Feza Tiryaki'nin aylar öncesinde yazdığı yazı bugünkü tartışmalara ışık tutuyor:

Büyük tanıtımlarla, övgülerle, TV yayınlarıyla, söyleşilerle, alışılmışın ötesinde milyonluk toplu baskı sayısıyla bir kitap sürüldü piyasaya. Satılıp dağıtılacağı kesin, belli. Her dile de çevrilecekmiş. Üstelik dünya da öğrenecek, neler yazılıysa içinde.

Kaynak (?) kitapmış, kitap, Sözcü yazarı Özdil’den.

Yazarı tanıtıyor kitabını, yazma amacını:

“… her yurtsever ailenin kütüphanesine, okuma yazmayı söken her öğrencimizin çantasına, umudumuz olarak dünyaya gelen her bebeğimizin kundağına Mustafa Kemal’in kitabını bırakacağız. Buna kararlıyız.”

İddia olağanüstü büyük. Ailelerin kütüphanesine bırakmak neyse de, okuma yazmayı söken her çocuğa okutmak, bebelerin kundağına bırakmak için çok eğitici, öğretici, çocuklara uygun ve de doğru bilgilerle dolu olması gerekir kitabın. Bakalım öyle mi?

*

Kitap kapağı adsız. Beyaz, alışılmadık uzun boyutlu (13 – 23) kitabın sırtında görülüyor adı.

Kitap kapağında, bembeyaz kapağın tam ortasında, siyah çizgili imza. Bu imza, Atatürk’ün 1934’te soyadı yasasıyla “Atatürk”soyadı almadan önceki imzasının bir bölümü.

Tanıtımlarda, ”Yılmaz Özdil’in beklenen kitabı “Mustafa Kemal” çıktı deniyor. O zaman anlıyorsun kitabın adı “Mustafa Kemal.”

İmza eksik alınmış. Başında Gazi olmalıydı. Atatürk imzasının bir bölümü koparılmış, kesilmiş, kitap başlığı edilmiş. Atatürk’ün eski imzasının doğrusu: “Gazi M. Kemal.”

Atatürk’ün bildiğimiz imzası, son geçerli imzası ise bu değil, “Kemal Atatürk” imzasıdır.

O, her yere yapıştırdığımız, dövmeler yaptırdığımız, duvarımızı, camımızı, yakamızı, çalışma masamızı süsleyen “K. Atatürk” diye belleklere kazılı imza.

Önce, Atatürk ‘ün imzasını yanlış öğrenecek çocuklar. Geçersiz imzayı görecekler kapakta, alıştıkları imza silinecek belleklerinden. O’na, kaç yüz kez Mustafa Kemal diye ön adıyla seslenme, “Kırk gün ne dersen o olur” misali, her satır başında, satır içinde durmadan Mustafa Kemal denmesi, algıları karıştıracak.

Yazar, Atatürk’e, ısrarla Mustafa Kemal demesini açıklamış soranlara gazetesinde:

“Atatürk bizim ona atfettiğimiz bir kavram. Yani Atatürkçülük başka bir şey. Ama Mustafa Kemal bu insanın kendisi. Ben de kendisini yazdım. Çünkü Mustafa olarak doğuyor. Sonra Kemal, Mustafa’nın önüne geçiyor. Öğretmeninin ona kemale ermekten yola çıkarak Namık Kemal’e atfen verdiği isim onun hayatının anlamı oluyor. O kadar içselleşmiş ki bu, eşi Latife de, hayattaki en iyi arkadaşı Nuri Conker de ona hep Kemal diye hitap etmişler. Mustafa diye seslenmemişler. Atatürk dememişler, Kemal demişler. Yakın arkadaşları için, eşi için o Kemal’miş. Dolayısıyla ben onun kişisel özelliklerinin omurgasını yazdığım için kitabın adına da Mustafa Kemal dedim zaten.”

