Gündemde yer edinen "eşcinsellik" tartışmaları üzerine Adnan Menderes Üniv. Öğr. Üyesi Dr. Atakan Hatipoğlu'nın değerli makalesini ilginize sunuyoruz.
Bu makale, 2015 yılında yayınlanan Teori Dergisi'nin 311. sayısınından alınmıştır.
Amerikan yüksek mahkemesi (supreme court) 26 Haziran 2015’te 4’e karşı 5 oyla eşcinsel evlilikleri ülke çapında yasallaştırdı. Kararın gerekçesi, devletlerin eşcinselleri evlenmekten alıkoyma yetkilerinin olamayacağı görüşüne dayandırıldı.1 Bu olay dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eşcinsel kimlik siyasetinin son kazanımlarından biri olarak değerlendiriliyor. Bilindiği gibi Türkiye’de eşcinsel örgütlenmelerinin öncülüğünde 2001 yılından bu yana her yıl “onur yürüyüşleri” ve etkinlikleri (gay pride) gerçekleştiriliyor. Cinsel kimliklere yönelik dışlama ve baskıların kınandığı bu etkinliklere destek amacıyla katılanlar arasında eşcinsel olmayan kimseler de bulunuyor.
Kimlik siyasetlerine destek veren insanlar arasında iki farklı siyasal yaklaşımın birbirine karıştırıldığı söylenebilir. Çoğu kimse, mağduriyetlerin telafi edilmesi ile ulaşılmak istenen siyasal program arasındaki farka dikkat etmeksizin tavır belirlemenin kolaycılığına kapılmaktadır. Oysa haksızlığa uğrayan bir kimse ya da grubun haklarını savunmak ile o grubun sosyopolitik projesinin bir parçası olmak farklı olgulardır. Destekçi çevrelerde, eşcinsellerin özgürlükleri konusunda sol partilerin daha hassas olması beklentileri ve onur yürüyüşleri türünden eylemlere karşı kayıtsız kalınmaması gerektiği düşünceleri dillendiriliyor. Eşcinsellerin bir cinsel azınlık olduğu, ötekileştirilen, dışlanan ve aşağılanan bir kimlik grubu oldukları ve dolayısıyla solun bu kesimlerin sözcüsü olması, onlarla birlikte hak arama mücadelesi vermesi gerektiği söyleniyor. Burada gözden kaçırılan nokta, yukarıda da vurgulandığı üzere, mağduriyet yaşayan cinsel yönelim sahiplerinin hak arama talebi ile toplumun yeni bir cinsellik temelinde örgütlenmesi talebinin aynı anlama gelmediğidir. LGBTTİ çevrelerde dile getirilen başlıca siyasal talep eşcinselliğe ilerici, sol ve muhalif bir rol atfedilmesi söz konusu talep ile yakından ilişkilidir.
Eşcinselliğin sorunsallaşması
Eşcinsellik ile ilgili tartışmalarda ilk ayırdedilmesi gereken konu, “kendinde” eşcinsel eylemin olgusal gerçekliği ile modernitenin bir ürünü olan “kendisi için” eşcinselliğin temsil talebi arasındaki farktır. Kendinde eşcinsellikten kastedilen, cinsel yönelimin bireyin kendisini topluma takdim etmesinin başlıca biçimine dönüşmemiş olmasıdır. Tarih boyunca pek çok toplumda eşcinsellik olgusu gözlenmiştir. Antik Yunan ve Roma’da bir erkeğin hemcinsine yönelik “aktif” cinsel eylemi, erkeklik bağlamı içinde olağan olarak algılanırken, yetişkin erkeğin “pasif” yönelimi sapma olarak görülüp dışlanırdı. Çoğu toplumda kadınlar arası eşcinsellik ise ataerkilliğin kültü rel kodları içinde önemsenmez, görmezden gelinir ve nadiren cezalandırılırdı. Doğuştan çift cinsiyetli (hermafrodit, interseks) olanlar karşısında şaşkınlık ve kararsızlıktan doğan bir suskunluk vardı. Eşcinsellik, yaygınlık kazanmasının Tanrı’nın gazabına uğramakla sonuçlanacağından korkulduğu ortaçağda dini baskının konusu oldu. Ancak bu esnada dahi eşcinsel yönelim bazı kimselerin içine düştüğü bir “günah” olarak algılanıyordu. Eşcinsellik 20. yüzyıla gelinceye kadar, marjinal bir cinsel eylemdi ve toplumda hiç kimsenin kendisini her şeyden önce bir “eşcinsel” olarak tanımlaması sözkonusu değildi. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yükselen yeni toplumsal hareketler bağlamı içinde, bireyin kendisini topluma her şeyden önce cinsel yönelimi ile sunduğu ve eşcinselliğin bir toplumsal kimlik haline getirildiği, kamusal temsil hakkı talep ettiği yeni bir tür olarak “kendisi için” eşcinsellik ortaya çıktı.
Günümüzde eşcinsellik, kültürel nitelikte bir toplumsal sorun olarak gündeme gelmektedir. Kültürel sorunlar, daha çok fırsatların ve statülerin eşitsiz dağılımı ile ilgilidirler. Eşcinsellik sorunu, toplumsal sınıfları çapraz kesmektedir. Cinsel yönelimlerle ilgili kişisel bir mesele olduğundan, her sınıftan kimseleri etkileyebilmektedir. Bir eşcinsel, yüksek gelir ve statü gruplarından birine mensup olsa bile toplumun geniş kültürel ortamına ait olamama hissine kapılabilir. Çünkü TV dizilerinde işlenen eşcinsel karakterden tutun günlük dildeki aşağılayıcı kullanımlara kadar, taşıdığı cinsel kimliğin toplumda “yeri olmadığını”, “kabul görmediğini” hissedebilir. Cinsel kimliğini öğrenen başkalarının ona yaklaşım biçimlerindeki değişme nedeniyle ötekileştirilme duygusu yaşayabilir. Şüphesiz, kültürel sorunların şiddeti, toplumun bütün sınıfları içinde aynı şiddette yaşanmaz. Kültürel ötekileştirmeler, insanların fırsatlara erişiminin önüne engeller çıkartan sorunlardır. Cinsel kimliği nedeniyle işçi sınıfı içinde kültürel dışlamaya maruz kalanların önündeki hayat şansları, üst sınıflardakilere oranla çok daha kısıtlı olacaktır.
Eşcinsellerin modern dünyadaki algılanışları çelişkili bir nitelik taşımaktadır. Bir taraftan gündelik ilişkiler düzleminde saldırı ve hakarete uğrarken diğer taraftan övülüp parlatıldıkları görülmektedir. Günümüzde iki tür eşcinsellik modelinin sistemin övgüsüne mazhar olabildiği görülmektedir. Bunların ilki apolitik gösteri modeli; ikincisi ise işçi sınıfı muhalefetini ikame etmek üzere öne çıkartılan kimlik siyaseti modelidir. Sistem, günümüzde toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara duyarsız kaldığı, kendisini cinsel kimliğinden ve işlevlerinden ibaret bir varlığa indirgeyerek kitlelere sunduğu müddetçe eşcinsellere övgüler yağdırmaktadır. Böyle tipler, sistemin medyası üzerinden cilalanmakta, rol modellerine dönüştürülmektedir.
