Bir önceki yazımda “Büyük Lizbon Depremi” ve sonrasında yaşanılanları yazmıştım. Bilim ve akıl yolunda yürümeye çalışanları ‘kafir’ olarak niteleyip, yok etmeye yeltenen din bezirganı Katolik kilisesinden söz etmiştim. Perişan olan halka “Tanrı bizi cezalandırdı, daha çok ibadet edip, kiliseye daha çok bağış yapmalısınız” diye telkinlerde bulunup yerli yersiz, zamanlı zamansız kendi dini inançlarının ritüeli olan ”ÇAN” çaldıklarını, gecenin bir vaktinde birdenbire başlayan çan sesler ile halkın daha çok ölüm korkusu içine düştüğünü yazmıştım.

Günümüz dünyasına baktığımızda, aradan 250 küsur yıl geçmiş olmasına rağmen fazla bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Salgın felaketi bu konuyla ile mücadeleye hayatını adamış bilim adamları sayesinde elbette birgün sona erecek. Dünya tarihine “felaket günleri” diye yazılacak bu günler. İşte böyle dönemlerde”yöneticilerin” ne yaptıklarının ve millete ne dediklerinin çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Siyaset dünyasında, İKTİDAR VEYA MUHALEFET mensuplarını söylem ve davranışları, milletin ruh sağlığını yakından ilgilendirir. Ahkam kesen, aşağılayan, suçlayan, kendi gibi düşünmeyenlere sürekli saldıran, söyledikleri birbirini tutmayan İKTİDAR veya MUHALEFET mensupları, ülke insanın gerilemesine, kutuplaşmasına, korku içinde olmasına neden olurlar.

Bir düşünürün dediği gibi, “duygular bulaşıcıdır”. Bütün bunların yanında bir de liyakatsiz kadrolar mevcut ise, iş iyice karışır. Yani, işe göre adam değil adama göre iş. Tersinden okuyanlar da var. Asıl mesele, görevlendirme yaparken o işi bilen, eğitimli adam bulmak. Burada yine Osman Aydoğan arkadaşımın bir yazısından özet bilgiler verip yorumlayacağım. Kahtı Rical, iyi eğitilmiş, muteber adam yokluğu anlamına geliyor. Kökeni Arapça, 18’nci yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet adamlarının ve padişahların sıkça şikayetçi oldukları eğitilmiş, muteber adam kıtlığını ifade ediyor. 2’nci Abdülhamit’ten önceki bazı padişahların da bu husustan sıkıntı duyduğu biliniyor. Abdülhamit’in de ”ah kahtı rical ah” diyee feryat ettiği anı kitaplarında yazılı. Bu hususta bize verdiği bilgiler için Osman Aydoğan’a teşekkür ederim. Şimdi, olaya bir başka açıdan bakalım, acaba hem o dönemde, hem de bugün”İyi eğitim almış, saygın ve kaliteli insan kıtlığı” gerçekten var mı? Ben bunun tam tersini söylüyorum: ”Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de bu topraklarda yetişmiş binlerce” iyi eğitimli, saygın, düzgün karakterli insanımız var. Yani kahtı rical diye bir şey yok.

Tespiti net yapalım esas mesele bu insanların yönetimde, siyasette, bürokraside olmalarının sağlanacağı bir düzen yokluğudur.

1938’den sonra giderek daha da ağırlaşan bir torpil ve yandaş kayırma sisteminin içinde boğuluyoruz. Yaşadığımız her olumsuzluğun asıl nedeni budur. Bunu not ediyoruz. Bu yıl, yani 2020 aniden bastıran, ezberleri bozan virüsün adıdır. Ama 2020’nin asıl anlamı dünyada emperyalizme, haksızlığa, alçaklığa karşı Türk yurdu Anadolu’da gerçekleşen mücadele başlangıcının da 100’ncü yılı olmasıdır.

Salgınlar, felaketler gelir geçer ama bu tarih, bu anlayış, bu mücadele asla gelip geçmez, unutulmaz, genlere kazınmıştır. Hepimiz 23 Nisan 1920 tarihinin öncesini ve sonrasını internetten, elimizde bulunan kitaplardan tekrar tekrar okuyabiliriz. Bilgilerimizin tekrarında her zaman fayda vardır. Okumamış olanlara, bilmeyenlere veya çeşitli nedenlerle bu güne kadar Milli Mücadele ve onun lideri Mustafa Kemal’e olumsuz gözle bakmaya zorlanmış(!) olanlara tavsiyem, Türk Milli Mücadelesini ve liderini okuyup öğrenmeleridir. O dönemde neler yaşandı, nasıl oldu konusuna ben girmeyeceğim. Herkes araştırıp okuyabilir. Sadece bir iki eser önereceğim. (Mondros Mütarekesi sonrasında İstanbul’a çağrılan Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a hareketinden önceki müthiş çaba ve hazırlığını Alev Coşkun’un ”6 ay” adlı kitabı, ilk meclisin açılışını ve istiklal savaşının nasıl icra edildiğini ve son Türk Devletini nasıl kurulduğunu Şerafettin Turan’ın ”Türk Devrim Tarihi” adlı iki ciltlik eseri, Atatürk’ün BÜYÜK NUTKU)