Evlere şenlik bir açıklama. En yakın arkadaşı, eşi ona hep Kemal diye seslenirmiş, Atatürk demezlermiş. Ya nasıl sesleneceklerdi? Bir bakar mısınız, bir kadın eşine evinde adıyla değil de soyadıyla seslenecek, siz böyle bir hitap şekli duydunuz mu hiç? İki ön adlı olanların ikinci adları kullanılır sonra genellikle. İlk ad göbek adıdır. Devlet kurucusu, devletinin Kurtuluş Savaşının Başkomutanı, ulusunun önderi, kurduğu Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı, dünyanın en büyük devlet adamlarından biri olunsun da, tüm dünyada, o büyük dahi, tarihten beri, “Türk’ün atası Atatürk olarak bilinsin de, ülkesinde, o büyük kişiye, çoluk çocuk, o bu, canı isteyen, ön adıyla seslenmeye başlasın. Saygı sanlarının hiçbiri kullanılmasın. Bunun yeryüzünde bir örneği var mıdır?

Atatürk devrimlerine karşı olanlar, devrimlerini benimsemeyen karşı devrimciler Atatürk diyemez, demez, bizim bildiğimiz; bu kitapta yapılan nedir anlayan beri gelsin!

Kitap, yer yer siyahbeyaz resimli. Boşluklar bırakılarak, sanki destan yazılır gibi tek tek kısa satırlarla yazılmış çoğu yeri. Satırlarda başlama bitme çizgi uyumu yok, satır başları gözünün önünde sanki oynuyor, öyle hareketli. Satırın bir orası uzun, bir burası. Beş yüzün üzerinde görünüyor sayfa sayısı ama siz onu en az yarıya indiriverin.

Ha, kitabın arkasına da küçücük bir Atatürk resmi eklenmiş. Üçe, beş santim. Başı kalpaklı. Altında,

“Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen…” yazıyor. Sonrası? Yok. Bu kadar.

Anımsarsınız, iktidarca, geçmiş yıllarda Meclis’teki Mareşal Atatürk tablosundan rahatsız olunmuş, kaldırılmıştı. Geçen yıl, gazeteler muştuladılardı: “Atatürk’ün kalpaklı resmi Meclis’e asıldı.”(Yeniçağ)

Düşündürücü…

Kitapta, kanımca en önemli, en büyük yanlış, araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı’nın da uyardığı Atatürk’ün imzasıyla ilgili yanlış bilgi. “İmzaları” bölümünde yazılanlar. Kesin kanıtlı, belgeleri yayınlanan bir durum, tekrar yalan şekliyle yazılıyor. Cengiz Özakıncı anlatıyor:

“1969’da Zeynep Oral’ın ilk başlattığı yalan, hemen çürütüldüğü halde, ertesi yıl kesin bilgi sayılarak Hürriyet Gazetesi’nce ansiklopedik bilgi sayıldı.”

Bu yalan furyasının arkasına, Dilipak, Aziz Nesin takılmış. Aziz Nesin, Cengiz Özakıncı’nın yalanı bozmasına, belgelerle çürütmesine karşın, yalanda diretmiş. Gazeteciler, Hıncal Uluç, Lale Umar Nesin’i desteklemiş. Aziz Nesin, (1992)”Türk halkı enayi” bile diyebilmiş bir gazeteye:

“Atatürk’ün imzasını başkasından kopya etmesine çok bozuluyorum.” Üst başlığıyla Atatürk’ü yermeye cüret etmiş.

Oysa tahmin ettiğiniz gibi, Atatürk, kendi imzalarını kendi tasarlamış, kendisi atmış. Daha harf devriminden önceki el yazıları, soyadı yasasından altı yıl önceki yazı örnekleri buna kanıt. Ressam Saip imzalı portredeki “K. Atatürk” imzası (1935) ayrıca önemli bir belge. Atatürk “A” sesini küçük a’yı büyüterek yazıyor, yazı tarzı öyle. Yine Türk’ü yazması, eski el yazılarında da, imzasının aynısı. Gazi’yi yazması da öyle. Kimsenin yardımına, aklına ihtiyacı yok.