Bu duruma Türkiye’den Zeki Müren örneği verilebilir. Müren, Türkiye’nin adım adım “küçük Amerika” haline getirildiği dönemlerde, toplumsal sorumlulukları olan ve bunun sonucu olarak da bir ciddiyeti ve ağırlığı olan kişilikli sanatçıdan, kolay kazanan rantiyerlerin vur patlasın çal oynasın kültürüne geçişi temsil etmişti. Hiçbir zaman toplumsal bir sorumluluğu olmadı. Halkın içine karışmadı. Gazeteci Ahmet Kahraman’ın İşte Biz adlı kitabında kendisiyle yapılan söyleşide “her gün bir kadınla yatağa girdiğim de oldu… 104 kadınla ilişkim oldu” diyordu. Pompaladığı kültür cinselliği tüketmekten ibaret idi. Meşhur olduktan sonra kendi kadrosunu kurdu. Sahnelere getirdiği “yenilik”lerden biri altına külot giymeden transparan kıyafet ile şarkı söyleyen Sevim Çağlayan’ı sahneye çıkarmasıydı.2 Buna rağmen Türkiye’nin eşcinsel örgütlenmeleri Zeki Müren’i övgüyle sahiplenmektedir. Onlara göre, Zeki Müren queer kimliğiyle kamuya mal olmuş, Türk toplumunun hegemonik erkeklik göstergelerine alternatifler yaratmış, cinsel normları istikrarsızlaştırmıştır.3 Bu yaklaşım, cinsel kimlik siyaseti savunucularının birinci model ile ikinci model arasında anlamlı bir ayrım yapmadıklarını göstermektedir. Müren’in eşcinsel olması yeterlidir. Eşcinsel olduğu ve cinsel kimliğine kamusal görünürlük kazandırdığı müddetçe kim olduğu ve neye hizmet ettiği önemli olmaktan çıkar. Salt taşıdığı insani kimliği, “sonraki mesele” olarak algılayıp ötelemeye hazır olan cinsel kimlik siyaseti, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara cinsel kimliğin süzgecinden bakar. Bu bakış açısında Müren’in Cumhuriyet’in toplumcu kültürünü ve estetiğini küçük Amerika stratejisi doğrultusunda iğdiş etme sürecinin baş aktörlerinden birisi olarak palazlandırılması olgusu önemsiz bir ayrıntıya dönüşür.
Bu yazının konusunu ikinci modelin sistem tarafından övülmesinin siyasal anlamı oluşturmaktadır. Özellikle 1990’lardan sonra Amerikan sinemasında eşcinsellerin olumlama ile gösterildiği filmlerin sayısında bir artış gözlenmektedir. Arslan’a göre, bunun başlıca nedeni emperyalist sistemin, ideolojilerin öldüğü propagandasını tamamlayacak biçimde kültürel düzlemde eşcinsellere uyuşturucu bağımlıları ve fahişeler ile birlikte “ezilenler” payesi vermeye başlamasıdır.4 Cinsel kimlik siyasetinin savunucuları, eşcinsellik mücadelesinin, insanlık durumu ile ilgili hassasiyetleri de dikkate aldığını iddia etmektedirler. Onlara göre, cinsel kimliklerin özgürleşmesi mücadelesi gerçekte toplumsal özgürleşme mücadelesinin temelidir! Bu mantıkla, cinsel kimlik siyaseti, siyasi yelpazenin solunda yer alan bir iddia olmakla kalmaz, işçi sınıfının devrimci potansiyelini kaybettiği günümüz koşullarında solun özgürlük ütopyasını temsil eder.
Eşcinsellik ve sistem karşıtlığı
1960’lı yıllarda Batılı ülkelerde nükleer karşıtı hareket, ekoloji hareketi, ikinci dalga feminizm, anarşist karşı kültür hareketleri, hayvan hakları savunucuları, ırkçılığa karşı mücadele ve cinsel özgürlük hareketleri ortaya çıktı. Yeni toplumsal hareketler olarak nitelendirilen bu akımların, toplumsal planda işçi sınıfı nı temsil eden geleneksel solu ‘aştığı’ iddia ediliyordu. Çünkü yeni toplumsal hareketlere katılanlar işçi sınıfı dışında yeni orta sınıfların da mensuplarını kapsıyor hatta üst sınıflardan da taraftar bulabiliyordu. Bu hareketler kendi sosyopolitik mücadele mecralarını yaratmışlardı. Sınıf siyaseti izleyen sol partilerin, yeni toplumsal hareketleri temsil etme yeteneği olmadığı savunuluyordu.
Bu dönemde eşcinsellik henüz cinsel yönelimlerinden dolayı ayrımcılığa uğramayı reddeden bir yurttaş hakları söylemi içinde gündeme getirilmekteydi. Eşcinseller, yönelimlerinin “hastalık” olarak görülmesine karşı çıkıyor ve tedavi adı altında çeşitli travmatik etkilere maruz bırakılmalarına karşı çıkıyorlardı. 1973’de eşcinsellik, Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından mental (zihinsel) bozukluk kapsamı dışına çıkarıldı. Bundan sonra eşcinsellerin mücadelesi daha da siyasallaşarak yeni bir aşamaya geçti.
Yurttaşlık hakları çerçevesinde yürütülen mücadele 1970’li yıllarda bir taraftan radikal feminizmin ideolojik etkisi, diğer taraftan Michel Foucault’un iktidar ve beden analizi üzerinden mecra değiştirdi. Bu süreçte eşcinselliğin artık hastalık bir tarafa “sapma” olarak bile görülemeyeceği, aksine heteroseksüelliğin iktidar ilişkileri bağlamında insanlara ‘dayatılmış’ olduğu söylenmeye başlandı. Bir başka deyişle aslında cinsel açıdan ‘normal’ yoktu. Kadınlık ve erkeklik rolleri dayatmaydı. Bu rollere karşı çıkmak toplumun temellerindeki cinsel iktidar ve tahakküm ilişkilerine karşı çıkmak demekti. 1960’larda Yeni Sol hareketinin teorisyenlerinden Herbert Marcuse, Freud’un görüşleri ile Marksizmi sentezlemek suretiyle, kapitalizm ile erkekegemen değerleri birleştiren analizler üretmişti. Buna göre sosyalizm, sadece kapitalizmin değil aynı zamanda erkek egemen kültürün saldırgan ve baskıcı niteliklerinin de aşılması olacaktı. Marcuse, feminizmin kadınerkek eşitliği ile yetinmemesi gerektiğini söylüyordu. Erkek egemen kültür yıkılmalı, mevcut iktidar yapısı kadınlık değerleri üzerinden dönüştürülerek yeni ve eşitlikçi bir toplum kurulmalıydı. Bu görüşleri onaylayan radikal feministler, başlangıçta Yeni Sol hareketin içinde yer aldılar. Fakat bir süre sonra bu hareket içindeki erkeklerin kadınları küçümsediğini ve geleneksel erkek egemen davranışları sürdürdüklerini söyleyerek yollarını ayırdılar.
Radikal feministler kadınlık ve erkekliğin sabit konumlar olmadığını, anatominin kader sayılamayacağını savunuyorlardı. Kadın ve erkek bedenlerine sahip olmak, cinsel ilişkilerde kadın veya erkek olarak davranmakla özdeş değildi. Bedenlerin üzerine giydirilmiş toplumsal cinsiyet rolleri dayatmaydı. Radikaller, erkek egemen cinsel değerlerin etkisinden kurtulabilmek için o dünyanın cinsel dayatmalarından da kurtulmak gerektiği düşüncesiyle lezbiyenliği öne çıkardılar. Lezbiyenlik, erkeklik temelinde inşa edilmiş toplumun kurucu cinsel kodlarına temelden bir saldırıydı. Çünkü kadınların erkekler tarafından baskı altına alınabilmiş olmasının başlıca nedeni, heteroseksüel (karşı cinse ilgi duyan) cinselliğin kurumsallaşmış olmasıydı. Bir başka deyişle heteroseksüellik siyasi bir baskı kurumuydu. Martha Shelley’e göre, erkekegemen bir toplumda lezbiyenlik bir akıl sağlığı işaretiydi.5 Bu durumda lezbiyenlik aslında bir cinsel kimlik değil, yeni toplumun cinsel tahakküm ilişkilerinin temellerine yöneltilmiş devrimci bir siyasi tutum olmaktaydı. Feminist kadınlar, erkek faşizmine karşı mücadele ediyorlardı.
Radikal feministlere göre, toplumsal adalet, barış ve eşitlik gibi siyasal sorunların çözülenmemesinin altında cinsiyet baskısı vardı. Erkekegemen değerler savaş, baskı ve hâkimiyet ilişkileri üretiyordu. Bu nedenle kadın kimliği merkezli yeni bir toplum kurulmadıkça, siyasal sorunlar asla çözülemeyecekti. Kadınlar ve erkekler özünde ‘farklıydılar’ ve temeli kadın değerleri ile kurulmamış hiçbir toplumun insanlığa barış ve adalet getirmesi sözkonusu olamazdı. Radikal feministlere göre savaşların, emperyalizmin ve ulusdevletin kaynağı erkek egemenliği idi. Kadınlar, tüm dünyada erkekler karşısında ezilen bir kast oluşturmaktaydılar. Bu durum gerçek bir insan toplumunun oluşmasını engelliyordu. Bu cinsel çelişme bütün diğer sınıfsal veya ulusal çelişmelerden öncelikli idi. Cinsel gibi görünen aslında siyasaldı. Bu yüzden tecavüz, bir cinsel suç değil terörist bir suç olarak değerlendirilmeliydi. Tecavüz, egemen erkek kastının, kadın kastını siyasi olarak baskı altına alma eylemi idi.
