"Avrupa’yı baştan aşağı sallayan, ne ve neresi olursa olsun yalnızca yıkmayı düşünen, yıkmak için, bunu sırf seyretmek için yapan, nasıl bir değeri yok ettiğinden habersiz, Eski Roma’yı ve kutsallığını yerle bir etme cinnetine kapılan vahşi Hunlardan daha barbar görüyorlar bizi." Dostoyevski
Rus edebiyatının canlı, vurucu, tutkulu ve insanı sarsan gücü nereden gelmektedir? Gogol’dan Gorki’ye Rus edebiyatının bu değişmez özelliği belki de en çok Avrupalı edebiyatçıları şaşırtmıştır.
Yüzyıllar içinde yaratılmış estetik ölçütlerle yoğurulan Avrupa edebiyatçılarının gözünde Rus edebiyatı, bilinmeyen karanlık ormanlardan gelen yıkıcı, gizemli bir fenomendi. Rus edebiyatının gerek biçimi gerekse konusu, Avrupa’nın ölçülü ve dengeli estetik anlayışıyla hiçbir anlamda uyuşmamaktaydı.
Avrupalı edebiyatçıların Rus romanlarının ilk sayfalarını okumaya başladıklarında yaşadıkları şaşkınlık ve hayranlık, Romalıların kentin kapısına dayanan barbar kabileleri ilk gördüklerinde hissettikleri şaşkınlık ve hayranlık gibidir.
Rus edebiyatındaki yeni ve sarsıcı olan şeyi daha iyi anlayabilmek için Avrupa roman geleneğine daha yakından bakılmalıdır.
AVRUPA ESTETİĞİNİN SINIRLARI
Avrupa’daki roman geleneği tam olarak, epik ve tragedya türlerinin çöküşüne neden olan koşullarda doğmuştu. Modern dünyanın yeni efendisi burjuvazinin dünya görüşü ve değerleriyle yarattığı dünya, bu koşulların oluşmasında en önemli etkendi.
Burjuvazinin her şeyi hesaplayan, kayıt altına alan, takıntı derecesinde her şeyi denetleme arzusu kamusal yaşamı muhasebe bürosuna dönüştürmeye başlamıştı. Evinin salonuna, bürosuna, tiyatro salonuna sıkışıp kalan, devrimci barutu tükenmiş burjuvazinin tutkusuz, coşkusuz, sıradan ve monoton yaşam tarzı zamanla ‘estetik ölçüt’ haline gelmeye başladı.
Kuşkusuz edebiyat da bu estetik ölçütlerin içinde sıkışıp kaldı. Pazarları, evleri fetheden meta fetişizminin saldırısı altındaki edebiyat, günlük hayatın sıradanlığı ve bayağılığı içinde var olma savaşı vermekteydi.
Şiirsellikten yoksun, kahramanlığı ve yüce duyguları unutmuş, büyük insanlık idealleri olmayan bu burjuva toplumundan tiksinen yazarlar edebiyatları için çıkış yolu aramaktaydı.
Aristokrat ruhlu Balzac burjuva toplumunun sınırlarını gotik öğelerle aşmaya çalışırken, cumhuriyetçi Stendhal ise Jakobenizm pelerini giymiş gözü kara karakterle bunu denedi. Devrimci Victor Hugo ise, idealize ettiği güçlü karakterlerle burjuva toplumuyla hesaplaştı.
Edebiyat eleştirmeni George Steiner "Batı romanındaki ana akım, kötü anlamda değil, gerçek anlamda yavandır" derken, bir anlamda bu ölümsüz yazarların yaratıcı çabalarına rağmen, Avrupa gerçekçiliğinin bu sınırları aşamadığı söylemektedir.
SINIRLARI AŞAN RUS EDEBİYATI
Batı toplumunun estetik sınırları ve ölçütleri içeriden değil, dışarıdan, uçsuz bucaksız Rusya steplerinden gelen yazarlarca aşılacaktır.
Coğrafyanın özgünlüğü bir anlamda Rus edebiyatının özgünlüğünün anahtarını vermektedir. Avrupa’nın saraylarından katedrallerine, üniversitelerinden tiyatro salonlarına, kafelerine, özetle Avrupa’nın yüzyıllık şehir kültüründen yoksun Rusya’nın korkutucu derecedeki sınırsız coğrafyası edebi yaratıcılığın zeminini yaratmıştır.