Bu geçmişin tartışmaları, belgeli kanıtlı bilgiler varken hem de, aynı yanlışın peşinden koşmuş yazar. Nedendir bilinmez…

Atatürk’ü kendi imzasını tasarlayamayan, atamayan biri olarak gösteren, uydurukçu, çıkarcı Ermeni hocanın, oğlunun ve buna kanmış görünenlerin yalanlarını yaymak ne kadar doğrudur, bu yalan, kitaptan nasıl çıkarılacaktır bilmiyoruz. Kitaptan:

“Harf devrimiyle birlikte “gazi m. Kemal” imzasını attı
.
Bu imzayı Hagop Çerçiyan tasarladı.”

Denilerek Çerçiyan’ın yalanları sıralanıyor.

“… Mustafa Kemal’in isteğiyle beş farklı örnek hazırladı.
Tek tek sunum yaptı.

Mustafa kemal “k. Atatürk” imzasını seçti.”

Ne diyor Özakıncı, Atatürk’ün “K. Atatürk” imzası için:

“Atatürk’ün imzası özgün yaratımıdır. O imza, Cumhuriyet’e atılan imzadır. Tek adam rejiminin yıkılışına atılan imzadır. Laiklik, bağımsızlık imzasıdır!”

*

Tarihçiler sıraya girmişler, şurası da yanlış, burası şöyleydi diye. Örneğin “Topal Osman” bölümü öyle.

Kitap magazinsel konularla yüklü… Atatürk’ün devrimlerinden, Atatürk ilkelerinden pek söz edilmiyor. Atatürk’ün büyük devlet adamlığının yanında, kimseye gerekmeyen çok çok özelini öğreniyorsunuz. Yazmaya utanıyorum, bağışlayınız ama kişinin kendinden veya doktorundan başka kimseyi ilgilendirmeyen “tuvalet ihtiyacını nasıl görürdü, savaşlarda ne yapardı” bölümü bile var kitapta.

“Sivil hayatta sabaha karşı saat beş gibi, yatmadan önce tuvalete giderdi…

Cepheden kalma alışkanlıktı.

…. her sabah saat beş gibi uyanır uyanmaz tuvalete gider, işini görür, aradan çıkarırdı.”

Yazar, kitabı üzerine yenice konuşmuş:

“Bir sihirli el bu toplum Atatürk’ü tanımasın diye özel çaba harcamış.”

Demek ki neymiş, okuma yazmayı söken çocuğumuz Atatürk’ü bunlarla tanıyacakmış. Çoğu önemsiz kadını, uyduruk Bulgar aşkını, yabancı artist bozuntularını, bir de, kendisine, annesine atılan iftiraları, bir takım delilerin, akıl sağlığı bozukların, karayobazların, kuyruk acılıların pis ağızlarından çıkan kusmukları… bu kitap sayesinde öğrenecek çocuklarımız. Kundaktaki bebeler de büyüyünce mutlaka duyacaklar, aman ne kötü adamlar, ne kötü laflar etmişler, "tüh tüh" diyecekler!

Rıza Nur’un, uşak Cemal Granda’nın ağza alınmayacak iftiralarından kime ne? Neden öğrenmeli bunu herkes, dünya bunları neden duymalı, neden?

Kazancımız ne olacak, içimizdeki hainlerden, bu, bunu demişti, bunu iddia etmişti, demenin kime neye yararı olacak?

