirme yöntemlerine başvurmakta buldu.

Altın Dönemde kişi başına düşen milli gelir 1.689 lira iken 1946 yılında 1.020 liraya düşmüştü. Ekili alan ve toplanan mahsulde ciddi azalmalar meydana geldi. Bütün yaşamı etkileyen en önemli parametrelerden biri üretimtüketim dengesinde tüketimin ağır basması olmuştu. Türkiye savaşa katılmamasına rağmen dış ticareti önemli ölçüde etkilendi. Ticaret yolları kapandı ve mal talebi yapısı değişti. Savaş sonrası ekonominin elle tutulabilir sayılacak tek yanı ihracatın bu süreçte ithalattan daha fazla olmasıydı. Merkez Bankası rezervleri bu süreçte beslenmişti çünkü savaşan ülkeler mal yerine para verebiliyorlardı. Dönemin devlet harcamaları büyük ölçüde Merkez Bankası kaynakları artırılan dolaylı vergiler ve servet vergileri ile karşılanıyordu. Enflasyon oranları ise buna bağlı olarak yükseliyordu.

“Türkler devletçiliğe din gibi inanıyorlar. Fazla üzerlerine gitmemek doğru olur”*

*Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası Raporu, 1948

1948 yılında İkinci İktisat Kongresi toplanıyor. Üç yıldır bütçede arka arkaya 5080 milyon liralık açıklar veriliyor. Amerikalılar yardım yapacaklar ancak liberal bir ekonomi politikasının işletilmesi koşulları var. Türk iş adamları da ekonomik kararlarda söz sahibi olmayı ve ekonominin liberalleşmesini istiyorlar. Sosyalizm ve sosyal devlet konularının ve yabancı sermayenin teşvikinin; devletçiliğin zorunlu hallerdeki gerekliliğinin tartışıldığı kongre devletçiliğin aleyhine bir hava içinde kapanıyor.

1950’li yıllarda başlayan karma ekonomi dönemi belirgin şekilde çelişkiler taşıyordu. Sistem, liberal bir görüntü taşıyordu. Alınan ve uygulanan kararlar ekonomiyi liberalleştirmeye yönelikti. Ancak ekonominin yarattığı fonlar bu dönemde devlet tarafından kurulan kurumlara yöneltilmişti. Karma ekonomi modeli 1980 yılına kadar devam etti.

1980 sonrasında ise hükümetler ekonomiyi liberalleştirme konusunda radikal ve etkin adımlar atmaya başladılar. Bu adımlar bir “piyasa ekonomisi” girişimiydi ancak bu girişimin bıraktığı boşluklar vardı. Liberalleşme döneminin eksiklerini 2000 yılından sonra başlayan politikalar tamamladı. Devletçilik ve karma ekonomi süreçlerinden kalan devlet kuruluşları büyük ölçüde tasfiye edildi ve bir “piyasa toplumu” oluşturma sürecine girildi.

“Yeni çağdaş kurumlar, fabrikalar kurduk, planlar, programlar yaptık. Kimseye de boyun eğmedik, yalvarmadık”**

**Şakir Kesebir, İktisat Vekili, 1938

Yanlış iç politika; ekonomik güveni yok eder, tüketici harcamalarını artırır, ekonomik dengeyi bozar. Üretim, ithalat, ihracat ve yatırımlar azalır. Bütçe açıklarını kapatmak için dış borçlanmalara gidilir ve cari açık artar. Paranın değeri düşer ve açıkları kapatmak için birikmiş servetler, değerli tesisler veya topraklar satılmak zorunda kalınır. Gelir düşer, işsizlik artar. Ekonomideki yanlış politikalar, en sağlam uluslararası ilişki olan ticareti de olumsuz etkiler. Dünya genelinde ülkenin itibarı azalır ve ekonomik huzursuzluk başlar.

Türkiye 1920’li yıllarda olduğu gibi, içinde bulunduğu zorlu süreçleri aşmak gücündedir. 2020 yılı Ağustos ayında Hazine ve Maliye Eski Bakanı Berat Albayrak’ın yaptığı “tam bağımsız ekonomi” açıklamaları serbest piyasa ekonomisini hedef alıyor. Bağımsız ekonomiye giden yolun üretimden ve milli bir ekonomi yaratmaktan geçtiği 100 yıl sonra yeniden vurgulanıyor.

