“ABD kötücül bir güç haline geldi..!”

Bunu ben söylemiyorum.

Dünyaca ünlü film yönetmeni ve yazar Oliver Stone söylüyor.

Şimdilerde Russia Today kanalında program yapan eski Ekvador Cumhurbaşkanı Rafael Correa’ya konuk olan Stone, ABD’nin son durumunu bu sözlerle özetledi.

Oliver Stone, “Hillary Clinton ve çevresindekiler, Joe Biden filan en az Dick Cheney ve Trump kadar savaş yanlısı ve anti demokrattır. Amerika’da demokratlar da cumhuriyetçiler de sağcıdır” dedi.

Evet, batı cephesinde gelinen nokta budur.

2020 felaketlerle başladı ama, ABD gibi felaketlerle beslenen emperyalist bir güç için karlı bir başlangıç oldu bu.

İnsanlık kazanırsa müesses nizamın Amerikası kaybeder. Veya tam aksi olur.

Şu an tersi oluyor.

Wuhan ve İdlib’de yaşanan tam da budur.

Birinde biyolojik savaş, diğerinde şantaj yüklü vekalet savaşı.

Çin’i ekonomik olarak çökertmekte olan Wuhan ve Novelcorona virüsü yeterince yazdım anlattım.

İdlib’e dönecek olursak…

Oliver Stone olsaydım, İdlib filmini 2011’den başlatırdım.

Ama o kadar uzun metrajlık yerim yok.

ABD ZİYARETİ SONRASI DURUM DEĞİŞTİ

Benim film Erdoğan’ın son ABD ziyaretiyle başlıyor.

Tarih 12 Kasım 2019.

ABD yönetimi Erdoğan’a çok kızgındır.

Astana Süreci, Soçi mekanizması, S400 vs. morallerini ve planlarını doğrudan bozacak işlerdir.

Türlü tehditler yağar.

Senatörler Trump’a mektuplar gönderir.

Sakın gelmesin o buraya filan diye.

Ama asıl gündem, Türkiye’ye yaptırımlar, Cumhurbaşkanı ve ailesine mal varlığı soruşturmasında yatar.

ABD için düşmanı olan ülkeyi veya kişiyi bel altından vurmak çocuk oyuncağıdır.

Açığı varsa yakalar, açığı yoksa yaratır.

Halkbank olayı mesela buna en güzel örnek.

Türkiye, ABD’nin İran yaptırımlarına katılmaz ama yine de İran ile ticari ilişkilerden sorumlu tutulur.

Ha, burada yolsuzluk var mıdır? Görünüşe göre evet.

Her neyse işler bu minvaldeyken, Trump – Erdoğan görüşmeleri 13 Kasım’da oldu.

İki lider hem baş başa, hem heyetlerle birlikte uzun toplantılar yaptı.

Beyaz Saray’daki görüşmenin bir bölümüne 5 Amerikalı senatör de dahil olmuştu.

Bunlar, Lindsey Graham, Tim Scott, Joni Ernst, James E. Risch ve Ted Cruz’du.

Amerikan İsrail müesses nizamının, yani tekelci Batı kapitalizminin önde gelen temsilcileriydi bunlar.

Sözün özü, burada ne kadar tehdit ve şantaj yapılabilirse, o kadar yapıldı anlaşılan.

Trump toplantılar sonrası olumlu mesajlar verdi.

Özetle dedi ki; “Erdoğan ve ben samimi ve verimli görüşmeler gerçekleştirdik. Buradaki görüşmeler çok başarılı oldu.”

Halbuki ABD, Suriye ve Irak’taki PKK ve dinci terörü desteklemekten vaz geçmemişti.

Doğu Akdeniz’de de Türkiye karşıtı cephedeydi.

Yani ABD açısından değişen bir şey yoktu.

Ama o ziyarete ilişkin esas açıklama, görüşmelere katılan Senatör James Risch’ten geldi.

“Muhtemelen, yaptırım tasarısını şimdi geçirmemek en iyisi” dedi.

Tıpkı 2007’deki o meşum (Ergenekon kumpası ve PKK açılımı sözlerinin verildiği) Bush ile Beyaz Saray görüşmesinde olduğu gibi bazı sözler alınıp verilmişti.

Bu kez Rusya ile işbirliğinin bozulması üzerinden yürünüyordu.

KANAL İSTANBUL İLE BAŞLANDI

Çünkü Türkiye ve Rusya’nın bölgedeki ortak tavrı, hele de buna İran, Irak ve Suriye de katıldığında, ABD’nin Batı Asya’dan kovulması ve emperyalist bir güç olmaktan çıkması anlamına geliyordu.

O ziyaret sonrası ilk işaret fişeği, Kanal İstanbul olarak İstanbul semalarında yükseldi.

Tam bir çevre felaketi olan proje, Montrö anlaşmasının delinmesiyle Rusya’yı rahatsız edecek bir gelişmeydi.

Rusya ile işbirliği sürecinde rafa kaldırılmıştı.

ABD dönüşü raftan indiriliverdi.

Senatör Risch haklıydı, “Şimdi geçirmemek en iyisiydi”.

Kanal İstanbul’dan sonra sıra İdlib’deydi.

Sanki İdlib Suriye toprağı değilmiş gibi, Türkiye oradaki El Kaide, IŞİD ve bilumum El Nusracılara sahip çıkmak gibi son derece gereksiz bir angajmana girmişti.

Astana ve Soçi’de verilen sözlere göre oradaki silahlı gruplar kontrol altına alınacaktı.

Tabii ki bu olmadı.

Zaten dikkat edin, inatla Suriye ile doğrudan görüşmemek, adeta ABD’ye verilmiş bir açık çekti hep.