Radikal feminizmin devrimci bir siyasal seçenek olarak eşcinsellik düşüncesi, 1980’li yıllarda Foucault’nun beden ve iktidar (biyoiktidar) teorisini de yedeğine alarak, toplumun yeniden örgütlenmesine ilişkin ideolojik bir meydan okumaya dönüştü. Foucault’ya göre, iktidar ve tahakküm ilişkileri sadece hukuksal düzlemde değil, toplumsal kurumlar ve gündelik hayat düzleminde de anlaşılmalıdır. Düzen, kendisini bedenlerimizin düzenlenmesinde ve cinsiyet ilişkilerinde de ortaya koyar. İktidar her yerdedir. İktidardan yayılan tahakküm ilişkileri toplumsal ilişkilerin her yerine sinmiştir. Bu durumda tahakküme karşı direniş de her yerde olmalıdır. Heteroseksüellik egemen iktidar ilişkilerinin bir dayatması olduğuna göre, eşcinsellik bir direniştir. 1990’larda ortaya çıkan queer teorinin dayandığı düşünsel zemin bu oldu. Eşcinsellik toplumsal yapı ve örgütlenmenin temellerindeki cinsel normlara yönelik “devrimci” bir tutumla özdeşleştirilmekteydi. Cinsellik üzerinden tanımlanan siyasal “ilericilik”, daha önce en azından sapkınlık olarak görülen cinsel yönelimlerin, gerçekte meşru varoluş halleri olarak nitelenmesine imkân sağlıyordu. Solun modern sanayi toplumunda ilerici bir rol atfettiği ‘işçi’lik statüsünün fahişelere de verilmesi sayesinde üretilen “seks işçiliği” sıfatı bu anlayıştan doğdu.
Fahişeliği, kadınların içine düşürüldüğü bir aşağılanma hali, bir cinsel kölelik durumu olarak değil, işçinin yaptığı türden meşru bir çalışma eylemi olarak kavramak, cinsel kimlik siyasetinin verisidir. İşçiler harcadıkları emek gücünün karşılığını alamayabilir ve sömürülebilirler. Ancak bir insan işçi durumuna ‘düşmez’. Oysa fahişelik, bir işçilik olayı değil, bir cinsel kölelik halidir. Fahişelik yapmaya zorlanmış ve toplumsal nedenlerle bu konumdan kurtulmaları son derece güçleştirilen kadınların, bu onur kırıcı durumdan kurtarılmaları gerekir. Fahişeliğe sürüklenmiş kadınların, utanmaları ve saklanmaları gerekmez. Hiçbir kadının fahişeliğe sürüklenemeyeceği koşulları yaratmayı hedefleyen bir siyasal akımın, bu kurumu meşru görme şansı yoktur. Sol fahişelik kurumu ile uzlaşamaz. Fahişeleri değil ama fahişelik kurumunu meşru göremez. Oysa “seks işçiliği” kavramı, sistem dışılığı cinsel kimliklerde arama anlayışının, cinsel köleliği “özgürlükler” kapsamına sokmasının örneklerinden biridir.
1990’larda cinsel kimlik siyaseti, farklı bir söylem geliştirdi. Çokkültürlülük ve kimlik siyasetinin toplumsal bütünleşme karşısında duyarsız olduğunun anlaşılması, daha bütünleştirici ve kapsayıcı siyasetlerin üretilmesini teşvik ediyordu. Eşcinselliğin savunusundan hareketle üretilebilecek kapsayıcı ve bütünleştirici bir söylemin nasıl olabileceği sorusuna verilen cevaplar queer teori başlığı altında toplanmaktadır. Bu söylem, radikal feminizmin mirasını sahiplenir. Dolayısıyla cinsel kimliğin bedenle ilişkili olmadığı, cinsel yönelimlerin biyolojik yapıya ve cinsel uzuvlardan hareketle tanımlanmış kadınlık ve erkeklik rollerine indirgenemeyeceğini savunur.
Queer teorinin kurucularından Judith Butler’a göre; kimlik siyasetinin daraltıcı kapsamından kurtulabilmenin yolu, cinsel kimliklerin heteroseksüel iktidar ilişkileri tarafından belirlenmiş sınırlarının ihlal edilmesi, istikrarsızlaştırılması, böylece cinsel kimliklerin anlamsızlaştırılmasıdır. Zeki Müren’in erkek kimliği için yaptığı türden cinsel kimliklerin sınırları ihlal edilirse kimlik siyaseti yapılmamış olacaktır çünkü kimliksizlik hali oluşacaktır. Biyolojik açıdan kadın ve erkek bedenleriyle doğduğumuz için değil, sosyalleşme sürecinde kadın veya erkek olmayı öğrendiğimiz için böyleyizdir.6 Toplumsal cinsiyet rolleri kültüreldir ve kültür üretim tarzlarına bağlıdır. Kadınların ve erkeklerin oynadıkları cinsel roller, beden stratejileri vb sınıflı toplumların ihtiyaçlarına uygun olarak imal edilmiştir. O halde cinsel roller tarihseldir. Mutlak değildir, yapaydır, değiştirilebilir ve silinebilir yapılardır. Buradan hareketle, aynı mantığa göre, eşcinsellik de bir sapma değil, bir imkândır. İnsanlar heteroseksüel ya da homoseksüel olabilirler, bedenin cinsel işlevleri heteroseksüaliteye indirgenemez. Heteroseksüel kimliklerin norm haline dönüştürülmesi, insanın bedenine ve cinselliğine yabancılaşmasına yol açmıştır. Eşcinselliği de kapsayan queer konumu yabancılaşmanın aşılmasıdır. Foucault’nun, kimliksizliğin kendisini en iyi eşcinsellikte dışa vurduğunu söylemesi, queer teorinin kimlik siyasetine karşı çıkma iddiasının sınırlarına işaret ediyor görünmektedir. Queer yaklaşım, son tahlilde eşcinsel kimliğin meşrulaştırılması amacından daha uzağa gidememiştir.
“Tüketim Kültürü” ve cinselliğin metalaştırılması
Cinsel kimlik siyasetine atfedilen ilerici rolün teorik kaynaklarına ilişkin tartışmada göz ardı edilmemesi gereken bir husus daha bulunmaktadır. Eşcinselliğe feministler ve queer’ler tarafından ne kadar sistem dışı bir anlam yüklenirse yüklensin, Batı’da kapitalistemperyalist sistemin üretimden kopması ile ilgili arka plan bağlantısı dikkate alınmadığı takdirde, kimlik siyasetinin sistem tarafından neden öne çıkarıldığı anlaşılamaz.
İnsan soyunun üretimi olarak cinsellik hayata bağlılık duygusuyla ilintilidir. Bütün büyük savaş, kıtlık ve afet dönemlerinden sonra doğum oranlarında bir patlama (baby boom) yaşanır. Büyük krizlerin ardından hayat yeniden inşa edilmeye başlandığında, geleceğe duyulan güvenin bir dışavurumu olarak, hayatın yeniden üretimi anlamına gelen doğumlar da artar. Bunun tersi de doğrudur. Hayatın üretimini sürdürmenin koşulları ortadan kalktıkça doğumlar azalır. Sistem, insan hayatına yabancılaştıkça, insanlar arası ilişkilerde de yabancılaşma üretir. Tarih boyunca eşcinselliğin, devletlerin ve sistemlerin çöküş dönemlerinde yükselişe geçmesinin başlıca nedenlerinden biri budur. Bu bağlamda 20. yüzyılın son çeyreğinde maddi üretimden koparak rantiyer sermayenin denetimine giren kapitalizmin, insanoğlunun kendisini yeniden üretmesi ile ilişkili tüm süreç ve kurumlardan da kopmaya başladığı söylenebilir.
