15 Temmuz’dan sonra, bütün kamu kurumları ve ordu içinde tarikat örgütlenmesi olduğu, kamudan atılan bütün FETÖ’cülerin yerini başka tarikatların doldurduğu iddiaları muhalefet çevrelerinde pek tutuluyor. Bu iddia en son emekli askerlerin bildirisinin Montrö ile birlikte güdüleme kaynaklarından biri olarak ortaya çıktı. Üzerinde üniformasıyla tarikat toplantısına katılmış bir amiralin davranışının ordutarikat ilişkisine dair bir kanıt oluşturmasının imkânsızlığı, bir Türk askerinin tarikat ayinlerinde bu şekilde yer almasının kabul edilemezliği bir tarafa nedense kimsenin dikkatini çekmedi.
Toplumda ne varsa, orduda da o vardır. Ordunun her kademesinde toplum içindeki ağırlığı oranında her tür görüşten ve eğilimden insan karşımıza çıkabilir. Esas sorun, Türk ordusunun insan kaynağı politikasının bu eğilimlerden birinin baskın hale gelmesine izin verip vermediğidir. Hangi görüşten olursa olsun bütün Türk subay ve astsubayları, Atatürk Cumhuriyeti’nin anayasal çerçevesine ve Türk vatanseverliğine tam bağlılık esası ile vazife görürler.
Tarikatlara bağlılık bu çerçeve ile esastan çelişir. Çünkü tarikat mensubiyeti, Cumhuriyet rejimine, laiklik ilkesine ve fikri hür vicdanı hür bireylerden oluşan yurttaşlar toplumuna temelden aykırıdır. Tarikat müridi bir subayı TSK’nın bünyesi kabul etmeyeceği gibi, böyle bir örgütlenmenin içinde yer alan ya da bunlara sempati duyan bir subay da kendisini TSK içinde rahat hissedemez. Çünkü tarikatlar, yapıları ve iç ilişki sistemleri itibariyle mensuplarından şeyhlerine tam sadakat istemekle kalmaz, bunu dışa vurmalarını da beklerler. Tarikat ayinine üzerinde üniformasıyla gittiği söylenen amiralin ya da GATA başhekim yardımcısı Ali Edizer gibilerin pervasız davranışları, aslında tipik tarikat ehli davranışlarıdır. Bu tür insanlarda cezbe halinin sağladığı adanmışlık psikolojisi ve kendisi gibi olmayanlara karşı yüksek özgüvenden gelen kışkırtıcı dışavurumlara sıklıkla rastlanır.
Dolayısıyla Türk Ordusu içinde tarikatların örgütlenmesinin iki nedenle kolay olmadığını söyleyebiliriz: Birincisi TSK’nın Atatürkçü geleneği, ikincisi tarikatların ordu içinde örgütlenmeye yönelik özel bir insan kaynağı politikasına sahip olmayışları... Ne orduda ne de kamu kurumlarının yargı, üniversite vb. gibi yetişmiş insan kaynağı gerektiren birimlerinde FETÖ’den boşalan yeri üçbeş yıl içinde başka tarikatların doldurması imkânı yoktur. Sağlık Bakanlığı’ndaki menzil örgütlenmesi türünden memur kademelerindeki kadrolaşmayı, FETÖ’nün hala deşifre olmamış kripto elemanlarını ve başka tarikatlara sızarak “renklenmiş” unsurların varlığını sürdürdüğünü unutmuyoruz elbette.
Ancak FETÖ’nün Türk ordusunun komuta kademesindeki örgütlenmesini bir tarikatın kadrolaşması gibi düşünmek büyük hatadır. 15 Temmuz kalkışmasından bu yana TSK’dan 21 bin personel ihraç edildi. 4 bine yakın personel hakkında soruşturma yapılıyor. Buna rağmen örgüt varlığını sürdürmeye çalışıyor. 15 Temmuz’un üzerinden neredeyse 5 yıl geçtikten sonra bile kripto elemanlara yönelik mahrem imam operasyonları ve tutuklamalar sürüyor.
Böylesi bir örgütlenme kırk yılı aşkın süre boyunca ABD’nin kollaması altında, bu alana yönelik özel yetiştirilmiş kadro çalışması, sınav sorusu çalma, kripto örgütlenme, hücre sistemi, kendilerinden olmayanları bezdirme vb. gibi illegal yöntemlerin uygulaması ile yürütülebildi. Üstelik TSK’nın bu unsurları tespit ettiği her yerde Yüksek Askeri Şura kararları ile tasfiye etmesinden dolayı, örgütün darbe kalkışmasına cesaret edecek bir örgütlenme düzeyine ulaşması için bunlar da yeterli olmadı. Bu düzeye ulaşabilmek için Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında zirveye ulaşan bir dizi uyduruk davanın FETÖ’cülerin önünü açmak üzere alan temizliği yapması gerekti. Bugüne kadar FETÖ’nün bir “tarikat” değil bir tür istihbarat örgütü; tasavvufi bir cemaat değil, gladyo örgütlenmesi olduğunu anlamayan kimsenin kalmaması gerekirdi. Ama öyle değil maalesef…
Bu olguyu göz önünde tutmadan orduda ve kamu kurumlarında neyin yer boşalttığını ve onun yerini tarikatların neden ha deyince dolduramayacağını anlama şansı yoktur.