Tıbbiyeli Hikmet’in Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben yaptığı heyecanlı konuşma karşısında, Mustafa Kemal Paşa’nın yaşadığı duygulu anda söyledikleri tarihin en değerli sözleri olarak kimileri tarafından defterlere kaydedildi. ‘Evlat, müsterih ol! Mandayı kabul edemeyiz; ya İstiklal ya ölüm!’

PROF. DR. KEMAL ARI/ DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ

Gerçekte bir zaman makinesi olsa... Alsak başımızı o günlere gidebilsek... Hatta hani her şeyi küçümseyen, büyük Devrimi kavramaktan aciz kişiler de olsa bu yolculukta, onlar da olan biteni görebilselerdi...

Göreceğimiz ne olurdu?

Varsayalım ki Sivas Kongresi günlerindeyiz. Yine varsayalım ki tarih de 4 Eylül 1919... Mustafa Kemal Paşa kalkmış, Erzurum’dan yola çıkmış; Heyeti Milliye’nin Başkanı sıfatıyla, Sivas’ta toplanacak ulusal bir kongreye katılmak için gelmiş... Ve başkaları da gelmiş elbette... Sivas Lisesi’nde tatlı bir telaş var... Artık Anadolu’nun bozkırı, yazdan sonbahara doğru geçişin ilk etkileri altında... Toz toprak içindeki bu kadim Anadolu kentinde, ulusal bir heyecan var ve oraya gelenler ne kadar farkındadırlar bilinmez, gerçekte yeni bir tarih yazıyorlar... Gündemlerinde öylesine önemli konular var ki savaş yorgunu Türklerin kendi özlerinden gelen bu coşkun kabarışın yalnız kendileri için değil, giderek bütün ezilen uluslar için bir umut olacağını kaç kişi aklına getirebilirdi ki!

ANAFARTALAR KAHRAMANI UMUT OLMUŞTU

O günlere gelinceye kadar geçen günler içinde birçok gelişmeye tanık olunmuş. O güne dek olan biten belki onlarca kongreden söz edilmesi gerekiyor. Mütareke dönemi dediğimiz 19181920 dönemi aslında tam bir kongreler dönemi... Her yanda ulusal istenç harekete geçmiş; ülkenin karşı karşıya kaldığı tehlikeleri gören yurtseverler, İstanbul Hükümeti’nden artık bir çözüm gelemeyeceğini anladıkları için, ulus kendi başının derdine düşmüş ve çözüm yolları arıyorlar... Her yerde sivil asker öncüler, neler yapılabileceğini tartışıyorlar ve kimlerle, ne türlü birliktelikler oluşturulabilir, bunun araştırması içindeler. Evet, belki direnmek en doğal yol gibi görünüyor; ancak bu nereye kadar sürdürülebilir ve başarı olasılığı nedir? Bütün bu soruların tam bir karşılığı yok. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa kendi erkânıyla 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a ayak basmış. Pek çok kişi onun neler yapacağını elbette bilmiyor; ama umutları yeşermiş, çünkü o, Anafartalar Kahramanı ve İstanbul’u düşman istilasından kurtarmış bir komutan. Başka zaferleri de var elbette, Doğu’da, Suriye ve Filistin cephelerinde...

İşte O’nun Sivas’a kadar geçen Anadolu günlerine bakıldığı zaman dilinden, yazılarından ve sözlerinden bambaşka şeyler kulaklara yansıyor. Örneğin "hakimiyeti milliye", "iradei milliye", "istiklali tam" gibi kavramları kullanıyor; milletin "Türklük" duygusunu ve "hakimiyet" ilkesini hedef aldığından söz ediyor. Gerçekte akıl alacak gibi değil; birileri bu kavramların derinlerde olan anlamlarına kulak verip, bir yoğunlaşsalar, bunun bir "Cumhuriyet" olduğunu derhal anlayacaklar... Gerçekte Sultan Vahdettin bir ara bundan kuşkulanmış, eteklerinde ziller çalarak; "Bunlar cumhuriyeti getirecekler, cumhuriyeti!" demiş ama genel kanı, bu kadar ileri gitmeye cesaret edilemeyeceği yönünde... Hatta bir ara Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’yla, "hâkimiyeti milliye"den ne anlaşılması gerektiğine dair yazışmalar da yapmış... Bir sihirli sözcük gibiydi bu deyim. Sanki o uygulanacak ve sihirli bir el gelip ulusun yazgısına el koyacak ve onu kurtuluşa götürecek. Yani açıkça bu söylenmese de buna "ahdı peyman" edecek ulusun sorunlarının derhal çözüleceği gibi bir kanı bile oluşmuş. Oysa bu deyim, yani milletin hâkimiyeti, ulusun egemen olması gibi bir anlam taşımaktaydı ki; egemenlik erkinin ulus olduğu rejimin adının "Cumhuriyet" olduğu açıktı. Açıkça gerçek amacının cumhuriyet olduğunu söyleyemezdi Mustafa Kemal Paşa... Buna ne ulus hazırdı, ne de bunu kabul ettirebileceği sivilasker bürokratlar vardı çevresinde. Oysa onun düşünce dünyasında, ta Fransız Devrimi’nden ve bu devrime öncülük etmiş olan aydınlardan gelen etkilerle cumhuriyet sözcüğü çoktan yerini almıştı. Öyle ki o Samsun’dan hareket edip, Sivas üzerinden Erzurum’a geldiğinde, orada kongre hazırlıklarının yapıldığı bir sırada, kimi çok güvendiği arkadaşlarına Cumhuriyet’ten söz etmişti. Ancak ortada bir arı var, ilmik ilmik bir bal peteği örüyor sanki. Bu adam, yani Mustafa Kemal Paşa, bir hedefe doğru yürüyor. Zaten önce Doğu Vilayetleri adına toplanan bir kongre olan Erzurum Kongresi’ne, ardından da Sivas’ta toplanan kongreye katılması ve hatta bu kongrelerin toplanmasında birinci derecede etkili olması da bu amaçla...