Azami kar elde etme güdüsü üzerine temellenen kapitalizm, her şeyi metalaştırmaya yönelir. Cinsel kimliğin metalaşması, özünde kapitalizmin işleyiş mantığının bir uzantısıdır. Kadın cinselliğini metalaştırmak yoluyla erkeklerin tüketim iştahları kamçılanmış ve ortaya çıkan aşırı üretime talep yaratılmıştır. Özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkan Fordist tüketim kalıpları içinde, pantolondan otomobile kadar her şey, kadın cinselliği üzerinden pazarlandı. 20. yüzyıl kadınlar açısından çeşitli hakların kazanıldığı bir dönem olsa da özellikle yüzyılın son çeyreğinde metalaştırılmada daha saldırgan bir anlayışın hedefi oldular. Üretimden koparak dönüşen sistem, cinselliğin üretime bağlı metalaştırılmasından üretimden kopuk metalaştırılmasına doğru evrildi. Bir başka deyişle Fordist döneminde kadın cinselliğinden yararlanarak mal ve hizmet pazarlama düzeyinden neoliberal dönemde doğrudan doğruya cinsel özgürlüğün metalaştırılması düzeyine geçildi. Kadınların reklamlarda çeşitli mal ve hizmetlerin tüketilmesini kamçılayan arzu nesneleri olarak sunulması devam ettirildi, fakat buna ek olarak bizatihi kendilerinin tüketim nesnelerine dönüştürülmesi söz konusu oldu. Cinsel haz, sevgi, bağlılık ve aşk ilişkilerinden kopartılarak, tüketicilerin “beğenisine” sunulmaya başlandı.
Tüketim toplumunda bedenin ve cinsel hazzın tüketim nesnesine dönüştürülmesi, cinsel kimlik siyasetini iki açıdan beslemektedir. Birincisi, cinsel indirgemeciliğin önünü açmak şeklindedir. Cinsel kimliğine indirgenmiş insanlar için cinsiyet bir veri olmaktan, kişinin kendisini gerçekleştirebileceği bir alana, beden ise bunun mekânına dönüşmektedir. Böylece ailesinin desteğini aldığı için porno sektöründe “başarılara imza atan” genç kıza; bedeninde geri dönülmez tahribatlar yaratarak onu bir tabloya dönüştürdüğünü söyleyen sanatçıya veya topluma kendisini her şeyden önce bir “eşcinsel” olarak sunan kimseye ulaşılmaktadır. Cinsel kimlik ve bedenin, insani potansiyelin gerçekleştirilme alanı ve imkânı olarak sunulmasının gerçekte insanları cinsel yönelimlerine ve bedenlerine indirgemek olduğu gözden kaçırılmaktadır.
Topluma cinsel indirgemeciliğin dayatılması, özel olarak neoliberalizmin sisteme karşı muhalefeti denetim altına alma ihtiyacı ile örtüşmektedir. Sosyal refah devletinin tasfiyesi, siyaseti piyasa ekonomisinin ihtiyaçları karşısında etkisiz elemana dönüştürdü. Piyasanın serbest işleyişinin her tür sorunu çözeceğine duyulan iman, siyaseti basit bir teknik faaliyet haline getirdi. Yürütme güçlendirildi, yasama gözden düşürüldü. Kitlelerin siyasal kararlara katılmasına izin veren demokratik mekanizmalar devre dışı bırakıldı.
Muhalefetin denetim altına alınması stratejisinin iki uygulama düzlemi bulunuyordu. Birincisi geniş kitleleri muhafazakârlaştırmak, ikincisi ise bedeni ve cinsel hazzı metalaştırıp kamusallaştırmaktı. Neoliberalizm dönemi, antidemokratik bir dönemin karakteristik özelliklerine uygun bir şekilde cinselliği öne çıkardı. Kitlelerin devrimci enerjisini içe döndürmenin en iyi yollarından biri de cinsel kimliklerin öne çıkmasının teşvik edilmesiydi. Sisteme yönelik örgütlü ve programlı muhalefetin yerini kendi bedenine ve cinselliğine geri çekilmiş, oradan muhalefet yapan ve bunu yaparken ‘kişisel olanın politik olduğunu’ düşünerek avunan insanlardan oluşan yeni tipte bir ‘muhalefet’ inşa edildi. Günümüzde muhafazakârlık ve cinsel tüketicilik, toplumsal denetimin birbirini tamamlayan iki veçhesi olarak çalışmaktadır.
Cinsel kimlik siyasetini besleyen ikinci nokta, kadın bedeninin tüketim nesnesi ne dönüştürülmesinin, erkek egemen bir toplumda bedenin kazandığı anlamın değişmesi ile bağlantılıdır. Bu haliyle tümüyle yeni bir olgudan söz etmiyoruz. Çünkü geçmişte de kadınerkek eşitsizliğinde uç noktalara giden bütün toplumlarda aşk, ancak erkekler arası bir imkân olarak yaşanabilmiştir. İnsanlık kategorisinin aşağılarına sürülen ve erkek insanla hayvanlar arasında bir yere konumlandırılan kadında aşık olunacak bir duygusal ve düşünsel zenginlik bulamayan erkekler birbirlerine yönelmişlerdir. Böyle toplumlarda cinsel aşk, özellikle aristokrat tabakalar arasında erkeklerin birbirlerine duydukları bir ilgi biçimine dönüşebiliyordu. Bugün tüketilebilir kadın bedeni imajının aşk, sadakat ve bağlılık gibi duyguları gerçekte nasıl imkânsız hale getirdiğine ve aşk tahayyülünün nasıl oluşturulduğuna ilişkin popüler kültürden biriki örnek vermek açıklayıcı olabilir.
Daha kaç vücut gerek bana
Benim seni unutmama (Teoman, Senden Önce Senden Sonra)
İç tüm şaraplarını, bu dünyanın
Kay ıslak güvertelerinde bütün güzel kadınların (Teoman, Rapsodi İstanbul)
Belki de birkaç beden önceydi
Senle son sevişmemiz (Gökhan Tepe, Birkaç Beden Önce)
Çekeceğin var elimden, alacaklıyım teninden (Murat Dalkılıç, Bir Güzellik Yap)
Bu şarkı sözü örnekleri, kişinin bedenine indirgenerek algılanması halinin dışavurumları olarak okunabilir. Erkekler için birlikte olduğu diğer kadınlar, tüketilip atılan birer bedene dönüştürülmüştür. Adları, kişilikleri ve kimlikleri yoktur. Bedenleri tüketilmiştir hepsi bu. Görünüşte aşk acısı çeken kişinin, tüketilmiş diğer bedenlerin bile unutturamadığı bir aşkı varmış gibi durmaktadır. Ancak başkalarının bedenlerine bu denli yabancılaşmış birinin, âşık olduğunu zannettiği kimsenin şahsında aşkı tüketmekten başka bir beklentisinin olup olmadığı meçhuldür. Günümüzde popüler kültür, pornografi ve reklam sektörü elbirliği halinde kadınerkek ilişkilerinde ezen–ezilen ilişkisini yeniden kurmaktadır. Böylece kadınların erkekler tarafından ezilmesinde ikinci perdeye ulaşılmaktadır. Kamusal ‘ürün’ haline getirilmiş, cinsel açıdan özgürleştirilmiş ve böylelikle erkeklerin tüketim nesnesine dönüştürülmüş kadın... Tüketim toplumunda cinsel ilişkiler bir kez daha ve bu kez yeni toplumsal koşullarda bir eşitsizlik ve mülkiyet ilişkisine dönüşür. Ancak bu kez geç modernite koşullarının sağladığı bir değişiklik vardır: Aşkın imkânsızlaştırıldığı bir cinsiyetçi örgütlenme sonucu ilkçağ ve ortaçağın aristokrasisinde görülen eşcinsellik bu kez avamlaşmış olarak alt tabakalara doğru yayılmaya başlamıştır.
