Dünya kaçınılmaz bir kırılma noktasına doğru gidiyor.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesi yaşanan siyasi ve ekonomik küresel krizlerin çok daha büyüğü yaşanıyor.

2008’de (ABD kaynaklı küresel ekonomik kriz ve Gürcistan fiyaskosu ile) gerileme ve çöküş dönemine giren Amerikan emperyalizmi, önce Güney Amerika ve Afrika, ardından Avrasya’ya örtülü savaş ilan etti.

Neocon Obama döneminde Rusya esas düşman konumundayken, Trump’ın tercihi ekonomik rakip Çin oldu.

Amerikan ve İsrail saldırganlığına karşı Batı Asya’da direniş cephesinin lideri olan İran ise değişmez düşmandı.

ABD’nin bir devlet olarak kendi kuyusunu kazdığı 1980’de başlattığı neoliberal dönem, küresel çapta büyük bir gelir dağılımı bozukluğu yaratırken, bugün dolar trilyoneri (Jeff Bezos) olma yolundaki Amerikalı ve İsrail kapitalistleri başta olmak üzere tüm dünyadaki yandaş komprador zenginlerin hegemonyasını yarattı.

Şirketler Amerikası’nın (Corporate America) savaş ve dış politikalarını belirleyen de bu kesim oldu.

Başta donanma olmak üzere Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve istihbarat teşkilatları da yine bu müesses nizamın adamları tarafından yönetildi.

Bu savaş zenginleri hep daha çok savaş ve yüksek karlar peşindeydi.

ABD’nin savaş kazanmasından çok (Kore ve Vietnam’dan beri girdikleri her savaşı kaybettiler) savaş çıkarması ve özellikle de denizlerdeki hegemonyasını sürdürmesi onlar için önemli olandı.

11 Eylül 1973 Şili ve 12 Eylül 1980 Türkiye darbesi ve 1998 Rusya Yeltsin ve 2000’lerdeki eski Sovyet ülkelerindeki kadife darbeler gibi Amerika’daki 11 Eylül 2001 saldırılarını tezgahlayan da bunlardı.

Yani adamlar uydu ve hedef ülkelerle de yetinmiyor, kendi ülkelerinde de darbe yapıyorlardı.

11 Eylül terör tezgahıyla Irak ve Afganistan’a savaş açtılar, ABD’de ise demokrasiyi rafa kaldırdılar.

Ne de olsa 1945’ten beri iç savaş, siyasiekonomik darbe ve suikastlerde, yani kirli savaşlarda büyük deneyim kazanmışlardı.

Çünkü ABD bir kıta devleti olmanın avantajını güçlü donanmalarıyla ve o donanma üzerine inşa ettikleri güçlü ordularıyla pekiştirmişlerdi.

Hava gücünü de donanmalarıyla yani dev uçak gemileriyle taşıyorlardı.

Seçkin askerlerine bile “Deniz Piyadesi” diyorlardı.

Kıta devleti Amerika’nın, ada devleti İngiltere’den dünya emperyalisti unvanını alması da bu sayede oldu.

Batılı zengin emperyalistler için çok daha güvenli bir limandı.

Tüm bu zenginlik ise denizden geliyordu.

Türkiye’nin nadir gerçek jeostratejistlerinden E. Amiral Cem Gürdeniz’in tespit ettiği gibi, ülkelerin güçlü ve bağımsız hareket edebilmeleri ancak denizci olmalarıyla mümkündü.

Gürdeniz’e göre bu, hem büyük bir ticaret filosunu, hem de onu koruyacak güçlü bir donanmayı gerektirirdi.

Bugün ABD, dünyanın en önemli tüm deniz geçişlerini kontrol etme yeteneğine sahip olmakla böbürlenir.

Küresel çapta çoğu deniz kıyısında olan 800 üsse sahiptir.

Dünya ticaretinin ve petrol trafiğinin yarısından çoğunu içeren Hürmüz, Bab El Mendep, Malakka, Panama ve Süveyş geçişleri dolaylı olarak Amerika’nın kontrolündedir.

Boyun eğmeyen ülkeler, İran, Hürmüz, Somali ve Yemen ise Bab El Mendep boğazları yüzünden hedeftir.

Hint Okyanusu ve Büyük Okyanus arasındaki ana deniz yolu geçişi olan Malakka Boğazı, ABD ile Çin arasındaki mücadelede önemli rol oynar.

2008 sonrası dünya önemli değişimlere uğradı.

Rusya ve Çin, ABD’ye karşı büyük bir deniz hamlesi gerçekleştirdi.

Rusya özellikle Suriye’deki kirli savaşı fırsat bilip, çıkarlarını korumak ve gelecekte söz sahibi olmak için Akdeniz’e (sıcak denizlere) indi.

ÇİN – ABD SAVAŞI YÜKLENİYOR

Çin de, Tayvan ve Güney Çin Denizi’nde Amerika ve Japonya kaynaklı tehditlere yanıt vermek için donanmayı güçlendirdi.

15. asırda Müslüman Hui kökenli Amiral Zheng He’nin başlattığı ve fakat saray entrikalarıyla baltalanan Afrika açılımını 21. Yüzyılda yeniden başlattı.

