Dünyada gerçekten de çok kritik bir dönemi yaşıyoruz.
1945’te başlayan “Amerikan Yüzyılı” çok büyük olasılıkla 2045’i göremeyecek.
Küresel bir ‘transition’, yani geçiş sürecini idrak ediyoruz.
Jeopolitik liderlik Atlantik’ten Pasifik’e, Amerika’dan Asya’ya geçiyor.
Bunun birden fazla sebebi var.
Birincisi ABD’nin askerigüç/dolar eksenli vahşi kapitalist sisteminin çöküşte olması.
Yani 25 trilyon federal borca doğru koşun Amerika, tarihteki Hollanda sendromuna(*) benzer ‘karşılıksız dolar’ rehavetinin son ve ölümcül aşamasında. 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan, NATO, IMF, BM ve AB gibi küresel yapıların tamamı da aynı kaderi paylaşıyor. Batı kapitalizmi artık tamamen üretimsiz bir finans kapital mafyasına dönüşmüş durumda ve dünyanın sorunlarına cevap vermek yerine bizzat o sorunların kendisini teşkil ediyor.
İkincisi, ABD’nin zorbalıkla yani üstün silah ve savaş gücüne dayalı hegemonik düzeni, tarihte yine ilk kez yaşanan RusÇin ittifakı önderliğindeki gelişmekte olan ülkeler ittifakı sayesinde zorlanıyor. Jeopolitik Uzmanı Tümamiral Cem Gürdeniz’in Aydınlık’taki son yazısını okumanızı tavsiye ederim.
Üçüncüsü ise Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişi. KuşakYol girişimiyle küresel Batı kapitalist hegemonyasına karşı gelişmekte olan dünya ile kurduğu/kurmakta olduğu muhteşem işbirliği. Sömürü, kargaşalık ve işgal yerine altyapı yatırımlarıyla ortak kazanca dayalı işbirliği seçeneği. Bir başka dünya mümkün oluyor. Bu girişime öyle ya da böyle 126 ülke katılıyor. Bu, dünya nüfusunun üçte ikisini kapsıyor.
Ülkelerinin tarihsel rekabetine son vererek, küresel hegemona karşı işbirliği yapan Xi Jinping ve Vladimir Putin, strateji, dirayet ve liderlik vasıflarıyla, cahil ve ırkçı tiplemesiyle adeta bir palyaçoya benzeyen yalan rekortmeni Donald Trump’a açık ara fark atıyor.
Theresa May, Emanuel Macron ve Angela Merkel gibi Amerikancı Avrupalı liderler de artık tel tel dökülüyor. Amerikan derin devleti (Trump’ın eski danışmanı Steve Bannon gibi NeoNazi artıkları eliyle) Avrupa’daki çözülmeden yeni Hitlerler çıkartıp ortalığı karıştırma planları yapıyor.
Ben burada Çin ve Rusya ile ABD’nin askeri nükleer güç bilançolarının kıyaslayarak bir güç analizi filan yapacak değilim. Dünyada işler artık böyle yürümüyor. ABD uzun bir zamandır asıl rakiplerine karşı vekalet (proxy) savaşları yürütüyor.
Körfez ülkeleri, İsrail ve Avrupalı müttefikleriyle birlikte Afganistan’da TalibanEl Kaide, İran’da PKK, El Kaide Cundullah, Halkın Mücahitleri, Irak’ta PKKEl KaideIŞİD, Suriye’de Nusra, PKK, IŞİD, Libya’da IŞİD/El Kaide, Yemen’de doğrudan Suudi Arabistan, Venezuela’da paralı kontra askerler, İsrail, Kolombiya ve Brezilya paramiliter unsurları, Ukrayna’da toplama neonaziler, IŞİD ve Gürcü/Ukraynalı paralı askerler, Türkiye’de FETÖPKK ve IŞİD, Pakistan’da Hindistan, CundullahIŞİD, Rusya’da Vahabi Çeçen (MI6), Çin’de Selefi Uygur (CIA) ayrılıkçılar vs.liste uzayıp gider.