Eşcinsellik Batı’da adeta bir patlama dönemi yaşıyor. Bu cinsel yönelim patlamasının nedenini, geniş kitlelerin heteroseksüel deneyimin yeterince haz vermediğini düşünme ye başlamalarında aramak doğru görünmüyor. Gerçekte eşcinsellerin sayısında bir artış olmadığı, sadece kendilerini daha özgür ifade edebildikleri için eskiden gizli olanın şimdi açığa çıktığını söylemek de gerçeği tam olarak yansıtmaz. Son iki yüz yıl içinde insan biyolojisinde önemli bir değişiklik olmadığı halde son on yıllarda eşcinselliğin sistem tarafından neredeyse bir modaya dönüştürülmüş olmasının, biyolojik değil, toplumsal ve kültürel nedenlere bağlı olduğu söylenebilir.7
Tüketim toplumunun egemen kültürü, insanların tüketmemerkezli düşünmesi, tükettiği ölçüde mutlu olması, hayatının amacını daha yüksek tüketim standartlarına ulaşmak olarak tanımlanabilir. Bu kültür cinsel ilişkilere uygulandığında, cinsel haz da bir tüketim olgusuna dönüşür. Ancak tüketmemerkezli düşüncenin en önemli sorunlarının başında tatminsizlik duygusundan kaçamama gelmektedir. Çünkü insanlar belli bir tüketim standardına ulaştıkları ve bu seviyeyi garanti altına aldıkları anda yeni ve daha farklı olana ulaşmayı mutluluğun bir sonraki adımı olarak tanımlamak zorundadırlar. Tatmin çıtası sürekli yükseldiğinden, ancak yeni deneyimlere, farklılıklara doğru yükseldikçe karşılanabilir. Bunun cinsel tüketim açısından anlamı, cinsel ilişkide doyum çıtasının sadece cinsel ilişkiye ulaşmakla geçilemeyeceğidir. Cinsel tüketicilik, yeni cinsel tecrübeler gerektirir. Cinsel hazzın tüketildiği bir kültürde tüketimin nesnesine cinsiyet bariyeri konamaz. Haz vadettiği müddetçe hemcins bedenleri de tüketilmelidir. Kişi sürekli aynı metaı tüketirse bir süre sonra marjinal fayda eşiği aşılacağı ve başlangıçta haz veren şey artık acı vermeye başlayacağı için çeşitlenme şarttır. Erkek egemen kültür koşullarında cinsel özgürleşme, tüketim toplumunun ihtiyaçlarıyla birleştiğinde, önce erkeklerin kadın bedenlerini tüketmesi, ardından hemcinslerin birbirlerinin bedenlerini tüketmesi biçiminde ortaya çıkar.
Cinsel kimlik ve özgürlük
Cinsel kimlik sorunu ile özgürlükçülük ilişkisine dair bir tartışmada, iki farklı özgürlük kavramsallaştırmasını birbirinden ayırma ihtiyacı vardır. Gerek liberalizm gerekse sosyalizm, Aydınlanma çağının mirasçısı olduk ları için, özgürlükçü bir toplumsal düzenden yanadırlar. Prensip olarak her iki akımda da bireylerin kendi kararlarını verdikleri ve kendi hayatlarını seçtikleri bir düzenin kurulması esastır. Dolayısıyla bireylerin cinsel kimlikleri üzerinde toplumsal denetim kurulamayaca ğı ve kısıtlama yapılamayacağı kabul edi lir. Fakat solun toplumsal özgürlük anlayışı, liberalizmin özgürlük anlayışından farklıdır. Gerçekte sol ve cinsel kimlik siyasetinin aynı düzlemde yer aldığı iddiaları, liberalizmin özgürlükçülüğünü sola teşmil etmekten doğmaktadır.
Solun özgürlük anlayışı açısından amaç, insanı insan yapan yaratıcı yeteneklerin önündeki toplumsal engellerin kaldırılmasıdır. Sınıfsal eşitsizlikler, siyasal, kültürel ya da toplumsal eşitsizlikler, sınıflı toplumun tarihi boyunca insanların fırsatlara erişmesini engellemiştir. İnsan, ancak toplumsal ortam içinde insanlaşabilir. Oysa toplumun eşitsizlikçi bir biçimde örgütlenmesi, bireylerin insani yetenek ve potansiyellerini keşfetmelerini ve geliştirmelerini engeller. Bundan dolayı özgürlük, insanlaşmamızın önündeki engellerin kaldırılması demektir. Liberal özgürlük anlayışında ise özgürlük kişisel mülkiyetin uzantısı olarak anlaşılır. Liberaller, iktisaden yaptıkları “kıt kaynaklar” varsayımını, özgürlükler düzleminde de sürdürürler. Özgürleştirici imkânlar (kaynaklar) kıt olduğu için, herkes kendi özgürlük alanını, diğerlerine karşı korumak zorundadır. Bireysel açıdan özgürlüğe ulaşmak, başkalarından kendini korumakla ve başkalarına “rağmen” olabilecek bir şeydir. Birey, başkalarının özgürlük adlı mülkiyetine dokunmadığı müddetçe her ne istiyorsa onu yapabilir. Liberaller, toplumu tek tek özgür bireylerin aritmetik toplamı olarak algıladıkları için, insani özgürleşmenin toplumsal bağlamını görmezden gelmişlerdir. Atomize bireylerin serbest davranışları, insani gelişmenin önündeki engellerin ancak bir kısmını kaldırabilir. Oysa sınıfsal ve toplumsal engeller yerinde kalır.8 Dolayısıyla sol açısından liberalizm, özgürlüğün toplumsal bağlamdan kopartılarak aşırı basitleştirilmiş bir yorumunu savunur.
Cinsel kimlik ve özgürlük meselesine bu açıdan bakıldığında, gerçekte bireysel cin sel kimliklere istenen özgürlüğün, sol değil liberal bir bakış açısına oturduğu anlaşılır. Eşcinselliğe kamusal bir kimlik kazandırmanın ve bu amaçla toplumun cinsel açıdan yeniden örgütlenmesi talebinin, insani gelişmenin önündeki engellerin kaldırılması ile bir ilgisi yoktur. Kültürel bir eşitsizlik biçimi olarak eşcinselliğin durumu, farklı sınıflara mensup eşcinsellerin, insani gelişme açısından farklı sınıfsal imkânlara sahip oldukları gerçeğini değiştirmez. Her zaman avantajlı sınıflara mensup olanlar, insani gelişme ve özgürleşme açısından, işçi sınıfına göre daha geniş maddimanevi koşullara sahip olmuşlardır. Öte yandan eşcinsel yönelim ne kadar kamusal meşruiyet kazansa da, bir insanın cinsel kimliği, onun haz beklentisi ve yönelimi dışında çok az yaratıcı potansiyel sağlar. Bir insanın kendisini kadınlık, erkeklik ya da eşcinsellik üzerinden gerçekleştirebileceği iddiası, bütün insani varoluşu cinsel yönelime indirgemekten başka bir anlam taşımaz. Şüphesiz özgür bir toplumda isteyen kendisini bu şekilde de tanımlayabilir: Ben sadece ve/veya öncelikle bir erkeğim/kadınım/lezbiyenim/travestiyim vs. Ancak kendisini cinsel hazzına indirgemiş bu insanı bir model olarak almak ve buradan hareketle özgür bir toplumsal düzen hedeflemek, solun tahayyülü içinde yer almaz.
Solun eşcinseller için talep ettiği özgürlük, her bireyin kendi özgür tercihlerini yapabildiği bir düzen temelinde, cinsel yönelimin kişisel tercihlere bırakılmasını esas alır. Bundan fazla olarak, hiç kimsenin başkalarını cinsel yönelimleri nedeniyle aşağılaması, etiketlemesi, ötekileştirmesi kabul edilemez. Bir kimsenin farklı cinsel yönelimi nedeniyle, insani potansiyelini geliştirmesi ve kendisini gerçekleştirmesinin önüne ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal engeller çıkartılamaz. Eşcinsellik, kişinin kendi özgür hayatı ile ilgili bir kişisel meseledir. “Kişisel olan politiktir” şeklindeki cinsel kimlik sloganı, tüm diğer toplumsal bağlamından kopartıldığı için ve sürece geçersizdir. Çünkü kamusal alana kişisel yetenek ve özellikleriyle çıkan bir kimsenin cinsel kimliği, onun kamusal kimliğine katkı yapmaz. Örneğin bir sanatçının salt eşcinsel olma niteliğiyle dünyanın veya ülkesinin sanatsal üretim tarihinde herhangi bir karşılığı yoktur.9 Ya da bir siyasetçi salt lezbiyen ya da gay olması hasebiyle enflasyonla daha iyi mücadele edemez ya da işsizlik sorununu çözemez. Hiçbir meslek grubu mensubu, salt eşcinsel olmakla o mesleği daha iyi veya kötü icra edemez. O halde cinsellik, bireylerin özel alanına ait bir meseledir ve solu ilgilendiren boyutu, bu cinsel kimliğin dışlanmak, ezilmek vb üzerinden bireyler üzerinde özgürleşmeyi engelleyici bir baskının nesnesi olup olmadığıdır.
