Bu yazıyı, 12 Haziran 2019 tarihli Yeniçağ Gazetesi'nde 9 Mayıs’ta ABD’de verdiğim Türkiye’nin Deniz Jeopolitiği konusundaki konferansı ağır itham ve iftiralar ile eleştiren Ahmet Takan isimli yazarın makalesine cevap olarak yazdım. Kendisi, Ümit Yalım isimli şahsın benim ve konferansı organize eden Turkish Heritage Organization (THO) isimli düşünce kuruluşu hakkında yazdığı gerçeklerle bağdaşmayan iftira niteliğindeki bilgilere dayanarak bu yazıyı yayınlamıştır. THO halen ABD’de FETÖ’nün en çok saldırdığı ve uğraştığı bir düşünce kuruluşudur. O nedenle her hafta iftira saldırısına uğramaktadır. Söz konuşu konferans benim yurt içi ve yurt dışında bugüne kadar verdiğim 150’yi aşkın konferanslardan birisidir. Yazıda iddia edildiğinin aksine, konferansta masalarda ve salonda Türk bayrağı vardı. Kullanılan tüm haritalar yıllardır kullandığımız ve bugün devletimizin ve Dışişlerimizin kullandığı haritalardan derlenmiştir. EGAYDAAK (Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıklar) statüsünde olan ada ve adacıklar karasuları dahil farklı renklerde gösterilmiştir. Konferansta bu sorun alanı her ada grubu ve hukuki enstrümanları ile ayrı ayrı anlatılmıştır. Mavi Vatan makalemde belirtilen Gökçeada ve Bozcaada’nın statüleri bugünkü fiili hukuki durumu anlatmaktadır ve zorlama bir iftira konusu olduğu her halinden bellidir.
Hayatımın 3.5 yılını isim babası olduğum Mavi Vatan’ın çıkarlarını korumak için hapiste geçirmiş ve bedel ödemiş birisi olarak böyle mesnetsiz ve saldırgan iftiralara maruz kalmak beni asla yıldırmayacaktır. 29 Nisan 2011 tarihinde yargılandığım Silivri Mahkemesi'nde çadır tiyatrosu karşısında savunma yapmamış, manifesto vermiştim. Hakim Ali Efendi Peksak (şimdi FETÖ’den hapiste) bana dönerek "Peki ama neden adınız onlarca değişik delilde ve her yerde geçiyor? Bunu nasıl izah edeceksiniz?" diye sorduğunda cevaben: "Suçum, tarihin ve talihin beni hazırladığı yer ve zamanda Türkiye’nin deniz çıkarlarını korumuş olmaktır" demiştim. Aynı mahkeme heyeti, 2012 yılındaki son karar duruşmasında son sözüm sorulduğunda "Sizi tanımıyorum" demiştim. Bugün de aynı şeyi tekrar ediyorum. Türkiye’miz, Mavi Vatanın her cephesinde kazanana kadar, devletimin yanında mücadeleye devam edeceğim. Bu kapsamda Yunanistan’da pek çok gazetede ve televizyon programında adımın hedef gösterildiğini de Takan ve Yalım’a hatırlatırım.
Şimdi benim üzerimden neden böyle bir karalama kampanyasının ve bilgi kirliliğinin yaratıldığı konusuna değinmek isterim.
ULUSAL ÇIKARLAR VE ÖNCELİKLERİMİZ
Kamuoyunda "İşgal Altında 18 Ada" kavramı yaygın olarak kullanılıyor. Gerek konferanslarımda sorulan sorular, gerekse yazışmalar üzerinden bana işgal altındaki adalar hakkında sorular zaman zaman geliyor.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de gerek jeopolitik gerekse ekonomik sonuçları son derece önemli ve çok ciddi deniz yetki alanı sorunu yaşanırken Ege Denizi'nde işgal altındaki 18 ada kavramının Doğu Akdeniz’i ikinci plana atacak tarzda sürekli gündemde tutulması, ulusal çıkarlar ve güvenlik önceliklerimiz kapsamında değerlendirilmelidir.
