Trump, bir 'DoğuBatı' veya “MüslümanHıristiyan” savaşı gibi birçok olası senaryoyu hayata geçirmek için radikal adımlar atmaktan kaçınmamakta ve kaçınmayacak gibi de görünmektedir

Prof. Dr. Esat Arslan

ABD demokrasisinde, seçmen tarafından hesap verilebilirliğin sınandığı, meşruiyet simgesi “Başkanlık Seçimleri” kuşkusuz son derece önemlidir. Ancak, siyasal katılımın bir göstergesi olarak ABD’de seçimlere katılım ise son derece düşük seviyelerdedir. Hele ara seçimlere bakıldığında öylesine düşük seviyelere rastlanılmaktadır ki, demokrasinin tecelli edilmesinden bile şüphe duyulur hale gelinmektedir. Örneğin, ABD Seçim Projesi’nin (United States Elections Project, USEP) raporuna göre katılım oranları 2010 ara seçimlerinde “41,8”; 2014 yılında ise 72 yılın en düşük rakamı olan “36,7” olarak gerçekleşmiştir. Dünya genelinde ise rakamlar biraz daha iyi seviyelerdedir. Örneğin 2015 yılında İsviçre seçimlerine yüzde 48,4’lük bir katılım gerçekleşirken, İspanya ve Kanada’da bu oran yüzde 62 olmuştur. ‘Tropik Trump’ olarak anılan Brezilya’nın başkanı Jair Bolsonaro’nun kazandığı seçimlerde katılım oranı 79,7 ‘dir. BBC’ye göre İngiltere’nin kaderini etkileyen Brexit oylamasında 72,2 oranında katılım gerçekleşirken, Almanya’da ise 2017 yılındaki parlamento seçimlerinde seçmenler yüzde 76,2 oranında oy kullanmışlardır. Oy kullanılan ülkeler arasında yüksek sıralarda yer alan Türkiye de, 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 86,2’lik rekor bir katılım gerçekleşmiştir. Cumhuriyetçi Başkan Adayı Trump’ın seçildiği 2016 Başkanlık seçimlerinde katılım ABD’ye göre rekor bir seviyede %54,9 olmuştur.