2011’de yanlış yerden iliklenen ilk düğme yüzünden paltomuz hep eğri durdu.

O yanlış iliklenen ilk düğme ise Esad ile düşmanlıktı.

Ancak görünüşte İhvancı, mezhepçi siyaset, ama özünde ABD’ye verilmiş sözlerle o görüşme bir türlü yapılmıyordu.

Komşu bir ülkedeki iç karışıklığa benzin döküldü, emperyalist planlar için o ülkeye silahlı gruplar sokuldu. Daha burada saymak bile istemediğim türlü şeyler yapıldı.

İdlib’de Türkiye’nin en ufak milli bir çıkarı yoktur.

Türkiye’nin çıkarı Suriye’de toprak bütünlüğü ve istikrarın kurulması ve 5 milyon Suriyelinin evlerine dönmesindedir.

Emekli General Nejat Eslen’in dediği gibi, yapılacak tek şey, gözlem noktalarını sınıra yakın kesime çekip, oradan Türkiye’ye teröristlerin girmesinin önlenmesidir.

Suriye ve hamisi Rusya orada ne yaparsa yapsın, bizim önceliğimiz kendi evlatlarımızdır.

Türkiye’nin asıl milli çıkarları Fırat’ın doğusundadır.

Oradaki ABDİsrail yapılanması olan PKK unsurlarının temizlenmesindedir.

Daha yeni İran, Türkiye’ye “Gelin birlikte temizleyelim oraları hem PKK, hem ABD’den” dedi.

Duyan olmadı.

Rusya ve Suriye de zaten orayı temizlemeyi gündemine almış durumda.

İdlib’i hallettikten sonra sıra oraya gelecek.

Ama biz ne yapıyoruz?

İdlib’deki militanlara Amerikan TOW füzeleri veriyoruz.

Yüreğimizi yakan 8 şehidimiz var sonuçta.

İdlib’de köy köy ilerleyen Suriye ordusu da son bir ayda en az 300 asker kaybetti terör gruplarıyla çatışmalarda.

Rus komandolardan da ölenler var. İdlib’deki son saldırı öncesi en az 4 Rus askerin öldüğünü biliyoruz.

Yani İdlib’de Türkiye ve Suriye’yi (Rusya ve İran’ı da sayabiliriz) karşı karşıya getiren durum en çok ABD’yi sevindiriyor.

Burada kaybeden Türkiye, Suriye ve Rusya, kazanan Amerika.

EN DOĞRU TESPİTLERİ ASKERLER YAPIYOR

Bu arada dikkat ediyorum, en doğru tespitleri askerler yapıyor İdlib konusunda.

Çünkü onlar ateşi ve çeliği iyi biliyor.

Canların nasıl gittiğini yaşayarak öğrendiler çünkü.

Mesela, güvenlik uzmanı eski komando üsteğmen Abdullah Ağar, “Ne yalan söyleyeyim. Çok büyük bir tuzak kokusu alıyorum. Türkiye’yi bir mezhep savaşına çekmek gibi. Türkiye’yi radikallerle, terör örgütleriyle iş tutan, onları koruyan bir ülke durumuna sokmak gibi. Acımızı, öfkemizi ve bunun üzerinden gücümüzü yönetmelerine izin veremeyiz. Soğukkanlılıkla akıl ve sonuç üretmeliyiz” diyor.

E. Tuğgeneral Nejat Eslen de, “Türkiye, rasyonel ulusal çıkarları, mevcut uluslararası ortamı, riskleri dikkate alarak, İdlib’de neyi amaçladığını, neyi amaçlamadığını yeniden tanımlamalı ve barışçı, diyaloğa dayanan çözümlere öncelik vermelidir.” diye özetliyor.

E. Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu da, “Türkiye, ABD’yi karıştırmadan Adana Mutabakatı’nı aktifleştirmeli, İdlib sorununu Rusya ve Suriye’yle çözmelidir. Küçük Afganistan ABD’nin sorunu değil” tavsiyesinde bulunuyor.

Tam da bu dönemde, Rusya aleyhtarı demeçler veren Cumhurbaşkanı, Moskova’nın en hazetmediği ülkeye, stratejik işbirliği, para yardımı ilan ediyor.

2. Dünya savaşındaki Banderacı Ukraynalı Nazilerin sloganıyla tören kıtasını selamlıyor.

Amerika mest, Putin ifrit oluyor.

James Jeffrey, “Putin’e güvenemeyeceğinizi söylemiştik” diye ellerini ovuşturuyor.

Astana Süreci’nden çıkıp, Soçi’yi yıkıp, yeniden Coni rotasına girer gibiyiz.

Ha bu arada tabii dinci takım da sevinç çığlıkları atıp, “Avrasyacılara ölüm, NATO gelsin yardıma” diye çığırıyor.

Aynı ekip, Kasım Süleymani’nin katline de alkış tutup, “Yaşa varol Amarigaaa” diye çıldırmıştı.

Söylemekten vaz geçmeyeceğim: Gerici ile bölücü her daim emperyalizmin hizmetindedir.

Ancak…

2020 Ocak ayında bir golle öne geçen, ama takım ve teknik yönetimi dökülen ABD’ye de fazla güvenilmesin.

Bunu yine ben değil Oliver Stone söylüyor.

Correa ile röportajın en sonunda ünlü yönetmen, Sovyetler Birliği’ne olan ABD’nin de başına gelecek kehanetinde bulunuyor:

“Bir şeyler olacak, çünkü şansımızı çok zorladık, tarihin akışını tamamen bozduk. Maalesef bu böyle. Ben ülkemi geri istiyorum, biz kötü bir güce dönüştük. İnsanlığa karşı olan kötücül bir güç bu. Reform isteyen, bazı şeyleri değiştirmek isteyen insanlara düşman bir güç…”