Türkiye maalesef uzun bir zamandır, “Frenk” ile “Arap” arasında beynamaz kaldı.

19’uncu yüzyılın başında Osmanlı’daki Jön Türkler, daha da belirleyici olarak Ziya Gökalp ve Yusuf Akçora’lar, “İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük” triosundan sonuncuyu yani Türkçülüğü seçti.

Fakat o dönemki Türkçü hareketler ilerici ve sosyalist tonlar içeriyordu.

Kurucu ve kurtarıcı liderimiz Mustafa Kemal Atatürk de Cumhuriyet’in alt yapısını oluşturan ulusçuluk için Türkçülüğü seçti.

Doğru bir seçimdi. Irka değil, aidiyet duygusuna bağlı bir kavramdı bu.

Osmanlı’da “Etrakı biİdrak” yani “idrak yoksunu” Türkler olarak aşağılanan insanlar artık kurucu millet olacaktı.

1923’ten sadece 25 yıl önce 1898’de İngiltere Başbakanı Lord Salisbury, Albert Hall’de yaptığı o meşhur konuşmasında dünyanın durumunu şu sözlerle anlatıyordu:

“Yeryüzündeki ulusları, yaşayanlar ve ölenler olarak ikiye ayırabiliriz. Bir yanda büyük güce sahip büyük ülkeler var. Bunların gücü her yıl çoğalıyor. Zenginlikleri, egemenlik alanları, organizasyonları gün geçtikçe artıyor. Demiryolları sayesinde bütün askeri güçlerini bir noktada toplayabiliyor. Bu zamana değin görülmemiş bir güçte ve büyüklükte ordular kurabiliyorlar. Bilim bu orduların silahlarını her gün geliştirebiliyor. Bunların yanı sıra, sadece ölüm halinde olduklarını söyleyebileceğim bir takım ülkeler var”.

Salisbury, yaşayanlar derken, Avrupa ülkelerini ve Amerika Birleşik Devletleri’ni kastediyordu.

Ölenler derken ise, özellikle Türkiye ve Çin’i düşünüyordu.

Bu iki imparatorluk iyice zayıflamış, Batılı emperyalistlerin avı olmuştu.

Osmanlı milyonlarca kilometre karelik toprağını kaybediyor, sömürge statüsünde anlaşmalar imzalamak zorunda kalıyordu.

Çin de, yabancı nüfuzuna karşı, Boxer ayaklanması gibi direniş hareketlerine rağmen yarı sömürge konumuna indirgenmişti.

İngiltere ve Japonya imparatorlukları merkezi hükümetin zayıflığı sayesinde Çin’e hakim konumundaydı.

1900’de Avrupa’nın “Hasta Adamı” Türkiye ise, Asya’nın “ölmekte olan ülkesi” Çin idi.

Buna içten içe çürümekte olan, Asya steplerinin topal imparatorluğu Rus Çarlığı’nı da ekleyelim.

Doğu Avrupa’da, güçlenen Almanya ve milliyetçi akımların yıprattığı AvusturyaMacaristan İmparatorluğu da Lord Salisbury’nin deyimiyle ölenler sınıflamasına girmişti.

AvrAsya’da durum böyleyken, Afrika’nın hali içler acısıydı.

Afrika, Avrupalı sömürgeci emperyalist devletlerin en kolay yayılma alanıydı.

Batı tekniğiyle hiç tanışmamış, son derece ilkel bir hayat süren Afrika’yı paylaşma savaşı, 1890’larda uluslararası gerginliğin önemli bir kaynağıydı.

Bilim ve teknolojiden gelen sermaye birikimini (deniz gücüne dönüşerek), sömürgelerden akan servetlerle pekiştiren Batı Kapitalizmi’nin hedefinde Türkiye (Osmanlı İmp.), Çin, Rusya ve Afrika vardı.

ÇELİŞME BUGÜN DE AYNI

Batı emperyalizmine karşı, Türkiye, Çin ve Rusya devrimlerle karşı koydu.

Marksizm uygulamaları ve Halkçılık nosyonu bu devrimlerin taban rengiydi.

Atatürk, Lenin ve Mao (Sun Yat Sen’i de katabiliriz), direnişçi ülkeler kurdular, sömürüden pay alan Avrupalı işçiler ise ancak sosyal demokrasi ile yetindiler.

Batılı büyük güçlerin dünya hakimiyeti peşindeki 2 dünya savaşı ve onlarca bölgesel savaşları sonrası, bugün gelinen noktada yeni bir mücadelenin eşiğindeyiz. Artık Amerika kendisi savaşa girmeden, mevcut gerilimleri kullanarak öne süreceği müttefikleriyle işi yürütmenin peşinde.