ÖNLEMLER ALINDI

Gözlerimizi 4 Eylül gününden birkaç gün öncesine çevirdiğimiz zaman, Sivas’ta olup bitenlere baktığımızda şaşkınlıklar içinde kalıyoruz. Meğer ne heyecanlı anlar yaşanmış! Sivas o günlerde Fransızların etki alanındaydı. Sivas Valisi Reşit Paşa’ydı. Fransızların Reşit Paşa’ya söylediklerine göre, doğrudan Saray tarafından görevlendirilmiş Harput Valisi Ali Galip, kimi Kürt aşiretleriyle birlikte Malatya üzerinden harekete geçecek ve Sivas’ı basıp kongreyi dağıtacaktı. Ancak Mustafa Kemal Paşa, bu olası baskını önlemek için kimi önlemler aldı. Sivas Kongresi, günümüzde Sivas Lisesi olarak bilinen binada faaliyete geçti. 4 Eylül 1919 günü başlayan kongrenin başkanı, kimi itirazlara karşın, Mustafa Kemal Paşa seçilmişti. Kongrede tartışılan en önemli konu, kongreyi toplayan iradenin siyasetle ve özellikle de İttihatçılıkla ilgisinin olmadığı yönündeydi. Zira o günlerde Birinci Dünya Savaşı’na girilişin temel sorumlusu olarak görülen İttihatçılık Hareketi, yoğun bir kovuşturmaya uğramıştı. Sultan Halife ve onun hükümetleri, İngilizlere hoş görünmek amacıyla tam bir İttihatçı kıyımına yönelmişlerdi.

İşte Sivas Kongresi böylesine hareketli günlerden sonra açılmış, ülkenin pek çok yerinden gelen üyeler, ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunları enine boyuna tartışarak çözüm yolları aramışlardı. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın burada çok önemli bir amacı vardı. Sivas Kongresi bütün yurdu temsil etmeli ve bir mücadeleye girileceğine göre, bu savaşım ulusun temiz yüreğine, onun saygın istenç ve egemenliğine dayanmalıydı. Günlerce bu konular tartışıldı. Mandacılık, tam bağımsızlık gibi konular ayrıntılı biçimde ele alındı. Hıristiyanların konumu, bunlara karşı Türk Ulusu’nu oluşturacak etnik ve dini unsurların ortak özelliklerine kadar birçok konu ele alındı. Ve sonunda kabul edilip bütün yurda duyurulan kararlarla verilecek ve ulusa dayanacak ulusal savaşın çehresi, bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştı.

ULUSAL DİRENİŞİN EN ŞANSLI DEVRESİ

Sivas Kongresi’nde ulus olarak karar altına alınanlar şöyle sıralanabilir. Bir kere Erzurum Kongresi’nde alınmış olan kararlar vardı. Bunlar öncelikle kabul edildi. Bunun yanı sıra; ülkenin ulusal sınırlarının parçalanmaz bir bütün olduğu, bütün yabancı işgal ve müdahalelerine karşı ulusun top yekûn kendisini savunacağı ve direneceği kararı alındı. Manda ve himayenin kabul edilemeyeceği açıkça ortaya konuldu. Ta İstanbul’dan Askeri Tıbbiye adına kongreye katılmış olan Tıbbiyeli Hikmet’in Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben yaptığı heyecanlı konuşmada; "Mandayı kabul etmem, edemem. Varsayalım ki siz de kabul etseniz, sizi de kınar ve size karşı da mücadele ederim" sözleri karşısında, Mustafa Kemal Paşa’nın yaşadığı duygulu anda söyledikleri tarihin en değerli sözleri olarak kimileri tarafından defterlere kaydedildi.

"Evlat, müsterih ol! Mandayı kabul edemeyiz; ya İstiklal ya ölüm!"

Daha neler yoktu ki bu karalarda: Ulusal güçler, ulusun yazgısını belirleyecek tek güç olacaktı. Ulusun iradesi, kabul edilebilecek tek onay makamıydı.

Sivas Kongresi, Anadolu’da uç veren ulusal direnişin, en şanlı evresini oluşturuyordu.

Bunca önemli kararların alındığını görüp de o günlerin zor koşullarında bunların nasıl sonuçlandırıldığını duyumsayabilenler vicdan sahipleri, acaba o zaman yolculuğundan geri dönse ve bugüne döndüklerinde, bilmem hâlâ aynı tavırlarını sürdürebilirler mi?

Biraz da vicdan sorunu, ne diyeyim!


Aydınlık