Üstelik, bu yaşadığımız acılı günlerde…

O kadınlar faslı ayrı bir alem. Yabancı kadınlardan, yalan olduğu belli, önemsenmek için yıllar sonra atıp tutmalar, yakıştırma öyküler. Bir dolu ne için anlatıldığı anlaşılmayan, saçma sapan aşkmeşk – kadın hikayelerinden en acısı kızkardeşi Makbule ile ilgili olanı. Ölürken, kendisine Atatürk’ten kalan mal varlığını bir devlet kurumuna bağışlayan kızkardeşi; arsız, gözü aç, lükse düşkün gösteriliyor, bir hizmetçisini bile dile takmışlar, şu günkü saltanat devrinde hem de, insanın aklı duruyor. Atatürk’ün arkasında kalan tek aile ferdini, kendinden dört yaş küçük kız kardeşini böyle aşağılayarak milyonlara duyurmak kime ne kazandıracak acaba?

Yazarın köşe yazılarından hiç değiştirilmeden olduğu gibi aktarılan bölümler de var. Bunlardan biri: “Sevgili.” “Atatürk’ün Bulgar Aşkı”, “Sofya’da Aşk Başkadır!”gibi başlıklarla duyurulan, uyduruk, akla mantığa aykırı hikaye. Atatürk’ün Sofya günlerinden, çocuklar, çıkara çıkara Bulgar kızını mı çıkaracaklar?

Çoğu konu, Atatürk’le ilgili anı kitaplarından, bilinen konular.

Yine, Atatürk’ü değersizleştirme çamurlarından biri, “Mustafa Kemal’e “Sabetayist” denildi…diye başlayan bölüm.(s. 339)

En çok, bu bölüm düşündürdü beni. Çünkü bunları istemeden, içim sızlayarak, iftiranın hedefine ulaşacağını, bilmeyene, algısı karıştırılanlara “acaba” dedirtebileceğini düşünüp üzülürken, hemen o günlerde, bu kitaptaki aynı konuyu,“Yahudi dönmesi miydi?” başlığıyla aynı sözlerle yazan bir köşe yazısıyla irkildim.

Bizim kuşak, sonraki kuşak, daha sonraki kuşak… Tamam, bu kuşaklar yenilmez, bellekleri değiştirilemez, sonuna kadar direnir de, günümüz gençlerinin durumu ne olacak? Kırmızı Kedi yayınlarının sahibi yazmış bu yazıyı, Oda tv denilen yerde çıkmış bir kaç gün önce. Atatürk’ü “Yahudi dönmesi” gibi akıllara ziyan bir tartışmanın içine katmışlar. Bir yanda yazarı, bir yanda yayınevi patronu aynı konuda buluşmuşlar. Sözde olmadığını ispatlıyorlarmış da, öyleymiş de, şöyleymiş de…. Hiç mi duymamışlar; “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” benzetmesini, atılan çamurların temizlenmesinin güç olduğunu, en doğrusunun bu tür denilenleri aynı sözlerle yaymamak olduğunu…

Tertemiz algılar kirletiliyor, bir şey kınanırken aslında duyuruluyor, çamur atanın istediği yapılıyor. Günlük yaşamımızda, yaşadığımız çevrelerde kimlere ne iftiralar atılıyor, “Şu şununlaymış, falanın oğlu ondan değilmiş, şu şurada şununla neler yapmış…” Ciddiye alınsa, bu dedikodular yayılsa, neler olur neler. İnsanoğlunun yaradışında var, iyilik de kötülük de…

Atatürk’ün anasına, büyük Türk anasına adıyla seslenmek… O büyük anneye “Zübeyde” demek. Çocuklarımız böyle mi öğrensinler Zübeyde Hanım’ı?

“Zübeyde’ye mektup yazdı.

“Saygıdeğer anneciğim…”

“Zübeyde’nin odasında… Zübeyde küt diye yığıldı.”

“Annesi Zübeyde geldi.”

