Dicle Eroğul yazdı...
Atatürk, 13 Kasım 1918'den 16 Mayıs 1919'a
kadar 6 ay, işgal İstanbul'unda kaldı. 1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun'a
çıkarak başlattığı milli direniş ve bağımsızlık mücadelesinin son
hazırlıklarını, bu sırada yaptı. Atatürk, bu 6 ay içerisinde çeşitli çevrelerden
birçok kişiyle görüştü. O sırada Alemdar gazetesi muhabiri Refii Cevat,
Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal Paşa ile söyleşi yapar. Çanakkale Savaşı'yla
ilgili söyleşiden sonra Atatürk, “Soracağınız sorular bitti mi?” diye sorar.
Refii Cevat, “Bitti Paşam” diye yanıt verince, Atatürk söyleşiyi şöyle
sürdürür:
Atatürk: “'Bu vatan içine düştüğü
felaketten nasıl kurtarılır, bağımsızlığına nasıl kavuşturulur?' diye bir soru
sormanızı isterdim.”
Refii Cevat: “Af buyurunuz Paşa Hazretleri,
bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtarılmasını en uzak bir
ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru sormayı hiç aklımdan
geçirmedim.”
Atatürk: “Bu, şartların dış görünüşüdür.
Bir de bunun içyüzü vardır. Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de
cevabını vereyim, fakat yazmamak şartıyla.”
Refii Cevat: “Zatıalinizi dinliyorum Paşa
Hazretleri.”
Atatürk: “Bakınız Cevat Beyefendi
Hazretleri, sizin imkansız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün, herhangi
bir örgütçü Anadolu'ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa, bu
ülke kurtarılabilir...”
Refii Cevat: “Nasıl olur Paşam?”
Atatürk: “Aklınızdan geçenleri tahmin
ediyorum. Doğrudur, görünüş tamamen aleyhimizedir. Hiçbir ümit kapısı yok gibi
görünmektedir. Ama 'Düveli Muazzama' dediğimiz bu büyük devletlerin de bir
içyüzleri vardır.”
Refii Cevat: “Nasıl Paşam?”
Atatürk: “Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki
Birinci Dünya Savaşını kazanmakla Müttefikler aralarındaki bütün
anlaşmazlıkları halletmişlerdir? Asıl anlaşmazlık, asıl çıkar rekabeti ve
ölünün mirasını paylaşma kavgası bundan sonra başlayacaktır. Her geçen gün
Müttefiklerin gücü zaafa uğramaktadır. Terhisleri nedeniyle orduları günden
güne küçülüyor. Asırlarca birbiriyle boğuşan İngiliz ile Fransızları, ortak
düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet, bıraktıkları yerden yeniden
başlayacaktır. Başlamıştır bile. İtalya'nın da başı dertte. Onlar da iç
karışıklık arifesinde. Bu yüzden ilhak etmek istediği topraklardan bile
çekilecektir. Netice şu ki, Anadolu'da baş gösterecek bir Milli Direnişe
hiçbiri müdahale edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.”
Refii Cevat: “Paşam, Milli Direniş güzel.
Ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru
bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız. Affınıza sığınarak arz ederim ki,
artık kupkuru çölde hiçbir hayat belirtisi görünmüyor.”
Atatürk: “Öyle görünür Cevat Bey, öyle
görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak, bu çöküntüden bir varlık, bir oluşum
yaratmak lazımdır. Siz bu boşluğa bakmayınız. Boş görünen o saha doludur. Çöl
sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli bir hayat var. O, millettir; o, Türk
Milleti'dir. Eksik olan şey örgüttür. Bu örgüt organize edilebilirse vatan da,
millet de kurtulur. Bunu böyle bilesiniz Refii Cevat Beyefendi.”
Atatürk, işte böyle, bir yanda Milletini,
diğer yanda düşmanı çok iyi tanıyordu. 1937 yılında Cumhuriyet Gazetesi'ne
verdiği bir demeçte, Türk Milletine olan inanç ve güvenini şöyle ifade
edecekti:
“Ben, 1919 yılı Mayısı içinde Samsun'a
çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk Milletinin
soyluluğundan doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet
vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk Milletine güvenerek işe başladım.
Ben Türk ufuklarından bir gün kesinlikle bir güneş doğacağına, bunun sıcaklık
ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim
ki, bunu adeta gözlerimle görüyordum.”
M.Ö. 500'lü
yıllarda yaşamış, askeri bir deha kabul edilen ve 'Harp Sanatı” adlı eserin
sahibi Çin'li komutan Sun Tzu şöyle der: “Kendinizi
iyi bilmenize rağmen karşınızdakini tanımıyorsanız kazanma şansınız vardır.
