Ekranlardan bangır
bangır, CHP çöptür, çukurdur, çamurdur...... sesleri giriyor evlerden içeri ve büyük puntolu
başlıklarla yazılı basında yer buluyor!... Alt satırlarda CHP belediye
yönetimleri suçlanıyor... Ama alenen CHP’nin kurumsal kimliği üzerinden yapılan
bir suçlama söz konusu. Elbette üzerimize alınmıyoruz. Kimse bu yüzden ciddiye
almıyor olsa gerek. Çünkü çukurlar, çamurlar, çöpler varsa eğer, açıkça hangi
belediye başkanı/yönetimi muhatapsa doğrudan o adrese yönelik olmalı suçlamalar
ve şikayetçi olması gereken de bu hizmetleri alan/alamayan yöre halkı olmalı...
Ve bu hizmetlerde
aksamaların partisi olmadığını da biliyoruz. Ne ki; karşılarında AKP üzerinden
tanımlama yaparak iktidar partisinin kurumsal kimliğini hedef almak yerine,
doğrudan belediye yönetimlerini hedef alan söylemler var... AKP’nin CHP
kimliğini benimsemiş olanları gözden çıkarmış, nasılsa onlardan oy alamayız
tavrı karşısında, AKP’ye oy veren kitleleri kazanma çabasında olan bir
muhalefet söz konusu... Eşit olmayan koşullarda başlatılan bir yarışın sonu
hakkında daha önceki yorumlardan farklı ekleyecek bir şey yok.
Asıl önemli olan konu şu ki; İstanbul’a aday
yapılan Binali Yıldırım, seçimleri bir siyasi faaliyet olarak görmediğini
açıklamıştı. İtirazlar oldu. Türkiye başkancı sisteme geçmeden önce olsa bu
itirazcılar arasında olabilirdim. Hatta “tamamen siyasal bir faaliyettir”
derdim. “Seçim siyasal bir faaliyet
değildir” derken, başına “artık” eklemiş olsaydı en doğru tanımlamayı yapmış olacaktı. Bunun
anlamı şudur: Seçim AKP öncesinde vardı, artık sadece sandık var...
CHP’nin belediyeler
üzerinden de olsa alenen tahkir ediliyor olmasını, CHP’nin marjinalleştirilme
çabalarının bir uzantısı olarak görmek gerek. Toplumun bir kesitine yönelik
tahrik edici bir söylemle, diğer kesitinin kucaklanma çabasının yaratacağı
sakıncalara, siyasetin baskılanması, hatta kendi söylemleri ile yok
sayılması eklenince, “ben devletim”
noktasına sürüklenen bir partinin iktidar olanaklarını sonuna kadar kullanarak
yürüttüğü çabalardan ibaret olan faaliyetlerini kalıcılaşma çabası olmaktan öte
gidemiyor.
De facto olarak ortaya
çıkan yeni yönetim biçimine rıza göstermeyenlere, yeni zorlayıcı aygıtlar
üretilirken, sandık süreçlerinde karşıtlık üzerinden verilen mesajları da
psikolojik baskı aracı olarak görmek gerek. Rızayı zora dayandıran
hegemonik yönetim anlayışında; kendine
ait kabul ettiğine, “öteki” olarak tanımladığı üzerinden erişerek propoganda
yapılırken, karşı kabul ettiklerinin itirazlarına yer verecek yayın organları
kısıtlı. Ayrıca, eleştirenlerin tepesinde baskı aracına dönüşen yargı “Damokles’in
kılıcı” gibi duruyor. Burada sadece; “öteki” gördüklerinin kurumsal çatısını
hedef alırken kullanılan kelimelerin karşılık olarak kendilerine iade edilme
yollarının tıkalı olmasından söz etmiyorum. Bundan daha önemli ve vahim olan bu tanımlamalara itiraz edecek
olanların itirazlarına açık kurum kalmamış olmasıdır diyorum. İtaat serbest,
itiraz yolları kapalı mesajı sürekli akıyor.
Siyaset, herkesin kendi
fikirlerini özgürce ifade edebildiği bir iklimde üretilebilir. Böyle bir iklim
yoksa, orada artık siyasetten söz edilemez. Bencil çıkar çatışmaları öne çıkar.
Kurumsallık çözüldükçe, yerini kişisel var olma çabaları ve öznel çıkarlar
doldurmaya başlar.
CHP’nin kurumsal kimliği
üzerine, herkesin affına sığınarak, parti içinden bir anıyı aktarmak isterim.