Cinsel politika ve Sol
Cinsel kimlik ve buna bağlı sorunların, sosyalist akım tarafından öncelikle çözülmesi gereken sorunlar arasında görülmediği ortadadır. Bu durum zaman zaman ucu açık yorumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra ortaya çıkan “kahrolsun ayıp” hareketi veya “bir bardak su” söylentisi bu durumun klasik örnekleri arasında gösterilebilir. Devrimden sonra sosyalizmin getireceği özgürleşme beklentisi, cinsellik düzleminde burjuva ahlakının aşılması tezleriyle birleşince, bazı kesimlerde çıplaklığın övgüsüne ve serbest cinsel ilişkiler kurma beklentisine yol açmıştı. Bu çevrelere göre insan bedeni doğal bir şeydi. Onun kapatılması ve gizlenmesi sınıflı toplum düzeninin yarattığı doğaya aykırı bir ahlaki değer sisteminin eseriydi. Eski topluma ait ‘ayıp’ kavramından kurtulmak gerekiyordu. Kamusal alanlarda çırılçıplak gezinmek veya sevişmek doğal olana uygundu. Bazıları ise sosyalist toplumda cinsel arzuyu tatmin etmenin adeta “bir bardak su” içmek kadar kolay olacağını düşünmüşlerdi. İsteyen herkesin sadakat, kıskançlık vs burjuva toplumun ‘ağırlıkları’ olmaksızın istediği kimse ile anlık cinsel ilişkiler kurabileceği fikrini yayıyorlardı.
Sovyet rejiminin önde gelen kadın aktivist ve aydınlarından Alexandra Kollontai, başlangıçta sosyalist rejimde serbest aşk ilkesinin hayata geçmesi gerektiğini savunmuştu. Kollontai’ye göre, kadınlar ve erkekler birbirlerini kıskanmaksızın ve karşılıklı anlayış içinde gönüllerinden geçen herkesle özgür cinsel ilişkiler kurabilmeliydiler. Rus devriminin önderleri, yeni bir rejim inşa etmenin gerektirdiği öncelikler arasında bu tür tartışma ve hareketleri başta çok önemsemediler. Ancak bir süre sonra bu tür düşünce ve davranışların devrimci bir ahlakın yansıması değil aksine bir yozlaşma göstergesi olduğunu gördüler. Komünist Parti’nin 1925’te toplanan 14. Kongresinde Buharin, bu tür hareketleri gençliğin ahlaki yozlaşma örnekleri olarak mahkûm etti.10 Parti’den yapılan uyarılar karşısında Kollontai görüşlerini değiştirmek durumunda kaldı.
Gerçekte solun cinsel kimlik ve politika konusuna öncelikli olarak bakmaması, bu konuda hiçbir şey söylenmediği ve büyük bir boşluk olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü Marks, Engels ve Lenin gibi teorisyenler, cinsel sorunları daha genel sorunların parçası olarak düşünmüş ve çözümünü bu sorunlar bağlamında ele almışlardır. Temel nitelikteki sınıfsal çelişkilerin çözülmesinin, cinsel baskı ve eşitsizliklerin ortadan kalkmasının koşullarını yaratacağını öngörmüşlerdir. Örneğin Engels, sosyalist toplum düzeninde tek eşliliğin ortadan kalkmayacağını belirtir. Ortadan kalkacak olan erkeğin üstünlüğü ve evliliğin sadece erkek egemen bir kurum olarak işlemesidir. Bu toplumda cinsel ilişkiler sadece o kişileri ilgilendiren ve toplumun müdahalesinin dışına çıkarılmış bütünüyle özel ilişkiler haline dönüşecektir.11 Dolayısıyla “kahrolsun ayıp” hareketinin veya Kollontay’ın savunduğu serbestlik düşüncesi, Engels’in bahsettiği cinselliği bireyler açısından ‘mesele’ olmaktan çıkarmak, cinsel baskı, zorlama ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmak gibi amaçlarla çelişmektedir. Çünkü diğer iki yaklaşım cinselliği sıradanlaşmak ve sorun olmaktan çıkarmak yerine kamusal alana taşımaktadır. Engels’in çizdiği çerçeveden bakıldığında, Kollontay’ın özgürleşmeyi cinsel kuralsızlaşma olarak anladığı görülmektedir. Aradaki fark, cinsel açlık duygusunun tüketici bir şekilde giderilmesi ile cinselliğin kişiselleştirilmesi ve özgür irade meselesi haline getirilmesi farkıdır.
Lenin’in bakış açısı meseleyi anlaşılır kılmak açısından katkı sağlamaktadır. Lenin mutlak biçimde ve ısrarla cinsel sorunlara gömülen kişiler için “kendi göbeğini hayranlıkla seyreden Hint fakiri” benzetmesini yapar. Bu tür insanlara kuşkuyla yaklaştığını belirten Lenin, kişisel sorunları toplumsal sorunla rın önüne çıkarma tutumunu devrimci kapsamın dışına çıkarır. “Bir bardak su” türünden görüşlere karşı çıkarak çilecilik ile dizginsiz şehvet uçlarına savrulmamış dengeli bir cinsel anlayışı savunur. Lenin’e göre gençler spor, jimnastik, gezintiler, değişik manevi uğraşlar, inceleme, analiz ve araştırma faaliyetleri yapmak suretiyle kendilerini gerçekleştirmeyi hedeflemelidirler. Cinsel ihtiyaçlar karşısında ne keşiş gibi çileci ne Donjuan gibi tüketici bir tavır alınmalıdır.12
Cinsellik, temel meselesi insani potansiyelinin sınırlarına kadar geliştirmek suretiyle kendini gerçekleştirmek olan yeni insan açısından tümüyle bireysel bir meseleye dönüşmelidir. Toplumun cinsiyetçi örgütlenmesi nedeniyle kadınların ve erkeklerin üzerlerindeki baskılar ortadan kalktıkça, cinsel ilişki ve yönelimler, özgür insanların toplumsal denetim ve baskısının ötesindeki bireysel meseleler haline gelecektir.
Geleneksel sol bakış açısından, insanın üretici kimliğinden kaçması ve kendisini topluma kazanılmış statüleri yerine bireysel bir meselesi olan cinsel kimliği ile sunma çabasına saygı duyulmaz. Bir insanın kendisini topluma salt cinsel kimliği ile sunması asalaklık arayışının sonucudur. Attila İlhan, endüstrisonrası olarak nitelediği Batılı toplumlarda, sınıflar arası hareketliliğin sıfıra indiğini, zenginliğe erişmenin meşru kanallarının büyük ölçüde kapanmasının yeni kuşaklarda bir hayal kırıklığına neden olduğunu belirtmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu toplumlarda genç kuşaklar kendilerini mutlu bir geleceğin beklediği konusunda kuşkuya düştüler. Bu karamsarlık örgütlenmiş kaçış hareketlerini tetikledi. Gençlik altkültürleri olarak beatnik ve hippi hareketleri, uzakdoğu tarikatlarına yönelme ve cinsel azınlık hareketleri bu bağlamda anlaşılmalıdır.
