Ang Lee’ye 2006 yılında en iyi yönetmen Oscar’ı kazandıran “Brokeback Dağı” (Brokeback Mountain), 1960’lı yıllarda ABD’nin kuzey eyaletlerinden Wyoming’te geçen bir “eşcinsel kovboylar” öyküsü anlatmış ve hatırlanacağı gibi bir hayli sansasyon yaratmıştı. İkisi de evli olan ve birbirlerine aşkla bağlı iki kovboyun yaşadıkları, “Butch Cassidy ve Sundance Kid” geleneğinde açılan çok büyük bir parantez gibiydi ve film bir tür “öncülük” misyonu üstlenmişti. 

Oscar Akademisinin başta eşcinseller olmak üzere tüm “dezavantajlı grupların” ayağının altına kırmızı halı serdiği yönetmelik değişikliklerine göz kırpan filmlerden biri olan ve bu yılki Oscar yarışında 12 dalda aday gösterilerek başlıca favoriler arasında gösterilen “Köpeğin Pençesi” de (The Power of the Dog) eşcinsel kovboy(lar) temasının devamcılarından biri. Bu kez 1920’lerin ABD’sinde ve Wyoming’e komşu eyalet Montana’dayız.

KADIN DÜŞMANLIĞI VE EŞCİNSELLİK

“Ne çekse izlenir!” dedirten yönetmenlerden Jane Campion’ın imzasını taşıyan “Köpeğin Pençesi”, sert erkeklerin, olduğundan daha fazla sert görünmek zorunda bulunanların dünyasında geçen çok boyutlu, çok parçalı bir film. Kadın öykülerine düşkünlüğüyle bilinen ve yaşayan en önemli kadın yönetmenlerden biri olan Campion, geç dönem western atmosferinde bir kadın filmi, kadın düşmanlığı öyküsü, erkeklik tanımı, ergenlik süreci, alkolizm, kovboyluk ve burjuvazi çelişkisi yapısı kurmuş. Büyük çiftlik sahibi varlıklı bir ailedeki zıt karakterli (sert ve yumuşak) iki kardeşi, Phil ve George’u ayrıntılı biçimde tanıtarak açılan film, George’un dul bir kadınla evlenmesiyle birlikte yolları çatallanan bahçeye dönüşüyor ve kadın düşmanlığının ardındaki eşcinselliğin keşfine doğru dümen kırıyor.

Thomas Savage’ın romanından uyarlanan “Köpeğin Pençesi”, başlıca rollerdeki Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons, Kodi SmithMcPhee’nin iniş çıkışsız oyunculuklarına da yansıdığı üzere, Montana kırsalı kadar durgun, hatta yer yer donuklaşan bir film. Jane Campion, iki kardeşin kişiliklerinden başlayarak, ikili çelişkiler üzerine kurmuş anlatıyı, zemine dozu iyi ayarlanmış hafif bir gerilim yerleştirmiş ve karakterlerin psikolojisine ağırlık vermiş. İyinin kötüyle, atın otomobille, bilincin bilinçaltıyla, arzunun bastırılmışlıkla, gücün güçsüzlükle, yaşamın ölümle, insancıllığın zorbalıkla bugünün geçmişle karşılaşması üzerinden hüzünlü bir türkü tutturmuş Jane Campion. Görüntü çalışmasıyla öne çıkan film, yönetmenin sarsıcı çalışması “Piyano”da (1993) olduğu gibi karakterlerin derinliklerine nüfuz ediyor ama aynı zamanda da seyirciyle aralarına ciddi mesafe koyuyor.

ZAYIF KADIN KARAKTER

Yönetmen koltuğunda Jane Campion gibi bir ismin oturduğu düşünüldüğünde, “Köpeğin Pençesi”nin asıl şaşırtıcı yanı ise kadın karakter Rose’nun diğerlerine oranla pek iyi çizilememiş olması. Kirsten Dunst’ın canlandırdığı Rose, filmin en anlaşılmaz, yer yer senaryo boşluklarında sendeleyen karakteri. Filme kaynaklık eden romanı okumadım ama böylesine “roman gibi” bir filmde Rose’un biraz havada kalışı doğrudan senaryoya bağlanabilir kuşkusuz.

Oscar ödülleri 27 Mart Pazar günü (TSİ 28 Mart sabaha karşı) sahiplerini bulacak. Yarışta iyi filmler olsa da çok parlak bir yıl olduğu, kıran kırana bir mücadele yaşanacağı söylenemez. Dediğim gibi, “dezantajlı bireylerin” at koşturduğu “Köpeğin Pençesi”, en avantajlı adaylardan biri. Bekleyelim ve sonucu görelim.


Tunca Arslan

Aydınlık