Aslında bu yöntemi ilk bulan ve kullanan ABD’nin küresel hegemonya macerasındaki selefi İngiltere’ydi. 1. Dünya Savaşı ve Çanakkale’de sömürgelerinden asker toplayan Londra, 1913’te Yunanistan’daki Alman yanlısı Kral Georgios’un Selanik’te bir suikast sonucu öldürülmesi sonrası tahta çıkan İngiliz yanlısı oğlu Konstantin ve Başbakan Venizelos’a, 1920’de Anadolu’yu işgal görevi vermişti. Bence vekalet savaşlarının atası Yunan ordusunun İzmir’e çıkışıdır. Sonu hüsrandır.
Neticede bugün, nükleer güçler olan Rusya ve Çin’in, nükleer güç ABD ile doğrudan bir savaşa girmesi (akıl mantık sınırları içinde) mümkün değil.
ABD savaşlarını vekillerle yürütüyor.
Stratejik noktalardaki üçüncü ve güçsüz ülkeler, ABD tarafından jepolitik satranç tahtasında savaş alanları olarak seçiliyor.
Krizlerin merkezlerine dikkat edin, hepsi de dünya enerji ve deniz yolları haritalarında köşe taşları olan ülkeler.
Irak (Petrol ve Basra), Suriye (Doğu Akdeniz ve İran bağlantısı), İran (Petrol doğal gaz ve Basra), Mısır (Süveyş ve Gazze), Yemen (Bab El Mendep boğazı), Venezuela (Karayipler geçişi petrol ve değerli maden zengini) , Küba (ABD’nin dibinde Çin ve Rusya üssü), Sri Lanka (Asya enerji ve nakil yolu üzerindeKuşak ve Yol ülkesi), Sudan ve libya (Petrol ve doğalgaz zenginlikleristratejik geçiş noktaları) ve elbette Avrasya’nın en kritik noktasında duran Türkiye, Avrupa, Asya, Afrika kesişiminin tam merkezinde.
ÇİNRUS İTTİFAKINA İRAN/VENEZUELA TESTİ
ABD, soğuk savaş sonrası komünizm yerine İslam’ı düşman ilan etti derlerse de inanmayın, emperyalizmin esas düşmanı ona direnen ve boyun eğmeyendir.
ABD, tüm yukarıda saydıklarımın arasında, en çok direnen 2 ülkeyi ön sıraya aldı.
Biri, darbe ve insanlık dışı yaptırımların odağındaki (Hristiyan) Venezuela (Monroe’cu Bolton Küba ve Nikaragua’yı da ekledi), diğeri ise ABDİsrailSuudi tehdidi ve hukuksuz yaptırımların odağındaki (Şii Müslüman) İran.
İran ve Venezuela, hem önemli oldukları, hem de Rusya ve Çin’in en yakın müttefikleri oldukları için hedefte.
Yani 2 taşla 4 kuş!
Chavez’in Bolivarcı Sosyalist Venezuela’sında 2003’ten bu yana, ABD yerine Rusya ve Çin’in devasa petrol, maden ve endüstriyel alanlarda yatırımları var. Venezuela’nın en yakın müttefiki Küba’da da Rusya ve Çin’in büyük yatırımları bulunuyor. Özellikle Çin, Kuşak ve Yol projeleriyle Karayipler’de ABD’nin tahtını sallıyor.
Nikel madenleri işletmesi ve diğer ticaret girişimlerinin yanı sıra, 16 Nisan’da Küba ile bu ülke sularında petrol arama anlaşması yaptı Çin.
(Kaynak: http://www.williamengdahl.com/englishNEO24Apr2019.php)
21 Nisan’da Trump’ın güvenlik danışmanı faşist John Bolton, Küba’yı da Venezuela ile birlikte hedef alan açıklamasını yaptı.
30 Nisan’da da Venezuela’daki başarısız Amerikancı darbe girişimi yaşandı.
Kukla Guaido ile orduyu devşirme girişimi başarısız olunca, Bolton ve Pompeo bu kez doğrudan askeri müdahale açıklaması yaptılar. Son haber Pentagon’da planlamaların yapıldığı yönündeydi.