Sonra, Atatürk’ü ameliyat masasına yatırır gibi, hastalıklarından, dişlerinden, damağından, kimsenin bilmesi gerekmeyen, toplumu, hele günümüz toplumunu hiç mi hiç ilgilendirmeyen, Atatürk‘ün “altı ok”una en çok ihtiyaç duyulan günümüzde, bedensel durumlarından, sıkıntılarından uzun uzun söz etmek…

Bize Atatürk’ü değil, Mustafa Kemal anlatılıyordu sahi. Karıştırdım…

İlk haftada beş yüz bin, on günde yedi yüz bin satılmış kitap. Fabrikalarda işçilerine dağıtıyormuş holdingler. Binlercesini toptan alan varmış.

Avukat Erdem Akyüz, yazıdaki iftiralardan söz eden bölümlere şöyle bir uyarı yapmış:

“Burada örnek vererek tekrarlayamayacağım ölçüde terbiye dışı ve suç teşkil eden kelime ve cümleleri açık açık yazmak yerine, bunların yalan ve iftira olduğunu kaydetmek daha doğru bir yazım şekli olurdu. Suç ve iftira niteliğindeki beyanların, bire bir alınıp yazılması doğru olmadığı gibi hukuka da uygun değildir.
Okul çocukları ve öğrenciler, bu satırları okudukları zaman ne düşünüp, nasıl yorumlayacaklardır.
Atatürk düşmanı kişi ve taraflar, kitapta yer alan bu ifadeleri, kopyalayıp, suistimal ederek kullanabileceklerdir.
Bu yazım şekli ile, asılsız ve temelsiz iftiralara ulaşmak imkanı olmayanlara da bu olanak verilmiş olmaktadır.”
Sonunda da teklifini demiş. Bir milyon yedi yüz bin basılan, bu kağıt sıkıntısı olan kriz günlerinde hem de:
“Değerli yazar Yılmaz Özdil’in içten ve samimi bir şekilde yansıtılan bu eleştirilere bir çözüm bulacağını ve belki de kitabın toplatılarak düzeltildikten sonra yeniden yayına vermek gibi çözüm üretileceğini ümid ve temenni etmekteyim. Av.A.Erdem Akyüz”

Cengiz Özakıncı da, sonraki baskılarda düzeltin diyordu yanlışı.

Kitabın kendisi, içeriğine göre seçilen hedef kitlesi, okuyucu kitlesi, zamanlaması yanlış.

Bunu demeye çekiniyor musunuz? O kitabın toplatılıp düzeltilmesi olası mı?

Sözcü, her gün yeni bir tanıtımla övüyor kitabı:

“Mustafa Kemal’i’i anlatmak boynumuzun borcudur!” diyen usta kalem Yılmaz Özdil, mutlaka her evde olması ve 7’den 70’e herkesin okuması gereken bir eser ortaya koydu.”

Şimdi aşağıdaki konu, kimi, hangi çocuğumuzu, neden ilgilendirsin?

“Şahane dans ederdi.

Çocukluğundan beri meraklıydı.

… Mustafa Kemal, Bolşoy’un sopranosu Maria Maksakova’yı dansa kaldırdı, vals yaptı. Saat 22’de başlayan balo, sabah 7’ye kadar sürdü!

Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu;

“Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”(s. 411)

Burada da akla ziyan bir kıyaslama, demişse demiş, bunun nesini öğrenecek çocuklarımız? Bizi Atatürk’ün dedikleri ilgilendirmiyor mu? Çevresinde kısa – uzun süreli bulunan kadınlardan kime ne?

“Makbuleye göre, Latife Atatürk’ü, Fikriye Mustafa Kemal’i sevmişti.

Biri sonuca, öbürü sebebe aşıktı.”(s.212)

Ah ah, kitabın en önemli yerini, “belgeselli” sayfasını unutmuşum:

“Çankaya köşkünün bodrum katında kav vardı.

Terekesindeki döküme göre, Mustafa Kemal vefat ettiğinde şunlar kalmıştı…

38 şişe erik rakısı (ev yapımı)
50 şişe Macar şarabı, kırmızı
25 şişe Ren şarabı, beyaz”

Böyle başlanarak 22 dizelik bir içki listesi sıralanıyor. (s.439)

Yorumu, tabii okuyanların.