Ancak hem kendinizi, hem de karşınızdakini iyi tanıyorsanız, kazanmanız
kesindir, zafer konusunda şüpheniz olmasın.”
Erzurum Kongresi'nin açılış konuşmasında da Atatürk, düşman
kuvvetlerinin durumunu, dünyadaki dengeleri, en ufak ayrıntısına kadar uzun
uzun anlatır. Milletini çok iyi tanıyan Atatürk, çok okumanın yanısıra keskin
görüş yeteneği ile zamanın jeopolitik dengelerini çok iyi değerlendirmişti.
Kısacası, O'nun için 'zafer' kesindi.
Oysa işgal İstanbul'unda O'nun gibi düşünenler o kadar azdı ki. Atatürk
1924 yılında bir söyleşisinde İstanbul halkı için şu ifadeleri kullanır:
“Beni İstanbul'dan Samsun'a götüren vapur Boğaziçi'ni terk ederek
Karadeniz'e girerken İstanbul ufuklarına baktım. Orada her türlü savunması
engellenmiş, kalp ve vicdanları kan ağlayan, beyinleri yanan İstanbul halkı
için ağladım, gözlerim yaşardı. Fakat bu sevgili kardeşlerin, her ne olursa
olsun kurtulacağına o kadar emindim ki, bu güven benim için savunma nedeni
oldu.”
Beyni yananlardan biri de, Atatürk'le
yukarıda aktarılan röportajı yapan Refii Cevat idi. Hiçbir zaman Mustafa
Kemal'in fikirlerine katılmamış olan ve daha sonra da Milli Mücadele karşıtı
olduğu için Cumhuriyet'in ilanı ile Yüzellilikler listesine dahil edilmiş olan
Refii Cevat, Mustafa Kemal ile yaptığı röportajı 6 Şubat 1919 günü yayınlamak
istemiş, ancak uğradığı sansür nedeniyle yayınlayamamıştı. Yüzelliliklerin
affedilmesi üzerine Türkiye'ye dönüşünde, yayınlayamadığı bu röportajı, yazar
Sadi Borak'a nakleder. Görüşmenin devamını da Sadi Borak'a aktaran Refii Cevat,
Mustafa Kemal'in, işgal İstanbul'undaki çoğunlukla nasıl da aykırı düştüğünü
şöyle anlatır:
“”Mustafa Kemal'e veda ettim. Kafam
karmakarışıktı. Anlattıkları çok aykırı şeylerdi. Ne kafam almıştı ne mantığım.
Daha doğrusu bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar 'Anlat, neler
söyledi' diyorlardı. Anlattım. 'Şu sıralar Anadolu'ya geçilir, orada teşkilat
kurulur, Milli Mücadele harekete geçirilirse Fransızı da, İngilizi de, İtalyanı
da memleketten kovulur, vatan bağımsızlığına kavuşur, millet te esaretten
kurtulurmuş. Anladınız mı arkadaşlar' dedim, 'Bu deli değil, zır deliymiş'
dediler.”
Sadi Borak'ın, “Sonra yanılgınızın
pişmanlığını duydunuz değil mi?” diye sorması üzerine Refii Cevat şu cevabı
verir:
“Hayır Sadi oğlum. Yerden göğe kadar ben
haklıydım. O günlerde, o şartlar içinde bağımsızlık mücadelesine atılıp
Türkiye'yi üç büyük devletin pençesinden kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes
benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen tek adam O idi. Tek adam.”
Oysa o 'zırdeli' olarak nitelendirdikleri
Tek Adam, bir dahi idi. Atatürk'ün, yıllar sonra bir soruya verdiği cevapta
belirttiği gibi; “Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği
şeyleri ilk ortaya koyduğu zaman, herkes ona 'deli' der.” Ve o Dahi, zaferden
emin idi...
Atatürk hatıralarında İstanbul'dan ayrılmadan
2 gün önce Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki evine akşam yemeğine davet
edildiğini ve orada Sadrazam tarafından 'Samsun ve havalisinde ne yapacağının”
sorgulandığını anlatır. Yemeğe Harbiye eski Nazırı Cevat Paşa da davetlidir.
Atatürk, yemekten ayrılışlarında Cevat Paşa ile aralarında geçen konuşmayı
hatıralarında şöyle aktarır: “Sadrazam'ın konağından çıktıktan sonra, Cevat
Paşa ile kol kola, karanlıkta Nişantaşı Caddesi'nden Teşvikiye'ye doğru sık
adımlarla ilerliyorduk. Cevat Paşa samimi bir lisanla bana sordu:
Bir şey mi yapacaksın Kemal?