Batılı kapitalizmin çöken geleneksel unsurları, öncü dijital sermayenin yeni hegemonya hesaplarıyla sentezlenerek distopik bir kültür yaratıyor.

Aslında şu saptama doğru: Dünyada son emperyalist güç olan ABD çöküyor ve yarattığı anaforla statükoyu zorluyor.

Bundan sonra yeni bir emperyalist devlet olmayacak, ama ayak sesleri fazlasıyla duyulan güçlü devletler sistemi geliyor.

ABD, bu güçlü devletleri bir birine çatmanın hayalini kuruyor ama zor.

1400’ler, 1800’ler ve 1900’lerde olduğu gibi bugün de dünyadaki güç mücadelesi esasen denizlerde yaşanıyor.

Denizcileşen devletler, etkilerini artırıyor, güçlerinde çarpan etkisi yaşıyor.

Bugün hala dünyanın en büyük ve denizci devleti ABD’dir.

Ama çökmektedir.

Çin, Rusya ve Türkiye ise son dönemde donanmalarını hızla geliştirmiş ve ileri bir noktaya getirmiştir.

Türkiye’nin Tirpitz ve Mahan’ı sayılabilecek E. Tümamiral Cem Gürdeniz’in kamuoyuna yerleştirdiği, “Mavi Vatan” konsepti, artık tüm toplumda karşılığını bulmaktadır.

Keza Çin ve Rusya da deniz gücünü ileri bir seviyeye çıkarttı.

Artık yeni dönemde pek önemi kalmayan uçak gemilerinin yerine üstün nitelikli füze atan, nükleer denizaltılarını geliştirdiler.

Sürekli savaşla beslenen ve fakat artık savaş makinası yorgun ve eskimiş durumda olan ABD, kendi iç çatışma ve çelişmelerini yaşarken, askeri endüstriyel finans kompleksi, yani müesses nizamı, yeni bir doktrin geliştirdi.

Bu doktrine göre, öncelikli düşman Çin, ikincil düşmanlar ise Rusya, İran ve Türkiye’dir.

Çin’in ayrıcalıklı bir yeri vardır çünkü ekonomide ve teknolojide yeni dünya lideri adayıdır.

Dünya Futbol Şampiyonalarında kullanılan söylemdeki gibi, Çin bu defa kupayı Asya’ya götürmektedir.

Güney Çin Denizi ve Hint Okyanusu’nda varlık göstermekte ve hatta Akdeniz üzerinden de Avrupa ve Afrika’ya uzanmaktadır.

Bunu en güzel şu 20 yıl aralıklı iki tablo anlatıyor.

1996’da Afrika ülkelerinin en çok ithalat yaptığı ülkeler bayraklarıyla görülüyor.

2016’da aynı harita Çin Halk Cumhuriyeti bayraklarıyla bezeli.

Tüm iç ve dış engellemelere rağmen Türkiye de Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan doktriniyle Avrupa ve ABD için Asya’nın yeni tehdit unsurudur.

Öyle ki, ABD’de şaşalı törenlerle imzalanan İsrail – Birleşik Arap Emirlikleri – Bahreyn anlaşması, Filistin meselesinin çok ötesinde hedefler barındırıyor.

MOSSAD ŞEFİNDEN AL HABERİ

25 Ağustos 2020 tarihli sayısında, İngiliz gazetesi Sunday Times'da Roger Boyes imzasıyla yayımlanan makalede, İsrail’in Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile koordinasyon içinde Türkiye'yi 'şeytanlaştırmak' için çalıştığı belirtildi. Times'ın diplomatik editörü, MOSSAD Başkanı Yosi Cohen’in Türkiye’yi İran’dan daha büyük tehdit olarak gösterdiğini aktardı.

Sunday Times'daki makalesinde MOSSAD Başkanı Yossi Cohen’in 'yaklaşık 2 yıl önce Mısır, Suudi Arabistan ve BAE’li mevkidaşlarıyla Türk tehdidini görüştüğünü' duyuran Boyes, İsrail dış istihbarat şefinin bu görüşmeler sırasında İran’ın gücünün kırılgan olduğunu, gerçek tehdidin Türkiye’den kaynaklandığını dile getirdiğini yazdı.

İsrail’in Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile yaptığı Türkiye karşıtı ittifak da ortada.

