Geçtiğimiz günlerde ABD yetkili organlarında iki önemli tasarı kabul edildi.

Bir tanesi ABD Senatosu’ndaydı.

1915 olaylarını “Ermeni Soykırımı” sayan karar tasarısı, 12 Aralık 2019 günü, Kongre’nin üst kanadı Senato tarafından oy birliğiyle kabul edildi.

ABD, Türkiye’yi resmen soykırımcı olarak tanıdı yani.

Aynı yasa tasarısı daha önce 3 kez Cumhuriyetçi senatörlerin oyuyla engellenmişti. Ama bu kez oy birliğiyle kabul edildi. Bunun anlamı, ABD’nin Türkiye’yi artık resmen düşman olarak görmesiydi.

Trump kararı imzalamadı ama, 24 Nisan’daki yazılı açıklamasında, “Büyük Felaket” (Meds Yeghern) ifadesini kullandı ve “1915’ten başlayarak 1,5 milyon Ermeni, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında sınır dışı edildi, katledildi ya da ölüme zorlandı. Bu anma gününde ABD ve dünya genelindeki Ermeni toplumuna hayatlarını kaybedenlerin yasını tutmada katılıyoruz” dedi.

Türkiye’de buna bir kaç gün tepki gösterildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Gerekirse İncirlik’i de kapatırız, Kürecik’i de” diye sert tepki verdi. Ama tabii ki hiç bir üs kapatılmadı.

Türk kamuoyunda da öyle ciddi bir eyleme, kitlesel bir ABD protestosuna şahit olmadık.

Bu tasarının kabulünün ardından 17 Aralık’ta bu kez, ABD’den Türkiye’ye yönelik yaptırım kararları çıktı.

Trump bu kez imzaladı.

Kararlarda, F35’lerin teslim edilmemesi, S400’lerden dolayı CAATSA’nın uygulanması, Türk Akımı enerji projesine yaptırım, Güney Kıbrıs’a silah ambargosunun kaldırılması gibi maddeler yer alıyor.

Buna da tepki gösterilmedi fazla.

İstanbul’un yarısını ada haline getirip, küresel alacaklılara (Duyunu Umumiye ) satışını öngören fantazi “Kanal İstanbul” projesi gündemi işgal ediverdi birden.

ABD’Yİ BIRAKTIK ÇİN’E DÖNDÜK

ABD’de bir diğer tasarı ise Temsilciler Meclisi’nde, Türkiye ile ilgili olandan 9 gün önce, 3 Aralık 2019 günü oylandı.

Bu da, Çin’i hedef alan bir tasarıydı.

ABD Temsilciler Meclisi, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Uygur Türklerine yönelik baskı politikalarından dolayı Çinli yetkililere yaptırım uygulanmasını öngören yasa tasarısını kabul etti.

Tasarıda Çin yönetimi “toplama kampları” ifadesi ile Hitler Almanyası’na benzetiliyordu.

Gerekçe ise Çin yönetiminin, “Milyonlarca Uygur’u çalışma kamplarına doldurarak etnik ve dini baskı uygulamasıydı”.

Ana bi de baktık ki, Türkiye’nin en önemli meselesi bu oldu.

Tüm sosyal medya Çin’in Uygur zulmü ve “Doğu Türkistan” edebiyatı ile doldu.

Tabii bu belli merkezden yönlendirilen propagandalar, Uygurların toplu katledildiği ve kadınlarına tecavüz edildiği yalan soslarına da bulandı.

Sokakta ise yine belli merkezlerden yönetilen dinci dernekler, kartondan Çin Seddi filan yıkarak “Kızıl Çin”i protesto etti.

Peki işin aslı neydi?

İşin aslı Çin’in Sincian’daki dinci teröre karşı iş edindirme ve eğitim başlıklı merkezler oluşturması ve dinciliğe eğilimli (başta Kaşgar olmak üzere) kırsal bölgelerdeki Uygur halkını bu merkezlere toplayarak hem bir sanat edindirmesi, hem de medreselerde yıkanmış beyinleri çağdaşlığa teşvik etmesiydi.

Çin yönetimi bu kamplara uluslararası medyadan temsilcileri de davet edip, göstermişti de.

Türkiye’den Sabah gazetesi muhabiri bile gezip gördükten sonra, “Bize farklı anlatılmış” demişti.

Uygur bölgesi, CIA bağlantılı IŞİD ve El Kaide teröristlerinin en başta gelen ilgi alanı. Çin’in zamanında Uygurlar için Arap alfabesini kabul etmesi,bölge halkının köktendinci Vahabi terörüne açık hale gelmesine yol açtı.

