Siyasetçilerden, gazetecilerden ve özellikle de uluslararası ortaklıklara sahip iş insanlarından duyduğumuz tanımlamaların başında “sivil toplum”gelmektedir. Görüşüne başvurulması veya fikrinin siyasetçiye yön vermesinin neredeyse bir tarikat şeyhinden icazet almak kadar önemli görüldüğü veya gösterildiği de bilinmektedir. Özellikle de bizim gibi yakın geçmişinde siyasetçilerin “askeri vesayet” kavramı üzerinden operasyon çektiği, bugün ise “katil devlet” diye slogan atan muhalefet siyasetçilerinin partisi içinde pek makbul görüldüğü bir ülkede, büyük belirgin örnekleri ile “sivil toplum” ve “sivil toplumculuk” neye ve nerelere hizmet ediyor sorusunu cevaplamaya çalışmakta fayda var.
Ülkemizdeki somut örneklere girmeden önce sivil toplum kavramının ülkemiz dışında da hangi yönetimsel anlayış ve ideoloji doğrultusunda var olduğunu açıklamaya çalışmak aydınlatıcı olacaktır.
Sivil toplum örgütleri, 1970’li yılların son döneminde kapitalizmin yaşadığı krizin ardından, uluslararası sermayenin devlet kavramı ile olan çekişmesinin sonucunda küçültülen devlet, kamu hizmet alanının daraltıldığı bir sosyoekonomik yapının oluşumunda, kitlelerin sağ veya sol hareketler ile devletin etki alanını güçlendirme girişimine karşı sistematik olarak oluşturulan, kontrollü sivil yapılardır. Özellikle de üretim alanındaki gelişmeler sonucunda oransal olarak genişleyen, ücretli çalışan orta sınıfın liberalizme adaptasyonunu sağlamak ve bir alternatif siyaset üretme girişiminin önüne geçmek için ideal bir aparattı sivil toplum örgütleri. Siyasallaşma ihtimali olmayan, küreselleşen düzene karşı bir araç geliştirmek yerine mevcut yapı içerisinde bir özgürlük yanılsaması ile güruhlaşan bir kitlenin oluşumunda ciddi bir başarısı oldu bu aparatın. Bizim gibi kurucu değerleri arasında devrimcilik gibi bir ilkeyi barındıran bir ülkede demokrasi yanılsamasının kısır döngüsünü güçlendirmiş, adeta çaresizliği bir çare olarak dayatmıştır. Bir o kadar da kurucu felsefenin dinamizmini sağlayan ve koruyucu bir unsur olan, devrimcilik ilkesini köreltmiştir.
Devletin küçültülmesi ve neoliberal anlayış ile devletsizleştirme, bizim gibi ulus devletlerin emperyalizm karşısında savunmasız hale getirilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Bu örnekten yola çıkılacak olursa, güçlü merkezi yapı geleneğinden gelen ülkemiz için, devletin alanının daraltılması milletin teslimiyetinin kolaylaştırılmasını sağlamaktadır. Yakın geçmişte “sivil toplum” hamasetinin en yoğun ve devlet yönetimi kademesinde destek ve karşılık bulduğu dönemde, ordu karşıtlığını ve emperyalizm çıkarları doğrultusunda, pekâlâ sivil toplum örgütlerini de kullanmış olan FETÖ’nün kumpaslarına şahit olduk. Yazının bundan sonraki bölümünde değineceğim başlıklar, Amerika’nın yeniden keşfi gibi görünse bile emperyalizmin saldırganlığının en büyük güvencesi olan zayıf hafızalara bir nebze can verebilirsem ne mutlu bana.
Ülkemizde, liberal bir anlayışta sivil toplumculuğun gelişimi ve karşılık bulabilir bir toplumsal yapıya kavuşmasının adımlarını görmek, tezat gibi algılansa bile Türk tarihinin bariz en batıcı, Amerikancı müdahalesi ve yarattığı etkilerine, aynı zamanda o süreçte emperyalizmin ne gibi projelerin tanıtımını yaptığına kısaca değinmek gerekiyor.