Trump meşruiyetin simgesi, Başkanlık seçiminin 2020’de yapılacak olması, kendini hemen belli etmiştir. Dokuz ay sonra dananın kuyruğunun kopacağı Başkanlık seçim tarihi, 3 Kasım 2020 olarak belirlidir. ABD’nin başkan ve başkan yardımcısını seçmek için 1792 yılından başlayarak yapılan Başkanlık seçimleri her dört yılda bir, Kasım ayının ilk pazartesi gününü takip eden salı günü yapılmaktadır. Neredeyse iki asırdan fazla bir zamandan beri seçim yapılacağı tarih önceden bellidir. Eyalet bazında seçim trafiğinin başlama tarihi de 7 Şubat 2020’dir. İşte bu nedenle 2020’nin başlamasıyla Trump, ikinci dönem Başkanlık seçim kampanyasını güç gösterisiyle başlatmıştır. Aslına bakarsanız, başkaca bir şey demeyeyim, eğer Trump şu bir ayı kazasız belasız atlatırsa, ABD entelijansiyası bir yana, ABD seçmeni, yani halk arasında”Muslukçu Joe”(Joe the Plumber) diye tanımlanan sokaktaki vatandaş tarafından tekrar seçileceği ayan beyan ortadadır. Bu terim 2009’dan sonra “ABD seçmeni” için yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. İşte bu nedenle, hiç başka söze gerek yok, yeni yılın başlamasıyla birlikte Trump bu tarihe hem de fena şekilde kilitlenerek yepyeni yeni öğretisini eyleme sokmuştur: Bu yeni öğretinin adı: “Suikastla Ön Alma” doktrinidir. Aslında bu öğreti NATO çevrelerinde sıkça kullanılan hükümetler tarafından algılanan düşmanlarına karşı yürütülen bir suikast biçimi olarak tanımlanan “Hedeflenmiş Öldürme” (Targetted Killing)’nin Trump versiyonudur. Askeri analistler bu eylem şeklinin “Hibrit Savaş”ın katmanlarından birisi olduğuna inanmaktadırlar. Trump tekrar seçilebilmek için adıyla anılmaya başlayan bu öğretisiyle, bir başka ifadeyle tam bir Makyevelist yaklaşımla her şeyi yapabileceğini, ABD yasalarını bile çiğneyebileceğini de ortaya koymuştur. Hatta Trump, bir “DoğuBatı” veya “MüslümanHıristiyan” savaşı gibi birçok olası senaryoyu hayata geçirmek için radikal adımlar atmaktan kaçınmamakta ve kaçınmayacak gibi de görünmektedir. Anımsayın Trump, özellikle Ortadoğu coğrafyasında kontrollü bir savaş başlatmak ve galibi olabilmek için ilk adımı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasıyla ve “Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri İsrail’e aittir” söylemiyle başlatmıştır. ABD’nin bu girişiminden sonra açık bir biçimde bir “EvanjelizmSiyonizm İttifakı”nın oluşturulduğu sonucu çok rahat çıkartılabilir. Ayrıca ABD, bu ittifak ve Kudüs kararı ile Kudüs’ün sadece İslam dünyası için değil, ondan daha da üstün olarak Hıristiyan âlemi açısından çok daha önemli olduğunu mesajını vererek, Müslüman ve Hristiyan medeniyetini karşı karşıya getirmek istemiştir. Eğer, bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti’ni de NATO’dan çıkarabilmeye muvaffak olursa, Ortadoğu’yu kontrol edebilmek amacıyla AB üyelerine’ NATOME’ öğretisini de tartışmaya açmıştır.

Şimdi bu genel çerçeveden sonra akla bir soru geliyor. Bütün bunlardan sonra, Trump, güce adeta tapan Cumhuriyetçilerin tekrardan adayı olabilir mi? Bana sorarsanız böyle düşünmenize bile gerek yok. Kuşkusuz, bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü Trump tam bir Makyevelisttir, ikinci defa seçilebilmek için her şeyi mubah gören bir anlayışa sahip olduğunu artık bilmeyenimiz de yoktur, sanırım. İşte bu nedenle seçim kampanyasında vurucu olabilmek için Usame Bin Ladin’le başlayıp, Bağdadi’yle devam eden suikast zincirine son derece çarpıcı bir figürün eklenmesini kuvveden fiile çevirmiştir. Ancak, üzülerek ifade etmek gerekir ki, 3 Ocak 2020 tarihindeki ABD Silahlı Kuvvetleri’nin Bağdat Havalimanı yakınında düzenlenen saldırısında, İran’ın ikinci adamı İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı “Kudüs Gücü Komutanı” Kasım Süleymani, Haşdi Şaabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi elMühendis’ ile İran’ın Bağdat Askeri Ataşesi öldürülmüştür. Saldırıda, bu üç askeri liderin yanı sıra 5’i Iraklı ve 5’i İranlı subayların da aralarında bulunduğu 10 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırı öylesine etkili olmuştur ki, ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine yapabileceği saldırıdan daha fazla büyük bir infial yaratmıştır. Saldırı sonrası dini lider Ayetullah Ali Hamaney, ülkede 3 gün ulusal yas ilan ederek, “ABD güçlerine sert karşılık verileceğini” açıklamış, bir savaş ilanı olarak cami şerefelerine kırmızı bayrak asılmıştır. Hamaney, olayın ardından yaptığı ilk açıklamada, ABD’den intikam alınacağını söylemesi bir anda “intikam” sözcüğünü hançerelerinden haykıran milyonlarca İranlıyı meydanlara dökmüştür. İzdiham nedeniyle onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan Kirman’daki cenaze töreni bir anda “ABD’yi Tel’in” ve “ABD’ye Ölüm”(Merg ber Amerika) gösterisine dönüşmüştür. Hiç kuşkusuz Kasım Süleymani, yaşarken efsane, Hamaney’in tanımlamasıyla yine yaşarken “Yaşayan Şehit” bir isimdir.