AKP ve İhvan zamanında İsrail ve ABD tarafından “dost” olarak görülse de, son dönemde artık ikisinin de düşman konumlandırmasına oturtulduğu belli oluyor.

Arap mahallesinde Erdoğan, AKP ve İhvan karşıtı geleneksel cepheye artık İsrail ve Körfez Arapları resmen katıldı.

Aslında burada bir ironi de var.

İhvan ipoteki Türkiye’nin elini kolunu öylesine bağlıyor ki, bu da Batı kampının işine geliyor.

Yani Suriye, Mısır ve Libya’daki İhvancı politikalar Türkiye’nin gerekli açılımları yapmasını engelliyor.

Suriye’de IŞİD ve PKK’ya karşı Esad ve Rusya ile işbirliği olanakları kullanılamıyor.

Mısır ile siyasi ekonomik işbirliği fırsatları kaçırılıyor. Libya ile imzalanan deniz sınırı anlaşmasının bir benzerinin Mısır ile imzalanması Ankara’nın elini fazlasıyla güçlendirir oysa ki.

Sadede gelecek olursak, İsrailBAE anlaşması sadece Ortadoğu’da değil Afrika’da da önemli bir hareketlenmeye işaret ediyor.

Mesela Türkiye’nin Doğu Afrika’daki çıkarlarına set çekilmesi de kapsamında var.

BAE, sadece Libya’da değil, Aden Körfezi’nde de Ankara’nın karşısına çıkıyor.

Güney Yemen, Sokotra Adası, Eritre ve Somaliland’da askeri limanları var.

İsrail artık buralardan askeri olarak yararlanabilecek.

Şimdi İngiltere ve ABD’nin devam eden çabalarıyla Bahreyn de bu ikiliye katılıyor.

Filistin Kurtuluş Örgütü Genel Sekreteri Saib Erakat bu anlaşmaları şu sözlerle tanımlıyor:

Bu üç ülkenin ilişkileri normalleştirme anlaşmaları, bölgede daha büyük bir pakete işaret ediyor. Bu, barış hakkında değil, ülkelerin ilişkilerini geliştirmesi manasına da gelmiyor. Bu, İsrail’in liderliğinde askeri bir ittifak anlaşmasıdır.”

ABD’nin Yunanistan’ın Dedeağaç limanına kadar uzanan bu yeni bölgesel ittifaklar, öncelikli olarak Türkiye, Rusya ve İran üçlüsünü hedef alıyor.

Ege, Kıbrıs, Kırım, Suriye, Libya, Lübnan ve Ürdün de krizin yükseleceği merkezler.

Ama dolaylı ve asıl hedefi, Çin’in bölgede yeni müttefikler bulmasını ve iş yapmasını engellemek.

BAEİsrail anlaşması Çin’e giden petrol trafiğini kontrol eden Bab El Mendep boğazını sıkmayı da amaçlıyor.

Türkiye de Çin kadar olmasa da Afrika’ya girmeyi ve kendisini kabul ettirmeyi başarmış yeni bir ülke.

Özellikle Libya’da çok etkili. Her ne kadar Türk asıllı İhvancı Sarrac şimdi bırakma noktasına gelse de Ankara’nın Libya üzerindeki etkisi göz ardı edilemez hiçbir zaman.

Afrika’da 20 kadar ülkenin parasını hali hazırda basan ve icabında darbe düzenlemekten çekinmeyen Fransa ve onun Napolyon özentisi daraloğlanı Macron da bundan dolayı Doğu Akdeniz’den Türkiye’ye uçak gemisi gösteriyor.

ABD’nin İsrail gibi kullanışlı bir müttefiki olan Macron Fransası, başta sözünü ettiğim, Washington’un “lead behind” (geriden yönetme) doktrinine iyi bir örnek.

Rus asıllı Amerikalı Stratejist Andrei Korybko, BAEİsrail anlaşmasını anlattığı yazısını şu ifadelerle bitiriyor:

"İsrail ve BAE birlikte, çoğu yabancı gözlemcinin Kuzey Afrika dışında bu gerçeğin farkında olmamasına rağmen son on yılda yaygınlaşan kıta üzerindeki Türk etkisine ciddi şekilde meydan okumak için çabalarını bir araya getirebilir. Kapsayıcı eğilim, İsrail, BAE ve Türkiye ile ABD, Fransa, Hindistan, Rusya ve Çin'in de dahil olduğu dış güçlerin, büyük stratejik beklentilerini geliştirmek için Afrika’da giderek daha fazla "mücadele" etmesidir. Artık ortaya çıkan Çok Kutuplu Dünya Düzeni’nde bu çatışmaların yaşanması an meselesidir”.