Rusya’nın sınırları 19. yüzyılın sonlarında dahi istikrarsızdır. Bundan dolayı Rusya’da, Avrupa romanında olgu olarak bulunan coğrafi istikrar ve bütünlük duygusu yoktu.
Kafkaslar ve onun savaşçı kabilelerinin, Kazaklar ve Don ile Volga üzerindeki Eski İnanç taraftarlarının varlığı sıkıcı, yozlaşmış şehir hayatından kaçışı sağladığı gibi, modern Avrupa edebiyatına alternatif karakterler yaratmanın da imkânlarını sunmuştur.
Puşkin, Lermontov, Tolstoy sınırları aşarak bu tehlikeli yerlerde insanlığın ahlakını arındıracak ‘ilkel’ ve ‘vahşi’ insanları bularak Avrupa estetik kalıplarına hiçbir anlamda sığmayacak ‘soylu vahşileri’ romanlarının başlıca kahramanları haline getirmişlerdi.
Rusya’da öncesinde hiçbir kurumsal ve kuramsal estetik mirasının olmayışı, Rus edebiyatı için bambaşka imkanlar sunmuştur. Bu ‘soylu vahşiler’ ile edebiyatta yeni ve canlı konuları ele almayı sağlarken, kuşkusuz Avrupa roman kalıplarına sığmayan bu konuları ve karakterleri de yeni ve farklı bir biçimde ifade etmek gerekmişti.
Bu durumu ilk fark eden Gogol olmuştur, ‘Ölü Canlar’ı "destansı şiir" olarak görüyordu. Dostoyevski de eserleri şiir olarak adlandırırken, kimi eleştirmenler bu eserleri "romantragedya" olarak tanımladı.
Tolstoy ise ‘Savaş ve Barış’ eserinde kendisini Homeros ile ilişkilendirerek modern zamanların "epik" tarzını yaratmıştı. Kısacası büyük Rus yazarlarının hiçbiri tür olarak romanla barışık değildi. Çehov defalarca çabalamasına rağmen roman yazamayacaktı.
Rus edebiyatının Avrupa roman geleneğinden ayrılıp farklılaştığı noktayı en iyi Tolstoy’un eserlerinde gözlemleyebiliriz. Tolstoy’un eserleriyle Avrupalı okurlar ilk kez karşılaştıkları dönemde, natüralist akım edebiyatta etkindi. Flaubert’in kusursuz dili, özenli biçimi ve natüralist detaylar bir anlamda ideal estetik kriter olarak görülüyordu.
Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’, ‘Anna Karenina’ gibi gerek hacmi gerekse konusu ve biçimiyle roman tanımının sınırlarını zorlayan eserleri şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştır.
Bu eserleri Henry James "büyük, dağınık, salaş" bulurken, E.M. Forster "dağınık ve biçimsiz" olarak değerlendirmiştir.
Matthew Arnold ise ‘Madam Bovary’ ile ‘Anna Karenina’yı karşılaştırdığında, Tolstoy’un eserinin hayattan canlı bir kesit sunduğunu söylemekle birlikte, bu romanı sanat eseri içinde tanımlamakta zorlanmıştır.
RADİKALLİĞİN YARATICILIĞI
Avrupa’da Tolstoy’un eserlerini doğru düzlemde değerlendiren çok az eleştirmen çıkmıştır. Tolstoy’un eserlerinin biçimsiz, karmaşık bulunmasının en temel nedeni Avrupalı edebiyatçıların ve eleştirmenlerin bu eserleri kaleme alan yazarın dünya görüşünün özgün ve kışkırtıcı yönünü gözden kaçırmalarıdır.
Tolstoy’un Avrupa’nın estetik ölçütlerine uymayan sanat eserlerinin arkasında, Tolstoy’un Avrupa’yı kökten eleştiren fikirlerinin bulunması çok önemlidir. Çarpıcı olansa Tolstoy’un bu köklü Avrupa eleştirisinin kaynağının Rousseau olmasıdır. Avrupa romanının sıkıştığı yerden Tolstoy, Rousseau’nun Batı uygarlığını, sanatını eleştiren fikirlerini benimseyerek çıkmıştır.
Sanatta yeniyi, kendi coğrafyasıyla barışık, ülkesinin ‘ilkelliğini’ yaratıcığının kaynağı olarak gören, aynı zamanda Avrupa kültürünü derin biçimde özümsediği ölçüde Avrupa’yı yadsıyan sanatçılar tarafından yaratılması tesadüf değildir.
Aydınlık