Trump yönetiminin, Kasım Süleymani’ye yönelik düzenlediği bu operasyon kararını Kongre’nin onayı dışında almasının ardından ABD Temsilciler Meclisi’nin sesi birden yükselmiştir. ABD Temsilciler Meclisi, 10 Ocak 2020 tarihinde “Savaş Yetki Yasası” kapsamında, Trump’ın İran’a yönelik eylemlerini kısıtlayan karar tasarısını, 194 hayır oyuna karşılık 224 evet oyuyla kabul etmiş, oylamada 13 temsilci de çekimser kalmıştır. “Savaş Yetki Yasası” tasarısı, ABD Başkanı’nın büyük çaplı askeri adımlar atmadan en az 48 saat önce Kongre’ye bilgi vermesini şart koşmaktadır.

Bütün bu kısıtlamaların yanında Trump’ın başında “Demokles’in Kılıcı” gibi 15 Ocak 2020 tarihinde Kongre’de Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin başını çektiği “Görevini kötüye kullanmak” ve “Kongrenin işleyişini engellemek” suçlarından başlatılmış olan bir “azil süreci” de bulunmaktadır. 15 Ocak 2020 tarihinde Temsilciler Meclisi’nde Trump’ın azil süreci yasa tasarısı kabul edilmiş, üstüne üstlük Senato’da yapılacak olan yargılama için yedi kişilik savcılar kurulu bile seçilmiştir. Hemen arkasından yapılan alâyişli bir törenle, Trump’ın görevden alınması yazısı oylama sonuçlarıyla beraber Senato’ya sunulmuştur. İlginçtir, azil savcıları içinde İstihbarat Komitesi Başkanı Adam Schiff ve Yargı Komitesi Başkanı Jerry Nadler de bulunmaktadır. Tabii ki, Temsilciler Meclisi’nde topal ördek konumunda bulunan Trump, Senato’daki Cumhuriyetçilerin üstünlüğüne güvenmektedir. Halen ABD Senatosu’nda Cumhuriyetçilerin 51, Demokratların ise 45 sandalyesi bulunmaktadır. Azil süreci takviminin başlayabilmesi için, üçte iki çoğunluk 67 senatörün evet demesi gerekmektedir. Ama şunu peşinen ifade etmek gerekir ki, Trump bu azil sürecinden fena halde çekinmektedir. Etrafına gülücükler saçarak dolaşan Trump, kendi gücünün kontrolünü tatmakla meşgulken, kafasını yukarı kaldırdığında tüm keyfi kaçmaktadır. Yukarı baktığında tam kendi tepesinde aşağı bakan atkuyruğuna bağlı Demokles’in kılıcını her an iliklerine kadar hissetmektedir. Ha düştü, ha düşecek olan bu kılıç “azil” kılıcıdır. Malum, hep birlikte yaşadık, Trump vahşi kapitalist iş dünyasından geldiği için başkanlığında görkemli bir hükümranlık içinde “Ben yaptım olducu bir politik figür” olmuştur. Mega güç de olsa, hükümdarların kendi tepesinde azil kılıcının bulunması, hata yapan, görevini yerine getiremeyen yöneticilerin cezalandırıcılığını üstlenen bir silah olmuştur. Eğer bir ülkede demokrasi varsa ve seçilmiş başkan, başkanlık görevine layık değilse bu kılıcın kellesini götürmesine de razı olmalıdır. Yaşayıp göreceğiz.