Yüzüncü şeref yılını idrak ettiğimiz Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruşu öncesi ve sonrasındaki en dikkat çekici husus yenilmiş, harap olmuş, yokluk içindeki bir milletin başına geçen Mustafa Kemal’in ısrarla ”MEŞRUİYET” prensibini uygulamasıdır. Sözlüklere baktığımızda meşruiyet kelimesinin karşılığında “yasallık, kanunilik, töreye uygunluk” gibi anlamların yazıldığını görüyoruz. Ama meşruiyetin tam karşılığı bunlar değil bana göre.

Yasaları yapanlar da insanlar değil mi, tarihte birçok yasanın vicdana, ahlaka uygun olmadığı, defalarca karşımıza çıkmıştır. Örneğin Nazi Almanya’sının da yasaları vardı, 1945’den sonra bunların tamamı yasa dışı oldu, aynı şey Komünist Sovyetler örneğinde de vardır. Meşruluk aslında “vicdanlarda kabul edilebilir” olmaktır. Meşruiyet “adalet ve ahlak” demektir.

Mustafa Kemal, milli mücadele için, imzalanmış anlaşmalara, İstanbul saltanatı ve onun hükümetine ve işgalci sırtlanlara isyan ederken bile, milletin vicdanında hep ”haklı” olabilmenin arayışı içinde olmuştur. Her şeyi millet adına ve onun onayı ile yapmıştır. Başarının en büyük nedenlerinden biri, belki de en önemlisi de budur. Bu nedenle o ve arkadaşları tam yüz yıl önce, neredeyse sıfır imkanlarla TBMM’yi kurmuşlardır. O sıkıntılı şartlarda yine milletin onayını almış insanları (kimliği, dini ve mezhebi ne olursa bütün vatanseverler) oraya toplayabilmiş ve her şeyi onların onayına yani milletin onayına sunmuştur.

Aslında, zulme isyanın lideri olan bir adamın bunlara ihtiyacı mı vardı? “Düşman ile savaşacağız, gerisini sonra düşünürüz” diyebilird. Hatta en yakın arkadaşlarının bile “İstanbul’da mevcut bir hükümet var, Ankara’da böyle bir meclis kurmayalım” şeklinde itirazlarına muhatap olmuştu. Bunlara rağmen herkesi ikna etti, telgraf ile görüşlerini aldı, onların da meclisin şekli konusundaki tavsiyelerini uyguladı ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olan Gazi Meclis’i kurdu. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” dedi. İşte büyük adamlık, gerçek liderlik bu zamanlarda belli oluyor.

Yüz sene sonrasını bile öngörebilen bir liderin Türk Milletine nasip olması büyük bir hazinedir. Sonraki süreçte yapılacak her şeyi Büyük Millet Meclisi’nin huzuruna getirdi, tartışıldı, görüşüldü ve millet adına ”onay” alındıktan sonra icraatına girişildi. Mustafa Kemal bile zaman zaman büyük sıkıntılara maruz kaldı, örneğin Sakarya Savaşının hemen öncesinde, baş komutanlık yasası süresinin uzatılması konusunda çok gerginlikler yaşandı. Mecliste değişik fikirlerin gruplaşmaları oldu. Ama olmalıydı, tek başına karar verip emredebilirdi, yapmadı, her konu mecliste tartışılmalı, konuşulmalı ve onaylanırsa icra edilmeli idi. Önce Meclis, sonra ordu. O böyle düşünüyordu. Bugüne geldiğimizde de şunu net görüyoruz ki; ulus devletlerin başarısı etkin ve yetkin bir meclis kurumuna bağlıdır. Bu sistem tam oturtulursa, o milletin sesi olur, gücü olur. Kimse denetimin dışında kalamaz. Herkes, her makam sahibi, yaptıklarının mutlaka hesabını verir. Türk vatanı ve milleti bunu başaracak kadroları çıkaracak zenginliktedir. Sağda solda, havada ve yerde Atatürk yeniden gelir mi diye aramayacağız, çünkü kadını ile erkeği ile hepimiz birer Mustafa Kemal’iz. O ve arkadaşları bu millet ile beraber başardı ise, onların torunları olarak biz de başaracağız. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Gazi Meclis’i kuran işgal, zulüm ve cehalete karşı savaş veren bütün kahramanlarımızı rahmet ve minnet ile anıyorum 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun.
Vücut ve ruh sağlığımız yerinde olsun.


veryansıntv