PM toplantısında, listede kendi yerlerini beğenmeyenlerin sertleşen üsluplarına
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bu sözlere bulunduğumuz CHP çatısı altında
edilmesine izin veremeyeceğini, kendisinin de rahmetli Ecevit karşında
muhalefet ettiğini ancak hiçbir zaman Ecevit’e karşı saygı sınırları dışında
tek sözünün olmadığını, her zaman saygı ile hitap ettiğini söylerken, CHP’nin
kurumsal kimliği ve teamüllerinin siyasetin üzerindeki yerine işaret etmişti.
Bu bakış açısını her koşulda korumak, CHP’nin kurumsal kimliğini sahiplenmek,
partiye üye olan, gönül bağı kuran herkesin görevidir. Eleştiri elbette olacak.
Ama en önemlisi insan onurunun korunması. Siyaset zaten insan için yapılan bir
faaliyet değil mi? Onur yoksa, insan yok.
AKP giderek devlet partisi
gibi davranmaya çalışırken; sürekli hedef gösterdiği CHP, devleti kurarken, kendisini devletle özdeşleştirmeme gayretine
girmişti. 1924 Terakkiperver ve 1930 Serbest Fırka girişimleri bu sayede
yapılabilmiş, nitekim 1924 Anayasasında tek partili rejim doktrine edilmediği
için, 1945’in koşullarında anayasa değişikliğine gerek kalmadan çok partili
siyasal rejime geçiş yapılabilmiştir.
CHP’nin içindeki günümüz sorunlarına, “cambaza
bak” konumunda tutularak tüm mesajların onun üzerinden akıtılma çabalarını ve
sıkıştırıldığı zemini görmezden
gelmeyerek bakacak olursak, özünde hala o saygın birikimin korunma çabasını
görebiliriz. Kurumları bizlere gösterilmeye çalışıldıkları biçimleri ile değil,
kendi bildiğimiz, tanıdığımız çizgide tutma çabamız ile sahiplenip
yaşatmalıyız. Kim ne derse desin; CHP, Türkiye Cumhuriyeti Devleti mucizesinin
mimarıdır. Bunun için Atatürk ve bu uğurda mücadele edenlerin anısı yaşatılacak
ve her zaman sevgi, saygı, minnet, şükran duygularımızla anılacaklardır. Hepimiz bugünkü varlık ve
bulunduğumuz konumları onlara borçluyuz.
CHP, Cumhuriyettir. Cumhuriyet, aydınlanma
mücadelesinin adıdır. Özgürlüğün kapısı Cumhuriyetle aralanmıştır. Fabrika
ayarlarına dönmek dediğimiz; Cumhuriyetin ışığını her türlü çıkarın, edinilen
yer ve beklentilerin üzerinde tutmak, kurumsal kimliğe geri dönmektir. Şimdi
CHP kadrolarında yer alanlar bilsinler ki, kurumsal çatıdan miras meşalenin
emanetçileridirler... Ve aydınlanma ışığını sonsuzlaştırmak gibi bir görevleri
var. Partinin sade üyelerinin (neferlerinin) çığlıklarını duymazdan gelerek
hala parti içi hesaplaşma çabası içinde olanlar önce partinin kurumsal
kimliğine sahip çıkma çabasına girişmeliler. Kurumsal kimlik, partinin iskeletidir. Bunu
güçlendirmek o kadar zor değil. Kimin hangi koltukta oturduğundan daha önemli
olandan söz ediyorum.
Tarihimizde “31 Mart
Vakası” önemli bir kesit. Ve biz, böylesi tarihi öneme haiz bir günde yerel seçimlere giderken, tüm pusulalar 1
Nisan ve sonrasına ayarlı... Şaka gibi bir sonuç istenmiyorsa, ana muhalefetin
tüm örgütleri çalışır hale getirme stratejisini, koltuk hesapları üzerinden
bilenen hırsların önüne alması gerekiyor. Kimlerin ne söylediğine değil, ne
yaptığı/yapacağına kilitlenmeliyiz.
Çamura gelince, onun
partisi yok; yağmurlu havada Ankara’nın göbeğinde ayakkabılarım çamurlanmadan yürüdüğümü anımsamıyorum. İstanbul’da da; havalimanında
botlarımı temizlediğimi anımsıyorum. Sorun eğer belediyeler ise, yıllarca
AKP’nin elinde olan Ankara’da lojmanda kalan arkadaşımın tam kapısının önünden
çıkarken, çukura denk gelerek burkulan ayağımın acısı unutulur gibi değil...
Çukur deyince aklıma hep Ankara geliyor.
Çöp, yani atık; o sadece
belediyelerin sorunu değil. Başta iktidar; hepimiz sorumluyuz. Çevreye duyarlı, saygılı, insan onurunu ve
insanca yaşamayı öne alan bir nesil yetiştirmek hepimizin görevi.