İlhan, özellikle hormonal dengesi buna izin verenler arasında karşı cinsiyete kaçış eyleminin, üretici işlevden ve bu işlevin bireye yüklediği gerilimden kopmanın en uygun yolu olarak görüldüğünü belirtiyor. Eşcinsel ya da trans olan kişi üreticilikten tüketiciliğe, İlhan’ın deyimiyle asalaklığa transfer olmaktadır. Benzer bir biçimde kendini öne çıkarılmış bir cinsel kimlik ile topluma sunan ‘dişi, vamp, şuh vs’ kadın türü de asalak yaşam arayışının örneğidir. Türk toplumu gibi henüz sınıflar arası geçiş kanallarının tümüyle kapanmadığı görece dinamik toplumlarda eşcinsellik ve türevleri bir sınıf atlama trampleni olarak görülmektedir. İlhan’a göre, “erkek kılığıyla yaşasa ancak fırıncı çırağı, muslukçu ya da pabuç boyacısı olabilecek bir genç, itici olmayan bir travesti görüntüsü yakalayabilirse, bar kızı, oryantal dansöz, şarkıcı derken, eğer tabii, fuhuş endüstrisinin dişlilerine takılıp, ufalanmamayı becerebilirse, günün birinde hem ün kazanabilmekte, hem ‘köşeyi dönebilmektedir.”13
Yukarıda çizilen çerçeveden bakıldığında, “solcular eşcinsellerle birlikte mücadele etmeli mi” sorusunun meseleyi yanlış koymaktan kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır.14 Sol politika, insan ilişkilerinin özgürlük ve eşitlik temelinde kurulması, üretici güçlerin geliştirilmesi, sosyal refah vb gibi ilkeleri içeren bir toplum projesini savunur. Eşcinsellik ise bireysel bir yönelimdir. Eşcinsellik temelinde yürütülen ve heteroseksüel kimliklerin anlamsızlaştırılması yoluyla iktidar ve tahakküm ilişkilerinin ortadan kalkacağı şeklindeki queer iddia, solun sınıf temelli ideolojik çerçevesinin yerini alma iddiasındadır. Cinsel kimlik siyaseti yapanların sadece kimliklerini özgürce ifade edebilmekten daha fazlasını talep ettikleri yeterin ce vurgulandı. Bu nedenle kimlik siyasetinin iktidarı, ‘sistem’i ve dolayısıyla solu yeniden tanımlamaya yönelik hegemonik girişimine solun nasıl bir cevap vermesi gerektiği sorusu daha anlamlıdır. Sol, toplumun cinsel açıdan yeniden örgütlenmesi talebine destek vermeli midir?
Eşcinsel kimliği temelinde yürütülen mücadele, eşcinsellerin kamusal kimlik kazanma mücadelesidir. Kadınlık ve erkeklik gibi eşcinsel kimlik de kamusal açıdan tanınır kılınmaya çalışılmaktadır. Bunun sonucu tüm kamu sal düzenlemelerde meşruiyet ve görünürlük kazanmak olacaktır. Bireylerin kendi insani varoluş biçimlerini kamusal alana cinsel kimlikleri üzerinden taşımalarına saygı duyulmasını talep etme hakları vardır. Ancak bu talebin solun özgürlük ve kendini gerçekleştirme anlayışı ile bağdaşmadığı bir gerçektir. Çünkü kadınlık ve erkeklik de dâhil olmak üzere, cinsel pratiklerle belirlenen cinsel kimliklerin, “onur” duyulması gereken olgular olduğu iddiası özünde muhafazakâr bir konumlanmaya tekabül eder.
Kimlik siyasetlerinin temeli olan ‘fark’ vurgusu, özünde muhafazakâr bir ruha sahiptir. Solun farklılıklara bakış açısı, farkların reddedilmesi değildir. İnsanlar arasındaki farkların farkında olmakla birlikte, sol iyi bir ortak yaşam kurabilmek amacıyla insanları birleştiren unsurları öne çıkarır. Burada amaç herkesin eşit olduğu bir toplumu kurmak değil, insanların birbirlerinden ayıran farklılıklar yerine eşit ve ortak kılan noktaları yüceltme, eşit olmayanları daha eşit hale getirme, toplumsal bütünleşmeyi ve dayanışmayı vurgulama, toplumu insanların özgürlüğüne engel olan bir ortam olarak değil, özgürlüklerin gerçekleşebilmesinin ortamı olarak düşünmedir.15 Oysa eşcinsellik üzerinden ilerleyen bir fark politikası, insanları birleştiren ortak noktalar yerine farklılaştıran ayrım noktalarının altını çizer.
Türkiye’de Sol ve eşcinsel hakları
Yeni toplumsal hareketlerin ve bunun bir parçası olarak eşcinselliğin toplumsal muhalefetin yeni zemini olarak görülmesi eğilimi Türkiye’ye sivil toplumculuk akımı ile birlikte 12 Eylül sonrasında geldi. Darbenin solun geniş kesimlerinde yarattığı yenilgi psikolojisi, devlete karşı mücadelenin öncelikli olması gerektiği anlayışını besledi. Buna göre sol ne kadar güçlenirse güçlensin, devlet sivil toplum üzerindeki hegemonyasını sürdürdüğü müddetçe, istediği anda düdüğü çalıp siyaset oyununu tatil edebilecekti. O halde öncelikli mesele devleti küçültmek ve etkisizleştirmek, sivil toplumu büyütmek ve tahkim etmekti.
Sivil toplumcu stratejinin bakış açısına göre, devlet bağlamındaki her şey kötü, sivil toplum bağlamındaki her şey iyi idi. Bu anlayış sınıfsal çözümlemenin yerine devlettoplum çelişkisini ikame etmekle kalmıyor, devleti küçültmeyi vadeden Özalcı liberalizmle ve devlete karşı sivil toplum safında gördüğü İslamcılıkla ortak amaçlarda buluşuyordu. Özal, sosyal devleti yıkmak için devleti küçültmeyi savunuyordu. İslamcılar ise 12 Eylül’ün kendilerini de yenilgiye uğrattığını düşünüyor ve sivil toplumun inisiyatif kazanması halinde yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir toplumda bu işin kendi lehlerine olacağı hesabını yapıyorlardı. Sivil toplumcu sol açısından, sivil toplum alanına ait oldukları için Özalcı devletin küçültülmesi hareketi de, dincilik de, kimlik siyasetleri ve bu arada eşcinsellik türünden yeni muhalefet alanları da makbuldü.
Sivil toplumcu sol, 1990’larda kitlesel bir siyasi partiye dönüşemedi. 1990’ların ikinci yarısında ortaya çıkan ÖDP’ye bağlanan umutlar birkaç yıl içinde tükendi. 1990’larda Kürt milliyetçi partileri de kimlik siyasetine doğru kararlı bir yönelime girmişlerdi. Sivil toplumcu “sosyalist sol”un dolduramadığı alanı, etnik kimlik temelinde siyaset yapan partiler doldurmaya başladılar. “Kürdistan”ın emperyalist bir devlet olan Türkiye tarafından sömürüldüğü şeklindeki teorik dayanak, Kürt milliyetçi partileri açısından sivil toplumcu devlettoplum çelişmesine dayalı bakış açısını sahiplenmeyi mümkün kılıyordu. Kürt milliyetçiliği, Batı’yı Türk devletine karşı mücadelesinde bir müttefik olarak görmekteydi. Küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğu, insan haklarını gerçekleştirmek için Batılı devletlerin başka devletlere müdahalesinin olağan olduğu türünden görüşler, Avrupa Birliği’ni savunmayı mümkün kıldı. Böylece etnik ayrımcılık, cinsel kimlik siyasetini de kapsamasını sağlayacak bir ‘açılım’ yaparak, HDP’nin programında ifade edilen kimlikler konfederasyonu hedefine ulaştı.
Günümüzde LGBT’ler aralarında AKP ve MHP’ye oy verenler olmakla birlikte16 kurumsal düzlemde büyük çoğunluk HDP’yi desteklemektedir. Partinin programı incelendiğinde, eşcinsellerin HDP’ye yönelik desteğinin, yukarıda anlatılan çerçeveye uygun olarak, Türk toplumunun sosyopolitik düzlemde bir kimlikler konfederasyonu biçiminde örgütlenmesi talebine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.17 Bir başka deyişle, kimlik siyaseti, Kürt milliyetçiliği açısından Güneydoğu’da özerk etnik devletçiklere alan açmak amacını güderken, eşcinseller açısından toplumun bireysel kimlikler temelinde atomize edilmesi amacının etnik kimlik davasına eklemlenmesi anlamına gelmektedir. Ancak bu program, Türkiye eşcinsel örgütlerini PKK terörünün ve bölgede ABD emperyalizminin yedeğine soktu. PKK’nın bölgede ABD’nin kurmaya çalıştığı kukla Kürdistan projesinde görev aldığı artık bizatihi Amerikan devlet yetkilileri tarafından da ilan edilmektedir. Eşcinsel hareketinin kişisel olanı politikleştirme tercihi, bütün toplumu kimlik temelinde atomize etme programına eklemlenmekle kalmadı. Emperyalizme en bağımlı unsurların da yedeği olmayı seçti. Avrupa Birliği fonlarından büyük miktarlarda para alan bu derneklerin ülkenin bağımsızlığı mücadelesinin bir parçası olması sözkonusu olamazdı.