Evet Paşam, bir şey yapacağım!
Allah muvaffak etsin!
Mutlaka muvaffak olacağız!
Birbirimizden ayrıldık!”
Atatürk, muvaffak olacağından işte böyle
emindi. Çünkü O, milletine güveniyor, akla ve bilgiye dayanıyordu. Birkaç yıl
sonra Büyük Taarruz öncesinde, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Meclis kürsüsünden
“Kuvayı Milliye, bir cinneti mukaddestir!” deyince, Atatürk bu söze büyük bir
tepki duyarak “Ne diyor bu? Ne demek cinneti mukaddes? Kuvayı Milliye hesaptır,
hesap!” karşılığını vermişti.
Her türlü hesabını, hazırlığını
tamamladıktan sonra “Zafer benimdir. Başaracağım.” diyerek 19 Mayıs 1919'da
Samsun'a çıkan Atatürk, İstanbul'daki son saatlerini anlattığı hatıratında,
düşündüklerini yapmakta ölümüne kararlılığını ifade etmektedir:
“Artık Şişli'deki evi bırakmak üzereyiz.
Bandırma Vapuru, Galata Rıhtımı'nda hazır, bildiğimiz bu! Karargahımızdan
olanlar belirlenen saatte rıhtıma toplanmış olacaklardı. Otomobil kapımın
önünde idi. Evdeki vedaları bitirmiştim. Tam o sırada gelerek beni büroma
götüren bir dostum, aldığı bir habere göre, benim ya hareketime müsaade
edilmeyeceğini, yahut, vapurun Karadeniz'de batırılacağını söyledi. Yıldırımla
vurulmuşa döndüm. Daha sonra vaktiyle uzun müddet yanımda çalışan bir
erkanıharp de gelerek, maiyetinde çalıştığı bir damattan aynı şeyleri
öğrendiğini bildirdi. Bir an yalnız kaldım ve düşündüm. Bu dakikada düşmanların
elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimden bir şimşek
geçti: Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek! Bunun için beni Karadeniz'in
coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır. Bu ihtimal mantıklı idi. Ancak
artık benim için yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan men
edilmek hepsi ölmekle eşit idi. Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata
Rıhtımı'na geldim. Baktım ki, rıhtıma yanaşmış olacağını sandığım vapur,
uzaklardadır. Sandallarla vapura gittik. Kaptana, yola çıkmak için emir
verdimse de, Kız Kulesi açıklarında muayeneye tabi tutulduk. Birkaç yabancı subay
ve askeri bizi yoklayacaklardı. Muayene uzayıp gitti. Gelip gidildiğine göre,
acaba bunlarla şehirdekiler arasında bir haberleşme mi vardı? Maksat beni
tutuklamak ise, bütün bu şeylere lüzum yoktu. Sıkılıyordum. Bir kararsızlık da
olabilir, diye düşündüm. Bundan istifade edebilmek için kaptana hareket
hazırlıklarını çabuklaştırmasını söyledim.
Yirmi yedi yıllık ihtiyar kaptan demir
almaya başladı. Ben kaptan yerinde idim. Subay ve askerler dışarı çıktılar.
Hareket ettik.
Karadeniz Boğazı'ndan çıkarken, kaptana
tehlikeli ihtimalleri anlattım. Cevap verdi:
Ne aksi, dedi, bu denizi pek iyi tanımam,
pusulamız da bozuk…
Mümkün olduğu kadar kıyıları takip etmesini
tavsiye ettim. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu'nun bir kara
parçasına ayak basmaktan ibaretti.
Sahili takip ede ede evvela Sinop'a geldik.
Kasabaya çıktım. Oradakilerle görüşerek, Samsun'a kolaylıkla gidilebilecek yol
olup olmadığını soruşturdum. Ne yazık ki yokmuş! Çok zorluk çekecek ve günlerce
yollarda kalacaktık. Bilmem neden, Samsun'a bir an evvel ayak basmak için o
kadar acele ediyordum ki, zaman kaybetmektense tehlikeye göğüs germeyi tercih
ettim.
Tekrar Bandırma Vapuru'na bindik. Aynı
tertipte seyahat ederek, nihayet Samsun Limanı'na vardık!”
Vapurun pusulası bozuk olabilirdi ama
taşıdığı Kahramanın, Mustafa Kemal Paşa'nın pusulası netti.
Ne mutlu bize ki o Dahi Kahraman, bizim Ulu
Önderimiz oldu ve çölden hayat çıkardı!
19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik Spor
Bayramımız kutlu olsun!
İLK KURŞUN