Berlin’deki Alman Tarih Müzesinde sergilenen nesneler arasında tahtadan yapılma bir el arabası bulunur. Atlar tarafından çekilen dört tekerli arabanın küçük bir versiyonu olan bu iptidai gereç, Alman tarihinin pek az bilinen, bilinse bile hiç konuşulmayan bir parçası ile ilgilidir.

EL ARABASINA SIĞAN HAYATLAR

Nazilerin Doğuya ilerlerken sergiledikleri ölçüsüz vahşet, onlar geri çekilirken Almanlara yönelik bir intikam dalgasının oluşmasına yol açmıştı. 1944 yılında Sovyet birliklerinin ilerleyişi başlayınca, Pomeranya, Silezya ve Südetya’da yaşayan sivil Alman nüfus, cephe gerisine, daha güvenli olan bölgelere doğru hareket geçti. Naziler, cephe gerisine göçü “vatana ihanet” olarak gördükleri için 1945’in Ocak ayına kadar bu tip teşebbüslere izin vermediler. Ancak ordu bozguna uğradıkça sivillerin kaçışı da meşru bir hal aldı.

1945’in ilk aylarından itibaren milyonlarca sivil, Almanya’nın içlerine doğru yürümeye başladı. Yürümek derken, kelimenin tam anlamı ile yayan yürümekten söz ediyoruz. Yüzlerce yıldır yaşadıkları vatanlarını geride bırakan bu insanlar, zorlu kış koşulları altında zaman zaman 600 kilometreyi bulan bir yolu yürümek zorunda kaldılar. Bu büyük göç dalgası sonunda, bugünkü Polonya, Rusya ve ÇekyaSlovakya sınırları içinde kalan topraklarda yaşayan Almanların sayısı yüzde seksen oranında azaldı.

Tarih müzesinde sergilenen el arabası işte bu göçün en bilindik vasıtasıdır. O zamanlardan kalma fotoğraflarda, çamurlu yollarda ip gibi dizilmiş, genellikle kadınların çektiği arabaları görürsünüz. Tepeleme doldurulmuş bu arabaların her birinde bir ailenin yaşaması için gerekecek asgari malzeme, battaniye, kap kacak bulunmaktadır. Bir zamanlar tarladan eve lahana, soğan taşıyan bu küçük vagonlar, şimdi bütün bir hayatı yüklenmiştir.

İKİ MİLYON ÖLÜDEN KALAN

Almanca konuşan halkın, Polonya ve Çekoslovakya tarafından zorla tehcir edilmesi ile başlayan süreç, Potsdam Konferansında yasal bir kılıfa sokuldu. Barışı garanti etmenin kesin yolu Doğu Avrupa’nın “Almansızlaştırılması” idi. Konferans kararları açıkça bir tehcirden söz etmese de bunun önünü açan ifadeler içeriyordu.

Sonunda iki yıldan daha kısa bir süre içinde yayan yapıldak yollara düşen insan sayısı 14 milyonu buldu. Yol koşulları ve intikam amaçlı saldırılar sebebi ile hayatını kaybedenlerin sayısı ise yaklaşık 2 milyondu.

Avrupa tarihinin bu en büyük sürgününün Alman kolektif hafızasında açtığı yara derindir. Savaş sonrası toparlanmaya çalışan Almanya’nın nüfusunun dörtte biri bu muhacirlerden oluşuyordu. Nazi suçlarının faturası pek de adil dağıtılmamış, en büyük bedel sivillere ödetilmişti.

Özellikle 194555 yılları arasındaki dönemde muhacirler ve onlara sahip çıkmaya çalışan tüm Alman ulusu büyük sıkıntılar çekti. Uzun yıllar boyunca öykülerinin anlatılması bile tabu olan bu insanlar, Almanya’yı yeniden, “bir vatan olarak” inşa etmek için canla başla çalıştılar. Sonunda Almanlar sadece ayakta kalmayı başarmadılar, savaşın ve muhacirliğin anlamını da en acı biçimde kavramış oldular.

Bunun için ne zaman mülteciler konusunda Almanların nispeten olumlu bir tutumu ile karşılaşsam, onu biraz da bu tarihe bağlamak isterim. Hatta, şayet varsa, “Avrupa değerlerinin” inşasında da belki bu acıların bir payı olmuştur derim.

SESSİZ KALMAK SUÇA ORTAK OLMAKTIR

Ancak bugün yaşadıklarımız tüm bu fikirlerimizi sorgulamamıza yol açıyor. Yunanistan, mültecilere karşı sadece Avrupa değerlerini değil, insanlığı da ayaklar altına alan bir vahşet sergilerken, AB yetkilileri, çaresiz insanlardan değil de düşman ordularından söz ediyormuşçasına konuşurken Almanya’dan hiçbir ses çıkmıyor. Türkiye’ye, kendisinin uymadığı bir anlaşmayı “hatırlatan” Almanya, Yunanistan’ın tutumuna dair tek söz etmiyor, aksine bu çirkinliği cesaretlendirecek bir tavır takınıyor.

Sahnede Yunanlılar olsa da tüm dünya, Yunanistan’ın iplerinin Almanların elinde olduğunu düşünüyor. Almanya’nın hem kendi tarihine layık olabilmesi hem de saygınlığını koruyabilmesi için acilen konuya dahil olması, Yunanistan’a dur demesi gerekiyor.


Gaffar Yakınca

Aydınlık