Türk Devrimi’nin mimarı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün anası Zübeyde Hanım’ın ölüm yıldönümü bugündür (14.1.1923). Selanik’e yakın Lankaza’da doğmuş (1.1.1857), aslen Yörük bu Türk kadınıyla (1) ilgili bir anma yazısı, tekrara düşmeden nasıl yazılabilir? Zübeyde Hanım’ın yaşam öyküsü ve oğluyla ilişkileri hakkında söylenip yazılmayan bir şey kaldı mı bilmiyorum. (Hiç kuşkusuz, ciğer rengi fesiyle malum zat ve saz arkadaşlarınca yumurtlanmış zırvaları kastetmiyorum.)
Bebekleri isimlendirmek ebeveynlere, çoğu zaman farkında olmadıkları bir sorumluluk yükler. Zira onlara isim verildiğinde bebeklerin ne karakteri, ne de fiziksel yapısı bellidir. Bildiğim, karakterin yedi yaşında şekillendiğidir. “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur” denmesi, bundan olsa gerek. Fiziksel yapının şekillenmesi ise, neredeyse iki yedi yıl sonra, ergenlik süreci sonunda tamamlanır.
Anlatmak istediğim şu: “Zeki” isimlilerden bazıları aptal, “Siret” isimli birileri ikiyüzlü ve karaktersiz (yani siretin surete uymama durumu), “Muhammet” isimlilerden bazıları ahlâk yoksunu, “Cesur” isimli birileri korkak, “Çınar” ve/veya “Selvi” isimlilerden bazıları da çok kısa boylu olabilir.
Bazı insanlar için eskiden, “karakteri ve fiziksel yapısı adıyla uyumlu” anlamında, “ismiyle müsemma” denirdi. İslâm dünyasında değerli taş, maden ve mineral karşılığında da kullanılan “cevher” (öz) anlamındaki Arapça ismiyle Zübeyde Hanım, zaman mefhumu, siyah saçları ve mavi gözlerinin belirginleştirdiği fiziki güzelliğini tüketip değiştirirken, karakter özelliklerini, yani cevherini/özünü muhafaza etmişti.
Bunlar olmadan bedenin; et, sinir, kıkırdak ve kemikten oluşmuş bir yığın olduğu hepimizin malumudur. Yaşam öyküsünden hareketle kararlılık, eğitimin gerekliliği, gelenekgöreneğe bağlılık, haksızlık ve zorluklarla mücadele, devlete güven ile alçak gönüllülüğün (tevazuu), Zübeyde Hanım’ın özü olduğunu söyleyebilirim. Okul öncesi dönemde, doğurduğu üç evladını yitirmiş bir ana olarak Zübeyde Hanım ve Gümrük Muhafaza Müdürlüğü’nde görevli bir memur olarak Ali Rıza Bey’in, Mustafa’nın (Kemal) eğitimöğretimiyle ilgili üzerlerine düşeni yapmamış olduklarını düşünmemizi gerektirecek hiçbir veri yoktur.
Geçen hafta aldığım bir whatsApp iletisinden öğrendiğim genetik gerçeklik, beni çok şaşırttı. ABD’nde yaşayan genetikçimiz Hande Özdinler, vefatından sonra toprağa verdiği annesi için, “mitokondrisi bende kaldı” başlıklı bir yazı kaleme almış. İnsanın başlangıcı, o ilk iki hücrenin büyüğü olan yumurtada hücrelerin yaşaması, çoğalması ve değişmesi için gerekli her şey ile birlikte, ömür boyu yetecek enerjinin depolandığı mitokondri de var. Canlılığın temeli olan enerjinin kaynağı, diğer hücre spermden, yani babadan değil anneden geliyor. Dolayısıyla her nefeste, kalp atımında, hareketimizde, düşünmeye başladığımızda, kısacası yaptığımız her iş ve eylemde sarf ettiğimiz enerjinin güç kaynağı, annelerimizin bize armağan ettiği mitokondri. Dolayısıyla anneler vefat edebiliyor ancak asla ölmüyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, millet ve devlet işlerinde bitip tükenmek bilmeyen enerjisini; onu lider yapan karakter özelliklerinin birçoğunu annesinden aldığına şüphe yoktur. “Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar” diyen; Türk Ordusu Sakarya boylarında ölümkalım savaşına hazırlanırken, Ankara’da Maarif Kongresi toplayıp (1521 Temmuz 1921), öğretmenlerle eğitim sorunlarını tartışan; anasının elinden ve de askeri okullarda yediği kuru fasulye, pilav, hoşaf, sahanda yumurta gibi sıradan yemekleri ömür boyu sofrasından eksik etmeyen; “cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” diyen, yağız bir Mehmetçik ile güreş tutmaya kalkıp ondan “Paşam, seni yedi düvel yenememiş, ben nasıl yenerim?” cevabı aldığında gözleri dolan; askerlerine, “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” derken yanı başlarında bulunan hep oydu.
Samsun’a çıktığından beri göremediği ve gıyabında verilmiş ölüm cezası nedeniyle sürekli kötü haber alma korkusunun tükettiği Zübeyde Hanım, 14 Haziran 1922 günü, Adapazarı’nda oğluna kavuşmuştu. Mustafa Kemal Paşa, artık gözleri görmeyen ve felçli Zübeyde Hanım’ı Ankara’ya götürdü. Zaferden sonra, yumuşak iklimi eklem ağrılarına iyi gelir düşüncesiyle İzmir’e gönderildi, ancak gösterilen tüm ihtimama karşın bir ay sonra vefat etmiştir. Başkumandanlık Başyaveri Salih Bey’in, Eskişehir’de kendisine ulaşan bir telgrafından annesini kaybettiğini öğrenen Mustafa Kemal Paşa, Salih Bey’e gönderdiği cevabi telgrafta, “... Cenabı Hak, millete hayat ve selamet bahş eylesin” demişti. Karşıyaka’da, Ferik Osman Paşa Camii avlusunda defnedilen Zübeyde Hanım’ın mezarına yerleştirilen mermer sanduka ve uzun kitabe, Paşa’nın hoşuna gitmemişti. Dağdan getirilmiş bir taşın biraz düzeltilerek, üzerine sadece, “Atatürk’ün anası Zübeyde burada gömülüdür” yazılmasını buyurmuştu. Onun bu vaziyeti, 1940 yılında yerine getirilebilmiştir. (2)
Işıklar içinde uyu Zübeyde Ana.
Dipnotlar:
1) Babası Sofuzade Feyzullah (Sadullah) Ağa, annesi “Molla” olarak da bilinen Ayşe Hanım olan Zübeyde Hanım’ın ataları, II. Mehmet döneminde Karaman’dan Rumeli’ye gelmiş, bu sebeple “Konyarlar” olarak anılan Yörük cemaatindendiler. Önce Selanik ile Manastır arasındaki Vodina Sancağı’na bağlı “Kayalar” isimli nahiyeye, ardından kaplıcaları ile meşhur Lankaza’ya yerleşmişlerdi.
2) Ayrıntılı bilgi için bkz. Engin BerberErkan Serçe, Karşıyaka Tarihi, İzmir: İzmir Karşıyaka Belediyesi Kültür Yayınıdır, 2011, ss. 3437.