1 Kasım 2015 genel seçimleri öncesi basına yansıyan bir haber, HDP’nin eşcinsel örgütleriyle bir ittifak içinde olmadığını, kendi etnik siyasetini tutarlı göstermek adına onların desteğinden yararlandığını ortaya koyması açısından kayda değer önemdeydi. Habere göre, HDP listelerinde 7 Haziran seçimlerine kıyasla dikkat çeken bir değişiklik olmuştu. 7 Haziran’da listede yer alan LGBT adaylara 1 Kasım listesinde yer verilmemişti. LGBT adaylar 7 Haziran öncesi özellikle bölgede AKP ve HüdaPar tarafından HDP aleyhine yapılan propagandaların temel unsuru hali ne gelmişti ve bölgede muhafazakâr tabandan tepkiler yükselmişti. Bu nedenle HDP 1 Kasım’da LGBT adaylara listelerinde yer vermedi. Kandil’den gelen tepkilerin de listelerde LGBT’ye yer verilmemesinde etkili olduğu dile getiriliyordu.18 Bu örnek olay, eşcinsel örgütleri açısından HDP ile olan ilişkinin bir eklemlenme ilişkisi olduğunu ve gerçekte inisiyatifi elinde tutan etnik ayrımcılığın kimlik siyasetine meşruiyet kazandırmak için eşcinselleri kullandığını göstermektedir.
Sonuç olarak Yeni sol, radikal feminizm, postyapısalcılık ve queer teori üzerinden ilerleyen cinsel kimlik siyaseti ve yeni tür “muhaliflik” işçi sınıfının düzeni değiştirmekte oynayacağı rolü, artık eşcinseller, marjinaller, göçmenler vb’nin şahsında ezilenleri, mazlumları temsil eden yeni aktörlere aktarır. Ancak devrimin taşıyıcıları gibi egemenler de değişmiştir. Artık egemen olan, bir sınıf ya da emperyalist devletler değildir. Bazen ‘iktidar’ adı verilen ve toplumun bütün gözeneklerine sinmiş bir “her yerdelik” halidir. Bazen küreselleşme denilen öznesiz, kendiliğinden ve kaçınılmaz bir süreçtir. Bazen de “imparatorluk” denilen ulus devlet ötesi, merkezsiz, topraksız bir egemenlik aygıtıdır. Her durumda egemen figürü artık her yeri ve her şeyi kapsayan bu nedenle de klasik siyasi parti vb örgütlerle başa çıkılamayacak, mücadele edilemeyecek bir nitelik taşır. Egemenin yeri, mekânı ve cismi tespit edilemeyince, mücadele stratejisi de bu belirsizliği yansıtmak durumundadır. “İktidar her yerde” olunca direniş de her yerde olmak zorundadır. Bedenlerimiz, cinsel tercihlerimiz, gündelik ilişkilerimiz vb bu direnişin kapsamına girmektedir. Böylece eşcinsellik, kadınerkek ilişkilerinden ibaret kılınmış “cinsel iktidar normları”na (heteronormatif iktidar) temelden karşı çıkan yeni tipte bir “devrimcilik” olarak sunulur.
Gelinen noktada dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eşcinsellik meselesi, eşcinsellerin insan olarak hakları meselesi olmaktan çıkartılıp, toplumun cinselliği yeniden tanımlama temelinde parçalanması iddiasına dönüştürüldü. Eşcinselliği meşrulaştırmak adına kadınlık ve erkekliği yapaylaştırmak ve bireysel bir mesele olan cinsel yönelimi, toplumsal bir mesele haline dönüştürmek sol bir proje olarak sunulmaktadır. Sol bakış açısı, cinselliği travmatik hale getiren toplumsal engelleri kaldırmaktan ve cinsel ihtiyacı bireysel özgürlükler kapsamına sokmaktan yanadır. Yani Sol açısından mesele, insanlaşma kapasitesini geliştirmek, insani gelişmeyi cinselliğin dışındaki alanlara taşımak, insanların üzerindeki cinsiyetçi baskıları kaldırmak ve cinsel ihtiyacın karşılanmasını özgür insanın bireysel meselesi ile sınırlamaktır.
Atakan Hatipoğlu | Adnan Menderes Üniv. Öğr. üyesi
DİPNOT:
1 http://www.usatoday.com/story/news/nation/2015/06/26/supremecourtgaylesbianmarriage/28649319/ LGBTTİ, Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transseksüel, Travesti, İnterseks sözcüklerinin kısaltmasıdır.
2 Cumhuriyet Yıkıcılığının Kültür Paşası!, Aydınlık, 6 Ekim 1996.
3 http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=19794.
4 Tunca Arslan, “Sistemin Sövdüğü ve Sevdiği Çocuğu: Eşcinsellik”, Papirüs, Ocak 1999, sayı: 23, s.7.
5 Josephine Donovan, Feminist Teori, çev. A. Bora, M. Ağduk Gevrek, F. Sayılan, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s.308.
6 İkinci Dünya Savaşı sonrasının feminist sosyolojisi toplumsal cinsiyet (gender) konusunda sosyal teoriye önemli katkılar yaptı. Gerçekten bir toplumun tanımlanmış kadın veya erkek rollerini oynayamayan birinin biyolojik olarak kadın veya erkek cinsel uzuvlarıyla doğmuş olması, o kimsenin sağlıklı bir cinsel rol oynamasını garanti etmez. Cinsel işlev, toplumsal cinsiyet rollerinin oynanabiliyor olmasına güçlü bir biçimde bağlıdır. Ancak bu tespitten hareketle radikal feministler ve queer teorisyenleri, bir adım daha giderek, olguyu siyasal iktidar ilişkilerine teşmil ederler. Böylece sosyokültürel bir olgu, siyasal ideolojinin alanına taşınır.
7 Doğu Perinçek, Eşcinsellik ve Yabancılaşma, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s.42.
8 Ahmet İnsel, Solu Yeniden Tanımlamak, Birikim Yayınları, İstanbul, 2000, s.48.
9 Kağan Güner, “Eşcinsel ve Lezbiyen Sanatçı Tanımı Üzerine”, Papirüs, Ocak 1999, sayı: 23, s.14.
10 http://deligaffar.com/2015/07/04/sosyalistlerinciplaklarlaimtihaniyadakahrolsunayip/Sosyalistlerin Çıplaklarla İmtihanı ya da Kahrolsun Ayıp!
11 Judith StoraSander, “Giriş”, Alexandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim (iç), çev. Aysem Göztok, Bilgi Yay., İst., 1974, s.37
12 Judith StoraSander, agm., s.5455.
13 Attila İlhan, Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, s.62
14 http://odatv.com/solcularescinsellerlebirliktemucadeleetmelimi1107151200.html. Odatv’deki yazısında “eşcinsel hareket içerisinde kimlik siyasetini benimseyen düşünceler olması ya da Onur Yürüyüşü’ne katılan binlerce insan arasında teşhirciliğe başvuran üçbeş kişi olması eşcinsellerin karşılaştığı sorunları ortadan kaldırmaz” diye yazan Özgün Emre Koç’un bir grubun haklarını savunmakla, onun toplum projesinin parçası olmak arasındaki farkı ayırdetmek açısından yanılgıya düştüğü görülü yor. Queer teorisi onur yürüyüşleri gibi her türlü ortamda, cinsel kimliklerin sınırlarını belirsizleştirmeye ve heteroseksüel algı kalıplarını provakatif biçimde ihlal etmeye dönük eylemleri temel stratejilerinden biri olarak sunar. Türkiye’deki yürüyüşte bu tür çıkıntılıkları yapanların üçbeş kişiyle sınırlı olması çekingenlik ve çevre baskısı korkusunun yarattığı muhafazakâr refleks nedeniyledir. Batılı ülkelerde durum tam tersidir.
15 Norberto Bobbio, Sağ ve Sol Bir Politik Ayrımın Anlamı, çev. Zühal Yılmaz, Dost Kitabevi Yay., Ank., s.111.
16 http://odatv.com/lgbtlerincoguakpvemhpliolabilir2709151200.html
17 Bu konuda bkz. Atakan Hatipoğlu, “Sola Yutturulmaya Çalışılan Zoka: Kimlik Siyaseti”, Bilim ve Ütopya, Mayıs 2015, s.21 vd
18 http://odatv.com/hdpescinsellerdennedenvazgecti2009151200.html
tgb.gen.tr