2009’da ayaklanan aşırı dinci Uygurlar sokakta gördüğü Çinlileri, asker ve polisleri kesti. Urumçi Çarşısı’nda başı açık Uygur kadınlara kezzap atıyorlardı. Tren istasyonlarına palalarla saldırıp sivil halkı doğruyorlardı.

2011’de bunların önemli bir kısmı Suriye’ye gitti. Güzergah ise Tayland ve Türkiye üzerindendi.

Bugün Gelecek Partisi’ni kuran Davutoğlu, geçmişte bu işin organizatörleri arasındaydı.

Türkistan İslami Partisi adı altındaki Uygurlar, Suriye’de IŞİD ve El Kaide saflarında savaştılar.

Bugün de ETİM (Doğu Türkistan İslami Hareketi – East Turkistan Islamic Movement) adı altında İdlib’de sıkışmış vaziyetteler.

Suriye ordusu ile Türk askerlerini karşı karşıya getirmek için askeri kontrol noktalarından bazı saldırı ve provokasyonlar yaptıkları da biliniyor.

Dönelim Çin’e yaptırım tezgahına.

ABD’den yaptırım kararı çıkar çıkmaz çoğu Batılı 22 ülke, Çin yönetimine ortak bir mektup göndererek sözde “toplama kamplarında” tutulan Uygurların serbest bırakılmasını istedi.

Batılı ülkeler işin içinde olunca HDP’li isimlerde bile bir anda Uygur sevgisi doğuverdi.

Türkiye hükümeti ise bu işe karışmadı.

FETÖ bazlı sesler, bu kumpasa katılmayarak kendilerini şaşırtan AKP’ye de saldırıya başladı.

İyi Parti’den NATO çağrısı bile geldi.

Peki bu işin perde arkasında ne vardı.

ABD’de ele alınan tasarının 2 ayağı vardı temel olarak.

‘ÇİNLİ İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARICHRD’

Bir tanesi BM kapsamında oluşturulduğu izlenimi verilen “Network of Chinese Human Rights Defenders” (CHRDÇinli İnsan Hakları Savunucuları Ağı) idi.

Bunlar aslında BM çatısı altında değil ABD himayesinde bir kuruluştu.

CIA bağlantılı rejim değiştirme örgütü NED (National Endowment for Democracy) isimli STK tarafından finanse ediliyorlardı.

Bu CHRD’nin 2018’de hazırladığı raporda, bir milyondan fazla Uygur’un bu kamplarda olduğu, 2 milyon kadarının da yarı zamanlı olarak buralarda zorunlu eğitime tabi tutulduğu belirtiliyordu.

Raporun dayanağı ise sadece 8 Uygur’un ifadeleriydi.

İşin komiği de, sadece Kaşgar iline ait röportaj verilerinden hareketle 20 milyonluk Uygur bölgesine genelleme yapılmıştı.

8 Uygur’un verdiği ifadelerde Kaşgar’ın çeşitli köy ve kasabalarından toplam 17,500 kişinin bu kamplara alındığı bilgisi verilirken, nüfusa oranın yüzde 13’e yakın olmasını, 20 milyonluk genel nüfusa orantılamışlardı.

Yani BM raporu olarak sunulan belge, aslında 8 Uygur’un tanıklığına dayanan afaki bir kağıt parçasıydı.

ABD Hükümeti de bu rapora dayanarak, 800 bin ile 2 milyon arasındaki Uygur’un bu yeniden eğitim kamplarında baskı ve işkenceye tabi tutulduğu iddiasını en sonunda yaptırım kararına dönüştürmüştü.

Çin Halk Cumhuriyeti ise bunları yalanlayarak, çok daha az sayıda teröre eğilimli kişinin, bu meslek edindirme kursları ve eğitim merkezlerinde bir sanat edinmesi için eğitildiğini bildirdi.

Yani ortada bir zorlama varsa bile bu öyle tecavüz, işkence, katliam, din değiştirme veya zorla hapis tutulma gibi bir uygulama değildi.

Ama Hitler’in bir dönem destekçisi olan (ve şimdilerde de bir hayli NeoNazi bulunduran) ABD bunu Nazi toplama kamplarına benzetiyordu.

Aynı CHRD, daha öncesinde de Çin’in batılılaştırılması adına çok çeşitli aşırı sağ gruplarla işbirliği yapmıştı.

ABD Hükümeti’nin Uygur konusunda, CHRD’den sonraki ikinci kaynağı da bunlardan biriydi.

