Azerbaycanlı şair, Avrupa’nın fahri bilim adamı, Avrasya Kültür Elçisi, ‘’VEKTÖR’’ Uluslararası İlim Merkezi Kurucu Başkanı, Azerbaycan YÖK Üyesi, Prof. Dr. Elçin İskenderzade yıllar sonra gittiği Ağdam’ı ve neler hissettiğini, gazeteciyazar Oktay Hacımusalı’nın yazdığı Günaydın Zafer adlı kitap için anlattı.
Ermeniler taş üzerinde taş bırakmamış!
İskenderzade’nin yaşadığı duygu yüklü anlara dair anlattıklarından bazıları şöyle: “Sabaha doğru çıktık yola. Otobüslerdeki insanların hepsinin yüzünde buruk bir sevinç vardı. Artık gidip gelenlerin, anlatanların, yapılmış yayınların bizlere aktardığı bir gerçek vardı: Ağdam’dan geriye sadece harabeler kalmıştı. Ermeniler buraların gerçek sahipleri olmadıklarını, bir gün mutlaka cennet Karabağ’ı terk etmek zorunda kalacaklarını bildikleri için taş üzerinde taş bırakmamış, her şeyi yakıp yıkmışlardı... Ağdam’da yaşadıklarımız, çocukluğumuz bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden akıp gitti. Belki o yerler yoktu, zar zor tanıyorduk gördüğümüz yerleri. ‘Burası neresi?’, ya da ‘burada eskiden ne vardı?’ diye soruyorduk sık sık, ama taşıyla, toprağıyla Ağdam’daydık işte. Kılavuzumuz Ağdam Mescidi’ydi, zaten ondan geriye şehir yoktu. Buruktu içimiz, orada olduğumuz saatler içinde yaşadığımın, her aldığım nefeste daha bir dinçleştiğimin farkına vardım. Doğduğum, çocukluk anılarımla süslü Ağdam ziyaretim sanırım asla unutamayacağım anılarımdan birisi olacak.”
“Bir Fatiha okuyacağımız mezar taşı bile kalmamıştı”
Azerbaycan’ın önde gelen kanaat önderlerinden Prof. Dr. Elçin İskenderzade hoca, Oktay Hacımusalı’nın kitabında yer alan anlatımlarında Ağdam’ı yıllar sonra gidişini şöyle aktardı: “Ağdam’a gideceğimi söylemek için aradıklarında akşamdı. Gece uyumam mümkün olmayacaktı sanırım. Hem öyle bir şey mümkün olabilir miydi? Yıllarca hasretiyle ve özlemiyle yanıp tutuştuğum, hep gidip gelen yabancı gazetecilerin anlattıkları kadarıyla yerle bir edilmiş, tabiri caizse bir hayalet şehre dönüşmüş doğup büyüdüğüm şehirle benim aramda bir kaç saat vardı sadece. Şimdi değil, o zaman deseydiniz ki, hadi kalk duygularını kağıtlara dök, inanın bir cümle dahi yazamazdım. Oysa yıllarca sözle, kalemle, kağıtla haşır neşir olmuş, hiç durmadan sınıflarda, en önemli toplantılarda saatlerce konuşmuş birisiydim. Oluyor, insanın sözlerinin boğazına düğümlendiği anlarda hiç bir şey duygularına tercüman olamıyor. Sen anlatacaklarını anlatmak istiyorsun, dolu dolu oluyor için, şöyle kıpır kıpır, ama anlatamıyorsun, bırak anlatmağı hatta ağzını bıçak dahi açmıyor. Susacaktım mecbur. Tüm yıllarımın acısını çıkarırcasına, eşimin dostumun, akrabalarımın, tüm Ağdamlıların sessiz çığlığı olacaktım. Dimdik durarak anlatacaktım özlemimi, hasretimi öyle dindirecektim, sessizçe durup seyrederken Ağdam’ı, onun yerle bir edilmiş caddelerini, sokaklarını, dünyaca ünlü Ekmek Müzesi’ni, Ağdam Çay Evi’ni. Birazda korku ve telaş vardı içimde. Ya orda tutamazsam kendimi? Ya kalkıp ağlarsam? Hafiflerdim en azından. İçimde yıllarca birikmiş özlemim açığa çıkmış olurdu. Az mı çektik senelerce, az mı içimize akıttık gözyaşlarımızı?! Ama artık susmayacaktık. Artık içimizde birikmiş hüzünden kurtulmuştuk. Ebediyete intikal etmiş olan büyüklerimizin mezarları duruyor muydu, bilmiyordum, büyük bir olasılıkla diğer izlerimiz gibi onu da silmişlerdi Ermeniler. Artık sarılacağımız, bir Fatiha okuyacağımız mezar taşları bile kalmamıştı büyüklerimizin. Evlerimizi sorarsanız yine kocaman bir sessizlik. Savaşın, yıkımın, barbarlığın acı sonucuydu ve ortadaydı”
“Elçin hoca’nın içinin nasıl cayır cayır yandığına tanığım”
Oktay Hacımusalı, Elçin hocanın anlattıklarına şu gözlemlerini ilave ediyor: “Aslına bakılırsa, Elçin beyle yıllara dayanan bir dostluğumuz, kardeşliğimiz var. Ve onun yıllarca Karabağ’ın Ermenilerce işgaliyle nasıl barışmadığını, bu kutsal toprakların işgalden kurtarılması adına nasıl mücadele ettiğini, dünyanın en önemli ülkelerde katıldığı bilimsel toplantılarda bile Karabağ sorununu sürekli dile getirdiğini bizzat gördüm, beraber katıldığımız toplantılarda, ‘’VEKTÖR’’ Uluslararası İlim Merkezi’nin çalışmalarında kardeş yardımıyla her gelen misafirimize Karabağ’ı anlattığımızda onun içinin nasıl cayır cayır yandığına tanık oldum...”