SUUDİ ARABİSTAN FAKTÖRÜ

ABD’nin adeta 52’nci eyaleti olarak, İsrail ile en derin ilişkilere sahip olan Suudi Arabistan, BAEİsrailBahreyn anlaşmalarına şimdilik resmen dahil olmadı.

Yemen’de İran destekli Husilerle başı dertte olan Selman, petrol gelirleriyle çölde inşa etmeyi düşündüğü geleceğin kenti Neom projesinde de sıkıntılı.

Petrol fiyatlarının aşırı düşük olması Belçika büyüklüğünde kurulacak 5G ve yapay zeka uygulamalarıyla fark atacak Neom kenti (Arapçada “yeni gelecek” anlamında) için 3 trilyon dolar lazım ve bu da Suudi kasasında bulunmuyor. Selman’ın petrol bağımlılığından endüstri 4.0’a geçişi hayal ettiği “Vision 2030” da şu aşamada çuvallamış durumda.

Çin ile Kuşak ve Yol anlaşmaları imzalasa da kendisini pek güvende hissetmediği kesin.

İran’ın Çin ile imzaladığı 25 yıllık enerji ve güvenlik anlaşmaları Selman’ı İsrail ile ittifaka katılmaya itebilir.

Türkiye ve Müslüman Kardeşler hasımlığıyla başı ağrıyan Suudi Veliaht Prens, bu ittifaka katılma şartı olarak Katar’ın Türk cephesinden düşürülmesini öne sürüyor.

ABD de bu konuda girişimlere başladı. Ne de olsa 10 bin askeri bulunuyor Katar’da.

TÜRKE TÜRKTEN BAŞKA DA DOST GEREK

Yazıyı uzattım biliyorum ama bazı şeyleri öyle hap gibi anlatmak pek mümkün değil.

Hele de jeopolitik derinlik vererek açıklamak çok zor.

Koşullar ve manzara ortada.

Türke Türkten başka dost fazlasıyla lazım.

Çünkü Türkiye’nin karşısında çok geniş bir konsorsiyum var.

PKK’sından IŞİD’ine, Yunanistan’ından, ABD’sine, Fransa’sından, İsrail ve BAE’sine kadar çok geniş bir alanda, Doğu Akdeniz’den Afrika’sına, Güney sınırlarından, Karadeniz’ine değin yeni bir küresel çatışmanın eşiğindeyiz.

Bu durumda, Rusya ile dayanışmamak, Çin ile Kuşak ve Yol’da yürümemek, Avrasyacı olmamak gibi bir lüksümüz yok.

Bunu bazı Atlantikçi kafalar, Rusyacılık, Çincilik gibi lanse edebiliyor.

E tabii, sen 70 yıldır Amerikan kuyrukçuluğu yapmışsan, “Türkiye’yi Küçük Amerika yapmak” için saçmalamışsan, Rusya ile ittifak olasılığına en hafif tabirle şaşı bakarsın.

Bu Atlantikçi kafalarla ancak “Türkün Türkten başka düşmanı yok” deyişi gerçek olabilir.

Ben şimdiye kadar hiç bir Avrasyacı görmedim ki, Türkiye’yi “Küçük Rusya” yapmaktan söz edebilsin veya Genelkurmayı’na Çinli subay sokmayı düşünebilsin.

Oysa şu son 70 yıllık Amerikancı geçmişimiz bunun utanç dolu örnekleriyle bezeli.

ABD son emperyalisttir.

Artık çok kutuplu bir dünyadayız.

Yeni bir ittifaklar sistemine giriyoruz.

“Kıymetli yalnızlık” diye bir olasılık yok, sadece yalnız başına hezimete uğramak var.

Atatürk bile Batılı 7 düvele karşı savaşırken Sovyet desteği almasa ve Kafkas seddini yarmasa Kurtuluş Savaşı’nı kazanamazdı.

Şimdi karşımızda 7 değil 77 düvel var.

KAYNAKLAR:

  1. Yüzyıl Tarihi – Arkın Kitabevi “Dünya 1900Dünyanın Efendisi Avrupa”/James Joll

http://oneworld.press/?module=articles&action=view&id=1688 “The Geopolitical Impact Of The 'Israeli'Emirati Alliance Will Be Felt In Africa”

https://responsiblestatecraft.org/2020/09/15/israeltheuaebahrainmilitaryalliancecounteriran/

http://www.williamengdahl.com/englishNEO16Sep2020.php Twilight in the Desert for Saudi and MBS? By F. William Engdahl