Cibuti’de askeri üs kurarken 54 Afrika ülkesiyle askeri ve ekonomik işbirliği anlaşmaları imzaladı.

Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin en önemli ayağı da yine Deniz İpekyolu projeleriydi.

Sri Lanka’dan Pakistan’a, Yunanistan’dan İsrail’e uzanan bir deniz ticaret köprüsü kurdu.

Amerika’daki ulusal devlet ve küresel oligarşi arasındaki kapitalist çelişmeyi ustaca kullanan Çin Komünist Partisi, ülkeyi dünyanın üretim üssü haline getirdikten sonra bu avantajı teknolojik liderlik yönünde kullanmaya başladı.

Buna da “Made in China 2025” projeleri adı verildi.

Huawei savaşını, virüs savaşı takip etti.

ABD Başkanı Trump, virüsü yollayarak önce kazandığını sandığı, ardından büyük hezimete uğradığı savaşı, yeni bir boyuta taşımak için düğmeye bastı.

Çin’e karşı elindeki tüm imkanları kullanacaktı.

Bir ayağı çukurda olsa da hala küresel hegoman olma avantajı olan donanmadolar silahını çekti.

Çin’i ekonomik olarak izole etmek için de işe en yakın ortağı olan İsrail’den başladı.

CIA Başkanı iken “Çaldık, yalan söyledik, hile yaptık” itirafıyla ünlü Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, 13 Mayıs’ta İsrail’e gitti.

Ülkesi Covid 19 ile mücadele ederken, herkes karantinaya alınırken, Pompeo 8 saatlik uçak yolculuğu yaparak bu ziyaretin önemini de vurgulamış oldu.

İsrail’e “Yüzyılın Anlaşması” ile Filistin’i yutma yolundaki klasik destek mesajını iletmesinden (bu arada tahminimce bu işe karşı çıkan Ürdün’de de Kral Abdullah’a bir darbe tezgahı da konuşuldu) de önemlisi, Çin ile ilişkilerini kesmesi telkininde bulundu.

ABD’nin Çin’e savaş ilanı gibi bir şeydi bu.

Pompeo İsrail’den ülkesine döndükten hemen sonra Çin Halk Cumhuriyeti’nin İsrail Büyükelçisi Du Wei, Tel Aviv’deki konutunda ölü bulundu.

Kalp krizi dendi ama Çin’den soruşturma heyeti de yola çıktı.

Çin’in resmi yayın organı olan Global Times’ta yayımlanan bir yazıda ABD’ye yanıt anonim olarak verildi: “Çin’in ABD ile uzun bir savaş için karşı önlemleri hazırdır. Gelişen koşulların ışığında Çin, artık barışçı tutumunu terk etmek zorunda kalacak ve ABD’nin kendisini izole etme çabalarına karşılık verecektir.”

Bu geleneksel yumuşak Çin dış politik jargonunun epey ötesinde bir mesajdı.

MAVİ VATAN HEDEFTE

Olayın bir boyutu daha vardı.

Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin attığı cesur adımların ezilmesi ve Mavi Vatan ile Kıbrıs’ın Türklerin elinden alınması için harekete geçilmesi.

Pompeo’nun İsrail ziyaretinden bir gün önce ABD’nin Güney Kıbrıs Büyükelçisi Judith Garber, Rum Milli Muhafız Ordusu Komutanı Demokritos Zervakis ile KKTC toprağı olan Girne tablosu önünde verdiği pozla mesaj gönderiyordu.

Garber’in ziyaretinden 2 gün önce GKRY, Yunanistan, Mısır, Fransa ve BAE Dışişleri Bakanları ortak bir bildiriyle Türkiye’yi KKTC, Doğu Akdeniz, Libya ve Ege Denizindeki hamleleri nedeniyle sadece eleştirmekle kalmıyor aynı zamanda tehdit ediyordu.

İşte bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin Türkiye’yi de Asya kampında düşman bir güç olarak gördüğü ve Tümamiral Cihat Yaycı’nın da bu kapsamda NATO’cu ve sıcak paracı bir atmosferde tasfiye edildiği izlenimi güç kazanıyor.

Amiral Özden Örnek ile başlayan Mavi Vatan donanması hamlesinin Amiral Cem Gürdeniz ile süren seyrüseferinin son halkalarından olan Amiral Yaycı, tam bağımsız ve güçlü bir donanma ile Mavi Vatan’a sahip çıkmamızın kamuya mal olan isimlerindendi.

ABD, Yunanistan, FETÖ başta olmak üzere Türkiye düşmanlarını sevince boğan bu olay, moral bozucu olsa da jeopolitiğin yasasını değiştirmez.

Türkiye, denizcileşmek ve donanmasıyla hem Mavi Vatanı’nı, hem anayurdunu korumak durumundadır.

Bu bir tercih değil, yaklaşan “mükemmel” fırtına karşısında bir mecburiyettir.

Nasıl ki Avrasyalaşmak bir seçenek değil, ortak düşmana karşı bir mahkumiyet ise, Mavi Vatan’a sahip çıkmak da ülkemizin bölünmemesi için bir zorunluluktur.

Nasıl ki Ergenekon ve Balyoz kumpasları ters teptiyse, bugün devamı olan (farklı kisvelerde olsa da) NATO’cu tertipler de neticede kaybetmeye mahkumdur.