Çocuklar, Atatürk’ü, bağışlayın, dil alışkanlığı işte, Mustafa Kemal’i gerçekten öğrenecekler!

Okurken içe dokunan, alışılmadık satırlar:

“Mustafa Kemal rahmetli olmuştu,” (s.300)

“10 Kasım’da rahmetli olduğunda üç günlük sakalı vardı.”

“Rahmetli olmadan üç ay önce, gene böyle diş eti iltihaplanması…”(s. 467)

Aynı sayfada birden kuruluş yıllarına dönüveriyor. Zaten kitapta tarihi bir sıra yok, oradan oraya geçiliyor:

“1923’ten itibaren burun kanamaları başlamıştı. “(s. 467)

“Mustafa Kemal vefatından 18 gün sonra…”(s. 478)

Bilmemizin bize ne kazandıracağı belirsiz öğretiler:

“Pijamayla yatmazdı, gecelik entariyle uyurdu.”(s. 367)

“…sadece elma suyu ve sütle besleniyordu.”

Anca kaşıkla verilebiliyordu.”(s. 480)

“…dişlerini erken kaybetmişti. Üst dişleri…”(s. 466)

Kime neyse, şu yukardaki sözlere bakın. Sarsıyor, yumruk yediriyor duyana. Atatürk ortada, korunmasız, her yanına dil uzatılıyor. Ölümsüz fikirleri öğretileceğine;

“Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

diye söylediği sözdeki gibi, yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, “naçiz bedeni”ne saldırılıyor. Çocukların, milyonların, dünyanın önüne atılıyor, öğrenin bunları, öğrenin deniyor.

“10 Kasım perşembe
Saat dokuzu beş geçe…
Mustafa Kemal’i kaybettik.”(S. 481)

Burası da doğru değil, Atatürk’ü kaybetmedik, Atatürk sonsuzluğa göçtü o gün.

Can Dündar’ın çok tartışılan filmi, “Mustafa”sından sonra, şimdi de böyle bir kitap. Hele, “Mustafa Kemal’li yıllarda dünya” bölümünde, yargıç katili, bölücü Yılmaz Güney’in, Cumhuriyetimize 70 yıllık zulüm diyen Yaşar Kemal’in örnek olarak adlarının geçirilmesi de çok ilginç, çok…

Bakınız, bir 29 Ekim daha yaklaşırken, 29 Ekim’le ilgili ne öğreniyoruz bu kitaptan?

“29 Ekim 1923… Cumhuriyet ilan edildi. Meclis’teki teşekkür konuşmasını şaşırtıcı derecede kısa tuttu. Çünkü, diş protezlerini yeni takmıştı, henüz alışamamıştı…”(s. 466)

Bu tümceleri alıntılarken, inanın yerin dibine geçiyorum, kendi elimle de duyurmuş olacağım bu kötücül, üzücü sözleri. Sonra, beni kim okuyacak ki diyorum, "bir garip öğretmenim," şurada ne kadar ömrüm kaldı, geldim gidiyorum, en azından “Ata’ma” görevimi yapayım… O sözler ise, bilinçsizce okunacak, nasılsa herkese ulaşacak, yarına da kalacak, kimse silemeyecek insanların içinde yaptığı, yapacağı yıkımı.

Atatürk’ü eserleriyle tanımalı, tanıtmalıyız, kişinin kendisini ilgilendiren özelleriyle değil.

Falih Rıfkı Atay, zamanında şu dileği yazmıştı ülkemiz için, “Batış Yılları” kitabından:

“Bütün kuvvetimizi, kalkınmaya ve eğitime vermeli, Atatürk’ün bitirdiği, sağlam temellerini attığı yapıyı tamamlamalıydık…”

Böyle mi tamamlayacağız?

Feza Tiryaki, 22 Ekim 2018