Bir tanımın isim değişikliğine uğraması aslında içeriğinin de değişim gösterdiğine işarettir. Bu değişim de ancak sonrasında gelen somut uygulama ve sonuçları ile anlaşılabilir. Sivil toplumculuğun ülkemizde de gözden kaçan bir isim değişikliği hikayesi mevcuttur. Çok kısa şekilde değinecek olursak, sendikaların, meslek odalarının, her kesimden düşünce toplulukları, 12 Eylül Öncesinde “Demokratik Kitle Örgütleri” olarak nitelendirilirken, 12 Eylül’ün yarattığı dış müdahalelere açık yapı sonrasında, başkalaşan bir içerik ile sivil toplum örgütleri isimleri karşımıza çıkmıştır. Özellikle de 12 Eylül öncesi göreceli bir bağımsız siyasi hattın çizilmesinde en büyük kitlesel araç olan sendikalar, çok sistematik ve aleni müdahale içeren bir başkalaşımın için sokulmuştur. Bu başlığı merak eden okuyucular Yıldırım Koç ve Alpaslan Işıklı’nın konu ile ilgili çalışmalarından faydalanabilirler.
1970’lerin sonunda yaşanan küresel ekonomik krizin ve içeride devlet alanının sosyal adaleti dengeleyen devlet varlığının, çok yakın geçmişte uluslararası reflekslerinin Kıbrıs Barış Harekâtında gösteren silahlı kuvvetlerin ve yaygın, reaksiyon kabiliyeti yüksek emek hareketlerinin varlığının, önünde bir engel oluşturduğu 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesinin, yani gazetelere ilan vererek Ecevit’i eleştiren TÜSİAD’ın yegane sigortasıydı 12 Eylül darbesi.
Özellikle de, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrası bırakılan denge dış politikası ile birlikte terk edilmeye başlanan milli, kalkınma merkezli ekonomik model 1960’ların başında ülkemiz kentlerinin göç sorunu ile tanışmasına neden olmuştur. 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü atmosfer ile kentlerde göç olgusunun etkilediği çalışan kesim sorunlarını politik olarak dile getirebilmiş, örgütlülüğünü siyasal olarak farklı kanatlarda temsil etmiştir. Başta belirttiğim şekilde bu kitlelerin siyasallaşmasının da önüne geçebilecek bir araca ihtiyaç vardı. Darbe sonrası oluşturulan siyasal atmosfer de aslında tam olarak buna hizmet etmekteydi.
Atatürk ve Cumhuriyetçilik kavramlarının içini sistematik olarak boşaltan darbe yönetimi ne hikmetse kurulduğundan bu yana kapatılmamış olan CHP’yi kapatmış; ama tam bir batı ideolojisi hatta bir dönemin başka bir soğuk savaş aygıtı olan sosyal demokrasi ismiyle parti kurulmasına izin vermiştir. Atatürk’ün yaşadığı dönemde, Wilson ilkelerini savunmak nedeniyle o dönem kurulan sosyal demokrat partinin kapatılmasında imzası olduğunu bir kere daha hatırlamış olursak taban tabana Atatürk ve Cumhuriyetçilik kavramıyla zıt bir uygulamasına şahit olmuş oluruz.
Tam da ülkemizde bu gelişmeler yaşanırken, 1983 yılında Reagan, Project Democracy isimli projeyi ortaya atmıştır. Soğuk savaşın, iki kutuplu dünyanın sonunun görünür hale geldiği günlerde tamamen tek kutuplu dünyada ABD hegemonyasının altyapısını güçlendirici bir adımdır Project Democracy. ABD’nin o dönemde kendi yönetim anlayışını ihraç projesiydi ve farklı alanlarda, farklı düşünce kuruluşları üzerinden uygulanmaya konulmuştu. Ancak ABD’nin yönetim anlayışının, ABD düzeyinde emperyal sömürüden beslenmeyen ülkelerde bir ABD modeli yerine, ABD müstemlekesi ülkeler yaratacağı, tartışmaya kapalı bir gerçekliktir. Burada da ABD’nin en etkin silahları “Sivil Toplum Örgütleri” ve onların düşünce kuruluşları olmuştur. Zaman içerisinde aynı şekilde benzer yapılanmalar AB ülkelerinde de varlık göstermiştir.
Bu kısa uluslararası girişten sonra ülkemize yeniden dönmekte fayda var. Ne hikmetse 12 Eylül yönetiminin devam ettiği süreçte cezaevine giren sağ görüşlü yurttaşları kucaklayan bir Fethullahçı yapılanma, sol görüşlüleri de sahiplenen bir Osman Kavala palazlanmıştır.