ABD, Venezuela’da Rusya ve Çin’e meydan okuyor.
İran da farklı değil.
3 mayıs Cuma günü ABD’nin İran ile enerji alışverişi yapan Türkiye dahil 12 ülkeye yönelik muafiyeti kalktı. Çin, Hindistan, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Türkiye, İtalya ve Yunanistan'ın muafiyetleri sona erdi.
İsrail ve ABD, zaman zaman Suriye’deki İran askeri birliklerini vuruyor.
Sadece İran’ı değil, ondan petrol alan Çin ve Hindistan gibi dev ülkeleri de.
İran ile Astana başta olmak üzere bölgesel ve ikili işbirliği içindeki Türkiye ve Rusya’yı da elbette.
ABD, Suudi Arabistan, BAE ve İsrail ile birlikte İran’ı askeri olarak da hedef alıyor.
İran da aynı Venezuela gibi, ABD’nin Rusya ve Çin’e karşı, kol bükme denemelerinin öznesi.
Eğer ABD, geçmişte Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi bu ülkeleri “bitirirse”, aynı zamanda ÇinRus gücünü de yenmiş olacak.
Tabii bu esnada Çin ile Rusya’yı ayırmak için pek çok hamle de yapılıyor.
Ama gelinen noktada, bu hamlelerin başarılı olamadığı görülüyor.
Şimdi ABD, RusÇin ikilisine karşı kovboyca meydan okuyor.
Tabii kovboy dedikse, doğrudan düelloya girişemez.
Savaş alanı, Venezuela ve İran (ilk aşamada).
O kadar önemli bir dönemden geçiyoruz ki, dünyanın yeni jeopolitik şekli bu sürecin sonunda belli olacak.
Eğer Rusya ve Çin, Venezuela ve İran ile ABD’ye karşı sağlam duramazlarsa bu savaşı kaybederler.
Kendi coğrafyalarına hapsolur, gerilerler.
Türkiye’nin kaderi de İran ve Venezuela’ya bağlı.
Eğer, Çin ve Rusya, İran ve Venezuela’yı (bir takım pazarlıklar sonucunda) kendi kaderine terk ederse, Türkiye de siyasi ve ekonomik olarak batakta olduğu Atlantik boyunduruğundan kurtulamaz, sonunda birliğini ve coğrafi sınırlarını da koruyamaz. (Hala NATO, AB, ABD diyen işbirlikçiler var, onları da Allah’a ve tarihe havale ediyorum.)
Xi ve Putin, “Sarı öküzleri” Trump zorbasına verirlerse sürünün geri kalanını da kurtaramazlar.
Sonuçta kendileri de kurtulmaz.
Ancak, başta da söylediğim gibi, strateji uzmanı Xi ve Putin, bunu çok iyi biliyor olmalı.
Keşke bunu bizdeki liderler ve siyasetçiler de tam anlasa.
İran ve Venezuela düşerse, Türkiye de, Rusya da, Çin de düşer.
Mazlum milletlerin küresel zorbaya karşı birlik olma zamanı gelmiş de geçiyor.
Türkiye ve dünyada, meselenin özüne böyle bakmak lazım.
(*) Hollanda Sendromu (Dutch Disease): 1960’larda Hollanda’da da doğal gaz bulunması sonrasında ulusal para birimi olan Florin’in değeri aşırı derecede artmıştır. Bunu takiben, ucuzlayan ithalatın artmasına karşın ihracatın azalması gözlemlenmiştir. İthalatın artmasıyla bağlantılı olarak üretimin azalması sürecinde, The Economist dergisi 26 Kasım 1977 tarihli yayınında bu durumu “Hollanda Hastalığı” (Dutch Disease) olarak adlandırmıştır. Yani, doğal gazın keşfiyle başlayan zenginleşme süreci sanayisizleşmeyle (deindustrialization) son bulmuştur.