Bir de İran’ın misillemelerine bakalım mı? İran ABD’nin “Suikastla Ön Alma” eylemine, ABD askerlerinin konuşlandığı Irak’taki elEsed ve Erbil üslerine 12’den fazla balistik füze ile düzenlenen cılız bir saldırı ile güya yanıt vermiştir. Tahran Havaalanı’ndan kalkan Ukrayna Hava Yolları’nın PS752 sefer sayılı TahranKiev uçuşunu yapan bir Boeing 737800 tipi bir yolcu uçağını “Cruise” algılaması sonucu vurması onun bu konudaki acizliğini de gündeme getirmiştir. Sahadan elde edilen veriler, yolcu uçağının Rusya yapımı TorM1 hava savunma sistemi tarafından muhtemelen yanlışlıkla hedef alındığı düşünülmektedir.

İran’ın cılız misillemesinin ardından 11 Ocak 2020 tarihinde Bağdat’ta Haşdi Şabi’nin Kerbala Tugayı komutanı Talib alSaadi’nin öldürülmesi ABD’nin suikastlar zincirine devam edeceğinin açık bir göstergesi olmuştur.

Şimdi gelelim, doktrin haline gelme eğilimi gösteren Trump’ın “Suikastla Ön Alma” öğretisinin uluslararası hukuk bakımından geçerliliğine. Trump’ın kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bu olaydaki kendini savunması meşru müdafaa savı üzerine oturmuştur. Trump, İran anayasasına göre İslam devrimi ihraç etme görevi bulunan “Devrim Muhafızları”nın bölgedeki ülkeleri istikrarsızlaştırması, İran’ın etkisini artırmaya çalışması ve orada meşru şekilde bulunan Batılı ülkelerin sivil toplum örgütlerine ve şirketlerine saldırmasını maddi delil olarak göstermiştir. Yine ABD’nin savına göre, Süleymani’nin görev tanımı sadece Irak’ta değil, bütün bölgede vekâlet savaşını icra eden Hizbullah, Haşdi Şaabi gibi yasadışı örgütleri, teşkilatlandırması emir komuta altına almasından kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle, Trump, tweetlerinde ve neredeyse tüm konuşmalarında sadece bölgedeki İran etkisinde bulunan ülkelerin istikrarsızlaştırılması değil, aynı zamanda bölgede bulunan Batılı ülkelerin sivil inisiyatif ve ikili anlaşmalarla sağlanan çıkarlarını da doğrudan hedef aldığı için bu koşullarda meşru müdafaanın geçerli olduğunu ileri sürmüştür.

Bu mesnetsiz açıklamalardan sonra şunu sormak gerekmez mi? ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’yi öldürmesi, uluslararası hukuk bakımından ABD’nin benzer olaylardan sonra açıklamayı adet haline getirdiği nefsi müdafaa olarak nitelendirilebilir mi? Buna verilecek yanıt kesinlikle hayırdır. Öncelikle her şeyden önemlisi savaş ilan etmeksizin, yabancı ülke liderlerine, ülkenin önde gelen kişilerine suikast yapılması ABD yasaları tarafından yasaklanmış bir olgudur. Ve de ABD adı ne olursa olsun, her hangi bir ülkeye karşı kendi silahlı kuvvetlerinin kullanılmasını doğrudan doğruya saldırı üzerine değil, savunma üzerine oturtmuştur. Onun için bu konudaki sorumlu bakanlığının ismi bile “Savunma Bakanlığı”dır.

