Bir süredir Afganistan’ın modernleşmesiyle ilgili kaygılar görüntüsü altında gerçekte Taliban’ı değil kendimizi konuşuyoruz. Çünkü 19. Yüzyıldan bu yana batı karşısındaki yarı sömürgeleşme sürecimiz ve bu makûs talihten demokratik devrimlerle kurtulma çabamız tamamlanmış değil. 

Geçen yıl İbrahim Kalın’ın batı ve Türk modernleşmesi ilişkisi üzerinden söyledikleri tartışılmıştı. Geçen gün Murat Belge Marksist olduğu için –dolayısıyla batı ile bir derdi olmadığı için kendisini Atatürkçülere yakın hissettiğini söyledi. Öte yandan Atatürkçülük iddiasında bulunanların çoğunun ideolojik olarak gerçekte liberal olduklarını ve modernleşme ile batılılaşmayı özdeşleştirdikleri biliniyor. Özgür Bursalı’nın birkaç gündür Aydınlık’ta yayınlanan yazıları altı çizile çizile okunmalı.

Bütün bu tartışmalar Türkiye’nin bunca zaman sonra hala modernleşme ile batı uygarlığı arasındaki diyalektiği oturtamamış olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Türkler modernliği batı toplumları karşısındaki askeri yenilgi ve ekonomik sömürgeleşme ile tecrübe ettiler. O gün bu gündür batı modernitesi ile kendimizi ilişkilendirirken en büyük sorunumuz batıyı salt maddi bir güç olarak mı yoksa o gücün arkasında yatan bir değer sistemi ile mi kavramamız gerektiği sorunu etrafında dönüp duruyor. Siyasal güçler arasında ilericigerici etiketleri, bu meselenin kategorik ön kabullerine dayalı olarak yapıştırılıyor. 

Modernliği maddi bir olay olarak kavradığınızda, kendi toplumunuzun önündeki temel meseleyi “batılılaşma” olarak koyuyorsunuz. Kendi iç dinamiklerimiz batılı hale gelmemizi sağlamadığına göre, mesele ne yapıp edip batılı bir toplum formuna dönüşmek olarak algılanıyor. Bu algılama günümüzde hala çok güçlü. Kemalizm’in bütün devrimci mirasına rağmen CHP’nin sosyal demokratlaşmasının yarattığı ideolojik etki nedeniyle aydınların ve toplumun bir kesiminde tutunuyor. Çağdaşlaşmayı batılılaşma olarak kavrayan bu nedenle AB üyeliğini Atatürk’ün hedefi gibi algılayan güçlü bir damar var. Murat Belge’nin kendini yakın hissettiği iklim budur. Bu görüşün tutunmasını kolaylaştıran etmenlerden biri de karşısındaki İslamcı/muhafazakâr tezin içerdiği sonuçlara duyduğu tepkidir. 

İslamcı gelenek batı toplumlarının gücünü maneviyattan yani sahip oldukları ideolojik ve kültürel değer sisteminden aldıkları düşüncesini benimsedi. Bu, maddi ile manevi olanın diyalektik ilişkisini es geçen ve önceliği maneviyata veren bir tutumdu. Oryantalistlerin batının üstünlüğünü batıya özgü değer sistemine atfetmelerine karşı çıktığı ve yerelliğe vurgu yaptığı için başlangıçta toplumun kendini koruma refleksine cevap verme avantajına sahipti. Ancak maddi olanı manevi olana tabi kıldığı için önceliği ahlaka, dinselleşmeye vb. vererek bilimsel çözümlemenin dışına düşmekle kalmadı, dini ve ahlaki kültürel pratiklerin yaygınlaşmasını sağladığı ölçüde amacına ulaştığını düşünerek kendini kandırma yoluna girdi.

Bütün bu tartışmalar içinde Atatürk’ün meseleyi batılılaşma değil muasır medeniyet seviyesi diye koymasındaki diyalektiğe pek az dikkat ediliyor. Evet, batı modernitesi salt teknik ve maddi bir olgu değildir. Kapitalist üretim tarzı temelinde toplumsal kurumların yeniden örgütlendiği köklü bir dönüşüme tekabül eder. Modernleşmek dışsal görünümüyle yüksek katlı binalar dikmek, otomobile binmek ya da işlerinizi internetten takip etmek gibi dursa da esas sorun, toplumun bu maddi değişmeyi kendi iç dinamikleriyle, insan kaynağı ve o insanın sahip olduğu değer sistemi sayesinde üretebilir hale gelmesidir. Yani işin maddi yönü gibi bir manevi (ideolojik ve kültürel) yönü olsa da, bu ne batıcıların sandığı gibi ithal edilebilen ne de İslamcıların sandığı gibi tarım toplumunun kültürünü konserveye koyup günümüze taşımak suretiyle yapılabilecek bir iş değildir ve olmamıştır. Geleneksel tarım toplumlarında ancak nüve olarak görebileceğimiz iki özelliğin, yeni toplumun kültürel değer sisteminin merkezine yerleşmesini gerektirir: bireysel özerklik ve aklın önceliği…

Bunlar batı toplumlarına özgü kültürel değerler değildir. Modern uygarlığın teknik yönünün yeniden üretilmesini mümkün kılan özgün değerlerdir. Ancak aynı zamanda hiçbir tarım toplumunun maddi değişme olmaksızın üretemeyeceği değerlerdir. Bir başka deyişle modernleşme, maddi değişmeyle başlayan ama özgün dinamiklere oturarak sürdürülebilir hale gelebilmesi için, insan kaynağının özerkleşmesi (fikri hür vicdanı hür), rasyonelleşmesi (Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz) gereken bir süreçtir. Maddi değişmenin temel yani başlangıç şartı ise o toplumun kendi kaderine hâkim olması yani ulusal bağımsızlıktır.

Kimin modernliği savunduğu meselesine, kimin daha batıcı olduğuna bakarak karar veremeyiz. Kim ulusal bağımsızlıktan yanadır ve bunun sosyoekonomik temellerini kurmaya yönelmektedir; kim özerk ve rasyonel bireylerden oluşan, kendisini millet olarak örgütlemiş demokratik bir toplumdan yanadır diye bakarak karar verebiliriz. Çünkü bugün artık uzatmaları oynayan batı uygarlığının üstünlüğü kendisini böyle örgütlemiş olmaktan gelmekteydi. Ne modernleşmeyi sadece maddi unsurlara ne de onun manevi unsurlarını “batıya özgü kültürel değerlere” indirgeyip gelenekçiliğe kapanarak içinden çıkılabilecek bir yol yoktur. 

Aydınlık