ADRIAN ZENZ

Bu kişi Adrian Zenz adında evanjelik kökten dinci ve aşırı sağcı bir sözde akademisyendi.

Adrian Zenz

“Toplama kamplarında milyonlarca Uygur var” yalanının hamisi Zenz, 1993’te ABD hükümetince kurulan, aşırı sağcı Komünizm Kurbanları Hatırası Vakfı’na (VCMF) bağlı çalışan sözde Çin uzmanı bir araştırmacıydı.

Bu VCMF ise Ukraynalı eski Nazi Lev Dobriansky tarafından 1959’da kurulan, National Captive Nations Comittee’nin (Ulusal Esir Halklar Komitesi) bir alt organıydı.

Lev Dobriansky

NCNC, nazilerin, ırkçı ve faşistlerin toplaştığı, Soğuk Savaş döneminde Amerikan hükümetince beslenen anti Sovyet bir organizasyondu.

Eş Başkanı Yaroslav Stetsko, 2. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın Ukrayna’yı işgalinde Almanların yanında savaşan OUNB faşist milis örgütünün lideriydi.

Yaroslav Stetsko

Bu Stetsko ile Dobriansky, aynı zamanda Dünya Anti Komünist Birliği’nin de kurucularındandı.

Gazeteci Joe Conason, bu örgütü “2 düzineden fazla ülkeden faşist, NeoNazi ve anti semitiklerin toplaştıkları organizasyonel bir vaha” olarak tanımlıyordu.

Lev Dobriansky, Eisenhower’den Reagan’a ve Bush’a kadar dönemin tüm ABD başkanlarıyla doğrudan görüşebiliyordu.

Bugün de Dobriansky’nin kızı Paula, VCMF yönetim kurulu üyesidir.

Paula Dobriansky de, Reagan ve baba Bush ile danışman olarak mesai yapmış, “New American Century” (Yeni Amerikan Yüzyılı) belgesinin yazımında rol almış, NEO konservatif akımın öncülerinden bir isim.

VCMF, Washington merkezli çalışan ve Venezuela’dan Çin’e kadar rejim değişikliği için uğraşan bir örgüt. CIA maşası yani.

“Çin’e karşı çalışmam için beni Tanrı gönderdi” diyecek kadar fanatik dinci ve ırkçı bir tip olan Adrian Zenz, işte bu şebekenin öne çıkardığı bir adam.

14 Batılı ülkeden 17 dev medya grubunun oluşturduğu konsorsiyum sponsorluğunda eş zamanlı yayınlanan “China Cables” dokümanlarına ve yine aynı gruplar tarafından kurulan “ICIJ”na (International Consortium of Investigative JournalistsUluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu) da işte bu Adrian Zenz, CHRD ile birlikte kaynaklık ediyor.

Batılı medya organlarına konunun uzmanı olarak davet edilen Zenz, sayıları da sürekli artırıyor.

2018’de “1 milyon Uygur kamplarda” derken, 2019 martında 1 buçuk milyon, kasım ayında ise bu sayıyı 1,8 milyona çıkarttı.

Zenz’in kaynaklarından biri de, 2016’da Türkiye’de kapatılan “sürgündeki Uygur medyası” İstiklal TV ve tutuklanan sahibi Abdülkadir Yapçan.

Japonya’daki Newsweek dergisinin Yapçan’ın iddialarını haberleştirmesi üzerine Zenz de bu bilgileri doğruymuş gibi vermeye başladı.

1958 Kaşgar doğumlu Yapçan aynı zamanda ETİM’in de lideri.

ETİM, ABD, AB ve BM Güvenlik Konseyi’nce resmen terörist olarak tanımlanan bir örgüt.

Silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek ile evrakta sahtecilik suçlarından İstanbul Adliyesi’nde yargılanan Yapçan, halen adli kontrol kaydıyla Tekirdağ sınırlarını terk etmemek şartıyla serbest bulunuyor.

Zenz’in diğer kaynağı ise CIA tarafından Çin’e karşı yayınlar için kurulan Radio Free Asia.

ABD Temsilciler Meclisi’nden geçen yeni yaptırım kararında, Radio Free Asia’nın çatı örgütü ABD Küresel Media Ajansı’na (hükümet kontrolündeki US Agency for Global Media) Sincian konusunda araştırma ve yayın yapmak üzere resmen görev de verildi.

Gördüğünüz gibi tam bir “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” manzarası.

Koskoca New York Times, Washington Post, CNN gibi medya kuruluşları işte bu yalan dolan üzerinden haber ve propaganda yapıyor.

