Peyami Safa’nın Canan romanını ilk kez ortaokul sıralarında okumuştum. Yazarın diğer romanları gibi bunda da karakterler keskin hatlara sahiptir.
Olayların merkezinde bulunan Canan, Şakir Bey’in konağında diğer çocuklardan ayırt edilmeden büyütülmüş bir evlatlıktır. Bir subay ile evlenip Edirne’ye gider, anlaşamayınca ayrılıp baba evine geri döner. Şakir Bey’in şirketinde çalışan Lâmis adlı bir adam ile yakınlaşır.
Lâmis, Canan ile beraber olmak için karısı Bedia’dan boşanır. Aslında sadece Bedia’dan değil, onunla beraber ailecek yaşadıkları Vaniköy’deki yalıdan, tüm o “bunaltıcı”, durgun ve köhnemiş hayattan kurtulmak istemektedir.
CANAN’IN İHANETİ
Evlenip Kalamış’a yerleşirler. Çok daha renkli ve hareketli bir hayatları vardır.
Ancak Kalamış’taki ev Vaniköy’deki yalının yanında sönük kalmakta, Lâmis’in aylık maaşı da Canan’ın isteklerini karşılamaya yetmemektedir. Bu konuyu sorun haline getiren Canan, başka erkeklerle ilişki kurar. Lâmis, önceleri kulağına gelen dedikodulara itibar etmez. Ancak, bir süre sonra Canan’ın aralarında kendi arkadaşları da bulunan pek çok erkekle kendisini aldattığını öğrenir. Lâmis’in başına gelen bu işten kurtuluşu, Canan’ın bizzat kendi annesi tarafından öldürülmesi ile gerçekleşir.
Daha önce Canan, yaşlı kadını reddetmiş, Lâmis ise ona acıdığı için eve almış, gitmesine izin vermemiştir. Bir felakete dönüşen öykünün sonunda Lâmis, Kalamış’taki Batı tarzı bol eğlenceli hayatı bırakarak Vaniköy’deki eski yuvasına sığınır. Romanı ilk okuduğumda Canan’dan tiksindiğimi anımsıyorum. Bütün kötülüklerin sebebi işte bu esirlikten gelip yükselme hırsıyla yanıp tutuşan kadındı. İhaneti, “kocasını aldatması” ile görünür hale geliyor, bir de bunu para için yapıyor olması günahını affedilmez bir hale sokuyordu.
GERÇEK HAİN KİM?
Yıllar sonra romanı tekrar okuduğumda, değişik bir şey oldu, Canan’a duyduğum nefret ve tiksinti hafiflemiş hatta yer yer onu anladığımı hissetmiştim.
Hayır, Canan hala gözümde kötü bir karakterdi, ama sadece kötü idi, ondan nefret etmem ya da tiksinmem için bir gerekçe bulamıyordum.
İlk okumada Lâmis’e karşı duyduğum acıma hissi ise bu sefer yerini mide bulantısına bırakıyordu. İşte, hislerimdeki bu dönüşümün sebebi, artık ihanet ile düşmanlık arasındaki farkı anlayabilmem ile ilgilidir.
Düşman, mide bulandırıcı bir şey değildir, sadece düşmandır, özü itibarı ile size kötülük yapma potansiyeli taşır, siz de onu bilir, ona göre hareket edersiniz. Hain ise sizden biridir ama düşman için çalışır. Özü başkalaşmış, aklı, fikri, gücü, herhangi bir zaafı yüzünden düşmanın hizmetine girmiştir. Tersini de düşünebiliriz: Düşman, herhangi bir zaafını kullanarak onu satın almıştır.
Mide bulandırıcıdır çünkü, varlığı, sizin güveninizin suistimaline dayanmaktadır. Romanda, Lâmis’in tarafından baktığımızda Canan bir haindir, onun güvenini kötüye kullanmış, onu aldatmıştır. Ancak olaylara Lâmis ‘in değil de “memleketin penceresinden” baktığınızda, Canan, alelade bir düşmandır; Lâmis ise bir haine dönüşür.
Çünkü, Vaniköy’de kendi halinde sürüp giden hayat, aslında memleketi, hatta belki de tüm Doğuyu temsil etmekte, Kalamış’ın şatafatı ise kimliksiz bir Batı hayranlığına denk düşmektedir. Şu halde, ihanetin büyüğünü Canan değil Lâmis yapmaktadır.
Canan, şayet bir hainse, bütün ihaneti kocasına yaptığından ibarettir. Ancak Lâmis’in, zaafı sebebiyle kendi kültürüne ihaneti çok daha büyük bir günaha denk düşmektedir.
Canan, sadece bu ihanetin zemini hazırlayan ve onu kullanan bir yabancıdır. Hayli zor olsa da hain ile düşmanı birbirine karıştırmamak gerekir. Hainlik kavramı üzerinde başka zihin jimnastikleri de yapacağız.
Şimdilik küçük bir ev ödevi vereyim: Şu sıralar CHP’nin vitrininde yer alan bir başka Canan hakkında düşünün, sizce Canan Hanım, milletimiz açısından bir hain midir yoksa sadece düşman mıdır?
DİPNOT:Yerli sosyal medya platformumuz YAZBEE.COM açılmış. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. Ben kendi hesabımı açtım, sizi de davet ediyorum.
Gaffar Yakınca
Aydınlık