Türkiye bugün yerli ve milli teknolojilerini üretiyor, yeraltı kaynaklarından yerli enerji kaynakları üretme girişimlerinde bulunuyor. Yerli arabamız TOGG’un 2022’de satışa sunulacağı duyuruluyor. Bu otomobil projesi ise 1961 yılının Devrim arabasını çağrıştırıyor bizlere. Döneminde üretimi yapılamamış yerli otomobilimiz seneler sonra yeniden gündeme geliyor. Üstelik bu defa şarj altyapısına kadar kendi imalatımız bir araç sunuyoruz piyasaya. Patenti, markası ve lisansı tamamen bize ait bu araç projesinin ise otomotiv sektöründeki mevcut 32 milyar dolarlık ihracat kapasitesini daha da yukarı çekmesi bekleniyor.

Savunma sanayii alanında yerli üretimimiz olan teknolojiler ile güvenliğimizi de kendi elimizle sağlıyoruz. Yakın zamanda ses getiren Akıncı TİHA’larının yanı sıra 46 yerli savunma sanayii projesinin de arge çalışmalarını yürütmeye devam ediyoruz. Helikopterlerimizden insansız hava araçlarımıza, akıllı mühimmatlardan füzelere, piyade tüfeğinden zırhlı araçlarımıza ve elektronik harp sistemlerimize kadar büyük oranda yerli ve milli, Türk mühendislerinin tasarladığı, geliştirdiği ve ürettiği ürünleri kullanıyoruz.

Bir dönemin üretim kalelerinden olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikasını tekrar açıyoruz. Yediğimiz yemekten giydiğimiz kıyafete, bindiğimiz arabadan sınırlarımızı koruyacak savunma araçlarına kendi üretim ağımızı kuruyoruz. Üzerinde bulunduğumuz coğrafya büyük zenginliklere ev sahipliği yapıyor, bu zenginliği doğru şekilde işlemek bizim ellerimizde. Tıpkı kömürden elmas yapar gibi titizlikle örüyoruz yerli ve milli ekonomik geleceğimizi.

Güncel gelişmeler esasında çok önemli çünkü bunlar Türkiye’ye büyük ölçüde nefes aldırıyor. Ancak uzun dönem için ne yazık ki mevcut girişimler yeterli değil. Milli üretim ağırlığının savunma sanayii alanında yoğunlaştığını görüyoruz ancak günlük hayatın devamında da bu rahatlamanın sağlanması ve halkın da nefes alabilmesi için bir üretim devrimi yapılması zorunlu durumda.

TÜİK Eylül 2020 verilerine baktığımız zaman işsizlik oranının %13,4 olduğunu görüyoruz, bu yüzdelik dilim 14,2 milyon kişiye denk geliyor. TMO Eylül 2020 Fenolojik Değerlendirme Raporu’na göre ise mahsul ekimi için hiçbir hazırlığın yapılmamış olduğu topraklar %20’lik bir oran oluşturuyor. Yurt içindeki yüksek tüketim oranları ve buna bağlı olarak artan ithal ürün ve ithalat giderlerini azaltmanın yolu boştaki toprakların işlenmesinden ve ülkedeki işgücünün de burada istihdama yöneltilmesinden geçiyor. Bu toprakların işlenmesi yerli ve milli üretimin hayatın zorunlu çarklarını çevirecek gücün ilk adımlarını da oluşturuyor.

Kökten bir değişim içine girmek, ilerleyen süreçteki dış borçlanmaların, ekonominin dışa bağlılığının ve iş göçlerinin önüne bir set kurmak için mecburi. Bu köklü değişimi ise ancak üretim devrimi ile gerçekleştirebiliriz. Milli ve yerli üretimin temel taşlarından biri olan üretim devrimi aynı zamanda eşiğinde durduğumuz ekonomik devrimin de bir tamamlayıcı rolünü oynuyor.

Ülkemiz bugün ekonomik devrimini yeniden yapmaya hazırlanıyor. Vatanın bağımsızlığının, iktisadi bağımsızlık ile taçlandırılması gerekiyor. Çünkü devlet organları ancak güçlü bir maliye ile yaşar.

Hasret AYKUT

TGB Ankara İl Yöneticisi

TGB Gazi Üniversitesi Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Birim Başkanı

tgb.gen.tr