Sermayeleri sadece yalan olsa belki bu kadar etkili olamazlar ama arkalarında milyarlarca dolar para ve binlerce kişilik istihbarat gücü var.

Bakın ben neden bunları yazıyorum biliyor musunuz?

Uygur düşmanı filan olduğum için değil.

Uygurlar benim kardeşim.

Ama haçlı irticaya alet olan terörizme buluşanlar eblette değil.

Ben bunları asıl, Türkiye’yi soykırımcı ilan eden bir ülkenin propaganda tuzaklarına düşen vatandaşlarım için yazıyorum.

Türkiye’nin düşmanı açık ve seçik olarak ABD ve AB’dir.

Bugün nereye bakarsanız bakın, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Suriye, Irak ve İran’da, Libya’da her yerde karşımıza bunların düşmanlığı çıkıyor.

Hal böyleyken, bize resmen ‘katillerin torunusunuz’ diye iftira atan ABD’nin yanında, her hangi bir sorunumuz olmayan Çin’e saldırmanın vatan çıkarına tamamen karşı bir tutum olduğunu savunuyorum.

Kötü niyetli FETÖ’cülerin yanında bazı iyi niyetli cahiller de bu koroya katılıyor, sazan gibi oltaya takılıyor.

Buna işaret ediyorum.

Fikir sahibi olmak için önce gerçekleri iyi bilmek lazım.

ASIL SOYKIRIMCI KİM

Asıl soykırımcı, 1492’ten beri Güney ve Kuzey Amerika ile Afrika ve Asya’da soykırım yapan tüm Avrupa kökenlilerdir.

Bunun için belge ararsanız çok.

İspanyol işgalcilerin İnkalara çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniye dağıtmaları, Kuzey Amerika’da Kızılderili kellesi başına 5 dolar ödül bağlanması, Afrika’da ‘sanki hiç insan yokmuş gibi’ sistematik tecavüz ve katliamlara girişilmesi, Vietnam’da köylerin üzerine napalm ve portakal gazı atılması, Bengal’de Çörçil’in yüzünden 3 milyon insanın açlıktan ölmesi, Aborjinlerin yok edilmesi, tarihin bilinen ama saklanan sayfalarında yazılı.

Ben size daha örgütlü ve acımasız bir soykırım örneği vereyim de oturup ağlayın.

Kanada ve ABD’de kiliseler eliyle yapılan bu insanlık dışı olayı yine bir papaz ortaya çıkarttı.

Kızılderili çocukların zorla ailelerinden alınıp, topluma kazandırma bahanesiyle hristiyan okullarda yok edilmesinin hikayesiydi bu.

1800’lerin ortasından itibaren yapılan uygulama insanın kanını donduracak nitelikte.

150 yıllık süreçte en az 50 bin çocuk bu okullarda öldürüldü.

Gerçeği Katolik bir papaz olan Kevin Daniel Annet deşifre etti.

Annet, “Yerlileri çocukken yok edin” prensibi doğrultusunda 18401996 yılları arasında yaşları 4 ile 18 arasında değişen binlerce masum çocuğa, zaman zaman çiçek mikrobu bulaştırılması da dahil bilinçli bir soykırım uygulandığını kitabında yazdı. Zaman zaman okullar yandı ve toplu ölümler meydana geldi.

Tamamı ise baskı ve cinsel tacize maruz kaldı.

Türlü işkencelere uğradılar: Kırbaç, at kemeri, vidalı metal kemer ve sopayla dövülmek, aç ve susuz bırakılmak, elektrik şoku verilmesi, kış soğuğunda dışarda uyumak bunlardan bazılarıydı.

Deli raporu dahi verilen Annet hukuk mücadelesini kazandı.

2000 yılına gelindiğinde devlete açılan dava sayısı 10 bini bulmuştu. 2007’de olayı araştırmak amacıyla bir komisyon kuruldu. Kurbanların ifadesine başvuran komisyon, çalışmaları neticesinde bu okullarında hayatını kaybeden 5 bin 995 çocuğun kimliğini tespit etmeyi başardı. Komisyon yaklaşık 130 okulda 50 bine yakın çocuğun ortadan kaybolduğunu ileri sürüyor.

Bize katil diyenlerin yaptıkları işte bunlar.

Şimdi sizce kimi protesto etmeliyiz?

KAYNAKLAR:

https://thegrayzone.com/2019/12/21/chinadetainingmillionsuyghursproblemsclaimsusngoresearcher/

https://www.dunyabulteni.net/tarihdosyasi/cocuklarinicindekiyerliyioldurenkanadah423038.html