Devletini ve ülkesini kendi inandığı farklı görüşler ile kurtarma çabasında olup kontrollü bir anarşinin içinde kaybolan kuşak, kendisini devletinin cezaevinde bulmuş ve çıktığında ise ne kadar şaşırtıcıdır ki bu yapılar onlara sahip çıkmıştır. Onlarca belki de yüzlerce farklı “sivil toplum” yapılanmasının toplumda yarattıkları algıyı pek ala tek cümle ile açıklayabilmek mümkündür. İster Fetö ister KavalaSoros yapılanmaları olsun, temelde yarattıkları bilincin yurttaşların özgüvenini, ulusun cesaretini kırmak olduğunu görebiliyoruz.
Bunu evrensellik kavramının altında bir ulus üstü anlayışın yüceltilmesi ana mesajlarına hep birlikte şahit olduk. Kavala, sözde Ermeni soykırımı üzerinden milli onurumuzun, FETÖ ise medeniyetler ittifakı ile başkalaşmış bir yapı ile aynı algının, ulusal özgüvenin sarsılmasına hizmet etti.
Özellikle de Balyoz, Ergenekon kumpasları sırasında bu sivil toplum kuruluşlarının ve algı çalışmalarında bu yapılar ile iş birliği içinde olan gazeteci, siyasetçi ve akademisyen etiketi altındaki tüm işbirlikçilerinin nasıl bir söylem içerisinde ortaklaştıklarını gayet iyi hatırlıyoruz.
Bugün baktığımızda bu yapıların gerçek yüzlerinin toplumun önemli bir kısmı tarafından anlaşıldığını görmek gelecek için umut vericidir. Ancak bu yapılar temizlendi diye düşünüp emperyalizmin bu topraklarda, sivil toplum üzerinden yeni işbirlikçi taşeronlar bulamayacağını düşünmek de açık bir yanılgı olacaktır.
Mütareke yıllarında muhip cemiyetlerinden tanıdığımız, İkinci Dünya Savaşı sonrası girilen yeni siyasi hat ile Cumhuriyet devrimlerinin kurumlarının teker teker tasfiye edildiği yıllardan tanıdığımız, en güncel hali ile FETÖ, Kavala gibi isimlerden de yapılarının ortaya saçılmasına şahit olduğumuz bir yapının bu topraklarda yeni işbirlikçiler bulabileceğini unutmamamız gerekiyor. Burada Türk kamuoyunun dikkatlerini geçmiş tecrübelere istinaden “sivil toplum kuruluşları”ndan ayırmaması gerekiyor.
Masum ve hatta faydalı görünen sinema, tiyatro, blues, jazz festivallerinin, özellikle son birkaç gündür gündemde olan LGBT’lerin ve inanması zor ama bazı hayvan hakları projelerinin hangi büyükelçiliklerin hibe ve fonlarından beslendiğini bulmanız hiç zor olmayacaktır.
Bir demokrasi projesi olarak yaratılan sivil toplumculuğun dünya görüşü liberalizmin, önümüzdeki günlerde kendisini yeni isimlerle canlandırmaya çalışması fazlasıyla ihtimal dahilindedir. ABD ve AB’nin Covid19 nezdinde göstermiş oldukları tarihsel başarısızlık bu yapıların sahibi küresel sermayeyi yeni ambalajlar ve etiketler ile yeni illüzyonlar yaratmaya zorlayacaktır. Yıkılan ve geçmişi kan ile dolu sistemlerini diriltmelerine izin vermeyeceğiz. Biz ise geçmiş tecrübelerimiz ile algımızı olabildiğince açık tutup, elimizden geleni yapacağız.
Son olarak, emperyalizmin aparatı sivil toplumculuğun yerine ne koyacağız derseniz, yine alternatifi başka topraklarda aramaya girmeden Cumhuriyetin kurumlarını işaret edeceğiz. Bunun da güvenilir olmayan toplulukların ve ekonomik katmanların imaj toparlama çalışması olarak değil, bire bir kamu hizmeti olarak devlet eli ile yapılabileceğini söyleyeceğiz.
Halk evlerinin, Köy enstitülerinin ve Çocuk Esirgeme Kurumlarının yeniden kamu eliyle, güncellenerek daha da farklı alanlarda uygulanabileceğini, orta yolculuk tuzağına düşmeden cesurca söyleyeceğiz. Farklı etiketler ile kuruluşlar arkasına perdelenmiş ihanetlere geçit vermeyeceğiz. Önce bu toprakların onurlu geçmişine inanacağız, sonra bu topraklardaki ayrık otlarını, süne zararlılarını bir bir temizleyip köklerini kurutacağız. Türk’ün şanlı uyanışını “Ama, Fakat” demeden temizlenip arınıp başlatacağız.
İLK KURŞUN