Peki, yabancı ülke liderlerine, ülkenin önde gelen kişilerine suikast yapılması ABD yasaları tarafından neden yasaklanmış bir olgudur? Bunun nedeni açıktır. Suikastlar, hele ki İran’ın ikinci önemli kişisi hedef alındığında, bunun doğrudan bir savaşa davetiye çıkaracağını, barış ve huzur ortamının yerini derinden bir istikrarsızlaştırmaya bırakacağını dikte ettirmektedir. Bu işin ABD toplumu tarafından ön kabulü başka oldubitti suikastları de beraberinde getirebileceği açık seçik ortadır. Başka bir ifadeyle Başkan tarafından Süleymani’yi öldürmek için kullanılan aynı gerekçe, yarın, öbür gün Kuzey Kore Lideri Kim Jong Un’a, Suriye’nin Beşar Esad’ına ya da Venezuela Cumhurbaşkanı Nicolás Maduro’ya karşı da kullanılabilir. Ya da onlar ABD yöneticilerine ve halkına suikast silahını doğrultabilir. Suikast yapılan her üç olayda da örgütlerin içerisine 710 yıl önce yerleştirilmiş örtülü (embedded) ajanlardan istifade edilmiştir.

Şimdi General Süleymani’nin suikast saldırısı olayını reel politik olarak irdeleyelim. Trump, Kongre tarafından kısıtlanmadan önce geçerli olan ABD yasasına göre, ABD’nin savaşta olmadığı yabancı bir devletin en üst düzey askeri liderlerinden birinin öldürülmesini başkan olarak emretmiştir, yâda ABD derin devleti Trump’a rağmen bu eylemi gerçekleştirmiştir. Her iki halde de Başkan Kongre’ye karşı sorumludur. Saldırıdan önce, ABD uluslararası bir hukuk düzleminde İran’la karşılıklı silahlı bir çatışma yaşamamıştır. Her iki tarafça münferit tek taraflı saldırılar az da olsa gerçekleşmiştir. 2002 Askeri Kuvvet Kullanım Yetki Yasası (AUMF) Saddam Hüseyin Irak’ına devam eden tehdidine karşı” savunmayı güçlendirmek üzere tasarlanmıştır. Bu yasanın yetki kısıtlaması yapılmadan Trump gibi bir başkan tarafından kullanılması için yürürlükte bırakılması gelecekteki ABD halkının karşı karşıya kalabileceği riskleri de beraberinde getirebileceği değerlendirilmektedir.

Uluslararası teamüller gereği “Suikastla Ön Alma” hareketi üstü örtülü bile olsa doğrudan ABD’nin İran’a bir savaş ilanı olarak görülmektedir. Bu cümleden hareketle AvusturyaMacaristan İmparatorluğu veliaht prensi Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Sophie’nin Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olurken, Japonya’nın “Pearl Harbor” baskını da ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na aktif olarak katılmasına neden olmuştur. Her ne kadar ABD Başkanı, bunun adını “Suikastla Ön Alma” olarak açıklasa da bu konu, Bush’un “Saldırıda Ön Alma” (Preemptive Strike) doktrininden farklı bir boyutu dikte ettirmektedir. Bu nedenle söz konusu hareket bazı uluslararası mahfilerde oğul Bush’un “Saldırıda Ön Alma” öğretisinden mülhem, Trump’ın “Suikastla Ön Alma” (Preemptive Assassination) isimlendirilmeye başlanmıştır. Ancak açıkça ifade etmek gerekir ki, bu öğreti olmaktan ziyade bir ülkenin başka bir ülkeye doğrudan savaş sebebidir.

Mütekabiliyet, karşılıklılık uluslararası hukukun olmazsa olmazıdır. Trump’ın yasadışı bu öğretisi potansiyel düşman yabancı güçleri tarafından benzer bir biçimde, ABD’nin lider kadrosu hedef alındığında, onlar da aynı mantığı uygulamaya başladıklarında bu işin sonunun nerelere kadar varabileceği 11 Eylül’ü yaşamış ABD’nin sokaktaki adamını ciddi bir şekilde endişeye sevk etmektedir.

Evet, Sevgili okurlar, “Adalet bir gün herkese lazım olur”. Hukuk, politika ve siyasi süreç birbiriyle yakından ilişkili olduğu kadar, siyasetçiler için de öngörülebilirlik ve her şeyden çok hesap verebilirliği de hemen yanlarında hissetme durumundadırlar.