Konu, Türkiye’nin deniz jeopolitiğinde ağırlık merkezinin ne olması gerektiğidir, yani önceliği. İşgal altındaki adalar asla önemsiz değildir. İşgal altında ya da Egemenliği Tartışmalı Adalar sorunu 1995 Aralık ayında bir Türk gemisinin Kardak kayalıklarında karaya oturması ile başlamış, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından gündeme taşınmış, merhum Oramiral Güven Erkaya tarafından sonuna kadar savunulmuş ve 1996 sonrasında Kardak ve benzeri adalar için Deniz Kuvvetlerimiz mesaisinin önemli bir bölümünü bu sorun alanına odaklamıştır. Bu kapsamda Amiral Mustafa Özbey tarafından Genelkurmay Başkanlığı'nda Yunanistan Kıbrıs Dairesi bile kurulmuştur. Bu daire söz konusu ada ve adacıkları ve buradaki Yunan devlet uygulamalarını yakinen takip etmektedir. Bu takip ve tespitler ileride konu uluslararası mahkemeye intikal ettiğinde kullanılmak üzere tutulmaktadır.
Balyoz Kumpası'nda sahte deliller ile Deniz Kuvvetleri'nin kafası biçilirken yaratılan sahte delillerin pek çoğu Deniz Kuvvetleri'nin bu ada, adacık ve kayalıklara bir daha akıl yormaması için üretilmişti. Benim hakkımda üretilen 100’e yakın sahte delil içinde bu konuya yönelik olanlar da vardı. Yani Deniz Kuvvetleri'ne asla bir daha Kardak operasyonu benzeri işlere girişmeyin mesajı veriliyordu.
FETÖ, 2009 yılındaki ilk kumpas tutuklamaları ve özellikle 2011 tutuklamalarında Kardak krizine gerek askeri sahada gerekse karargah ve akademik ortamda emek harcayan pek çok amiral, subay ve astsubayı bir kaç istisna hariç hapise attı.
Deniz Kuvvetlerimizin bu adalara yönelik politikası kumpas davalar döneminde görece duraksamaya girdi. Ancak özellikle 15 Temmuz 2016 sonrası bu konudaki aktif uygulamalar arttı. Bu artışa medyadan takip edebildiğimiz kadarı ile Sahil Güvenlik Komutanlığımızın uygulamaları da yasadışı göçle mücadele kapsamındaki faaliyetler çerçevesinde büyük katkı sağladı.
Ancak içinde bulunduğumuz Doğu Akdeniz konjonktürü, egemenliği Yunanistan’a devredilmemiş 153 ada, adacık ve kayalığın egemenlik sorununu bugünkü koşullarda Türkiye lehine sonuçlandırmaya henüz müsait değildir. Zira Doğu Akdeniz deniz yetki alanları sorunu en yakıcı sorun alanı olarak karşımızda duruyor. İşin en zor tarafı Ege’de muhatabımız tek bir devlet iken Doğu Akdeniz’de muhatabımız kıyıdaş olarak beş devlettir. (GKRY, Yunanistan, Suriye, Mısır ve Libya) Doğu Akdeniz’de ayrıca karşımızda her ay tatbikat yapan ayrı ayrı ittifak sistemleri vardır. (GKRYİsrailYunanistanABDMısırİtalyaFransa)
Diğer yandan KKTC’nin geleceği kapsamında garantörlük haklarımızın elimizden alınması için federal çözüme yönelik çabalar bitmemiştir. ABD liderliğindeki emperyalizm adadaki bağımsız Türk askeri varlığını göndermek için 45 yıldır ısrarını sürdürüyor. Bu arada adada Türkiye aleyhinde Fransa ve ABD ile üs geliştirme görüşmeleri devam ediyor.
Doğu Akdeniz güvenliğinden ayıramayacağımız denize çıkışı olan sözde bir Kürdistan’ın kurulma gayretlerini bu karmaşık tabloya ekleyelim. Öyle karmaşık bir tablo ki, Türkiye son 3 ayda tarihinin en büyük iki deniz tatbikatını yapmak zorunda kalıyor. Bu tatbikatlardan Deniz Kurdu 2019 sırasında devletimiz, Baf batısında kıta sahanlığımızda ilk delme operasyonunu gerçekleştiriyor. Yer yerinden oynuyor. AB’den, NATO’ya pek çok kuruluş ve devlet Türkiye aleyhinde tehditkar deklarasyonlarda bulunuyor.
Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığımızın mücavir alanlarında bizzat gaz çıkarılmaktadır. Yani ispat edilmiş rezervler vardır. Daha da öte gaz hidrat rezervleri de vardır. Ege’de ise 1976 yılında imzaladığımız Bern Mutabakatı paralelinde kara sularımız dışında sismik araştırma yapamadığımız için elde bulgu yoktur. Aynı durum Yunanistan için de geçerlidir. Bern Mutabakatı devam ettiği sürece iki tarafın Kıta sahanlığı ve MEB sınırlarını belirleme seçeneği de henüz yoktur. Ayrıca Uluslararası Adalet Divanı karar ve içtihatları çerçevesinde sorunlu bölgelerde bulunan adaların, üzerlerindeki ekonomik faaliyete, coğrafi konumlarına, kıyı uzunluğuna ve diğer pek çok faktöre bağlı olarak kara suları dışında Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığına sahip olmaları çok nadir rastlanan durumlardır. İnsansız adacık ve kayalıkların zaten bu hakkı yoktur. 153 EGAYDAAK’ın Türkiye’ye deniz yetki alanı kazanımı % 6 civarındadır. Yani kabaca 1015 bin km kare. Bu kazanımı şu an Türkiye hukuk yolu ile sağlayabilecek durumda değildir. Zira muhatabımız bu yolları kapamıştır. Geriye sadece savaş seçeneği kalıyor.
Şimdi soruyorum. Türkiye, askeri ve diplomatik gücünü hangi sorun alanında yoğunlaştırmalıdır? Doğu Akdeniz’de mavi vatanından çalınmaya çalışılan 150 bin km karelik alana mı, yoksa Ege’deki Kardak statüsündeki Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş 153 ada, adacık, kayalık sorununun (EGAYDAAK) çözümüne mi sevk etmeli?
Doğu Akdeniz’de karşı karşıya kaldığımız güvenlik konjonktüründe sırtımızı Doğu Akdeniz’e dönüp Ege’deki bu soruna yönelme ve bir savaşı göz alma lüksümüz yoktur. Sorun en kısa sürede Doğu Akdeniz’de fiili devlet uygulamaları ile 18 Mart 2019 tarihinde Dışişleri Bakanlığımızın BM’ye deklare ettiği Doğu Akdeniz Mavi Vatanını sahiplenmektir. Unutmayalım Ege’de Lozan Anlaşması sonrası dönemde aynı hassasiyeti donanmasızlık nedeni ile gösteremediğimiz için 153 varlığı sahiplenemedik. Bugün aynı hatayı Doğu Akdeniz için tekrar edemeyiz. Bu dediğimden asla işgal altındaki adaları önemsemeyelim çıkarımı yapılmamalıdır. Onların mutlaka zamanı gelecektir. Ancak o zaman bugün değildir.
EMPERYALİZMİN ARSUZU DOĞU AKDENİZ'DEN ÇEKİLMEMİZDİR
Diğer yandan bu konuyu sıkça gündeme getirenlerin bir tezi de Girit güneybatısında bulunan EGAYDAAK statüsündeki Gavdos Adası'nın, kıta sahanlığı sınırımızı değiştireceği yönündedir. Evet bu ada Türkiye’nin hak iddia ettiği ve hatta 1997 yılında NATO tatbikat planlama toplantısında Türk Deniz Subayı tarafından Türk adası olarak deklare edilmiş bir adadır. Ancak bu adaya eğer kıta sahanlığı verilirse, Meis Adası'nın durumu ne olacaktır? Çok saf bir şekilde Yunanistan’ın tezlerine destek olma durumu ortaya çıkar. Yani Gavdos gerekçesi ile Meis’e destek olursunuz. Bu da 90 bin kilometrekare alan kaybıdır. Ayrıca Doğu Akdeniz ve Ege sorunlarının birbirinden ayrılması ulusal çıkarlarımız için çok önemlidir. Gavdos üzerinden Ege ve Akdeniz’i ilişkilendirmek Yunanistan’ın arzu ettiği bir durumdur. Zira böyle bir durumda Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’de de muhatap almak zorunda kalırız. O şartlarda da Ege sorunları çözümlenmeden Doğu Akdeniz’de MEB ilan etmemek gibi bir sorunla karşılaşacağız. Halbuki bugün en öncelikli gereksinim gecikmeden Doğu Akdeniz’de MEB ilan etmemizdir.
Özetle, işgal gibi kamuoyunun ilgi ve dikkatini çeken başlıklara dikkatle yaklaşılmalıdır. Bu durumun Doğu Akdeniz’deki hayati çıkar ve endişe alanlarımızda dikkat ve enerji kaybına neden olmasına ve uluslararası hukuk alanında inandırıcılığımızın sulandırılmasına izin verilmemelidir. Bugün emperyalizmin en büyük arzusu Türk Donanması'nın Doğu Akdeniz’den çekilmesidir. Bu duruma izin vermeyelim, fırsat yaratmayalım.
Aydınlık