Günlerdir Türkiye gündemini meşgul eden Palu ailesi olayları, aile fertlerinin canlı yayında gözaltına alınmasıyla bir nebze olsun duruldu.

Palu ailesi gündemdeki yerini korurken Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nükhet Sirman aile ile ilgili skandal bir ifade kullandı.

Palu ailesi üzerinden Türkiye’de ailenin sosyolojisini, karanlık yüzünü, bu yapıyı oluşturan ve inşa eden politik yaklaşımlarını değerlendiren Sirman, 'Türkiye’de, Ortadoğu ve Akdeniz havzasında da olduğu gibi aile ilişkileri toplumsal yapının ciddi bir temelini oluştururdu. Zaman içinde ailenin üzerine iki büyük yapı daha inşa edildi. Bir tanesi İslamiyet, öbürü de Cumhuriyet’le beraber modernizm. Bu iki yapının da aileden çok sayıda beklentisi vardı ve bu beklentiler karşısında aslında ailede “sırdaşlık” yaygınlaştı. Sırlar, ailenin aslında kendisinden bekleneni yapmadığını, olması gereken gibi olmadığını gösteriyor' dedi.

'CUMHURİYET AKRABA EVLİLİĞİNE KARŞI ÇIKIYORMUŞ'

Verdiği röportajda gerici ifadeler kullanan Sirman'ın en dikkat çeken cümlesi ise akraba evliliği üzerine oldu.

Sirman, cumhuriyet rejiminin akraba evliliğine karşı çıkmasının altında, 'Bireyin sadece ve sadece kendisine tâbi olmasını istediğini' ileri sürdü.

Röportajın akraba evliliğiyle ilgili kısmı şöyle:

'Bir antropolog olarak baktığımızda Ortadoğu ve Akdeniz havzalarında ki buna Yunanistan, Akdeniz’in güney ve kuzey yakaları da dahil namus ve şeref kavramlarının çok öne çıktığı memleketlerdeki aile yapısının toplumsal düzenin temelini oluşturduğunu görüyoruz. Aile düzeninin bu kadar öne çıkması, aslında başka muhayyel cemaatlerin oluşumuna, gelişimine ket vurabiliyor. O yüzden aile, ümmet ve millet yapıları arasında çok girift ve yapısal savaşlar var. Türkiye de bu savaşların memleketi aslında. İslâm’ın namus anlayışıyla modernizmin namus anlayışı birbirini tutmuyor. Yahut İslâm’ınkiyle akrabalığınki, akrabalığınkiyle modernizminki birbiriyle örtüşmüyor. Her üç anlayış da “namus” kelimesini kullanıyor ama bu kelimeyle farklı ilişkileri kastediyorlar. Dolayısıyla aralarında sürekli bir mücadele, savaş var. Bakın, Cumhuriyet, neden başından itibaren akraba evliliğine şiddetle karşı çıktı?

‘Akrabayla evlenirsen çocukların sakat doğar’ denir.

Oysa akraba evliliğinin illa sakat çocuğa sebebiyet vermediği açık.

O halde neden bu tür evliliklere karşı çıkıldı, çıkılıyor?

Çünkü Cumhuriyet rejimi, bireyin sadece ve sadece kendisine tâbi olmasını istiyor. Akraba evliliği, aile cemaatinin genişleyip büyümesi sonucunu da getiriyor. Oysa Cumhuriyet, daha kolay kontrol edebileceği çekirdek aile istiyor. Cumhuriyet, bireyle kendisi arasındaki bütün ara mekanizmaları yok etmeye odaklanıyor. Tekke ve zaviyelerin bile din karşıtlığından ziyade, bu nedenle kapatıldığını söyleyebilirim. Çünkü tekke ve zaviyeler, geniş aileler, kabileler, aşiretler, cemaatler cumhuriyetle birey arasında birer bent oluşturuyordu.'

Sirman röportajda şu görüşlerini ileri sürdü:

'Rejim açısından çekirdek aile neden daha kontrol edilebilir bir yapı?

Çekirdek ailenin başında bir baba, koca figürü var. Bu babakoca figürü, ailenin reisi olma hakkını Cumhuriyet’le beraber, 1926’daki Medeni Kanun’la elde etti. Yani babakoca, rejim sayesinde güç sahibi oldu.

Daha önce nasıldı?

Osmanlı’da çeşitli kapı kulları silsilesi var ve erkekler bu silsile içerisinde sürekli bir üst erkeğe tâbi. Padişah veya paşa, kapısındaki adamı isterse evlendiriyor, isterse bekâr bırakıyordu. Cumhuriyet bütün bu ara mekanizmaları ve hiyerarşiyi yok etti ve erkeğe “sen sadece bana tâbi olacaksın”, “her evlenen erkeği paşa, reis yapacağım” dedi. 1926 Medeni Kanun’la erkeğe bu “paşalık” bahşedilirken, çekirdek ailenin reisi doğrudan Cumhuriyet’e tâbi kılındı. Çekirdek ailenin reisi, okulda, askerde vs, de sistematik olarak devletin tedrisatından geçirildi. Böylece erkek, kime biat edeceğini de kime hükmedeceğini de öğrenmeye başladı.

Peki bu tespit bizi, Cumhuriyet öncesi geniş aile yapısının kadınlar açısından sonuçlarına ilişkin nasıl bir tahlile götürür?

Elbette daha olumlu olduğu sonucu çıkmaz bundan. Sadece güç ilişkileri farklı. Claude LéviStrauss, Osmanlı toplumuna “büyük ev toplumu” diyor. “Büyük evlerin” yönettiği toplumlarda, büyük evlerin akrabalık ve hiyerarşi ilişkisi galip olur. Farklı toplumsal yapılar, farklı evlilik, güç ve cinsellik ilişkilerini yaratır. Cumhuriyet’in “çekirdek ailesi” kısmen Batı esinli. Batı’daki çekirdek aile tartışmasında karıkoca arasında yoldaşlık, muhabbet ilişkisi olması gerektiği çok vurgulanır. Halide Edip’in romanlarına baktığınızda da o “muhabbetin” önemine çok vurgu yapıldığını görürsünüz. Fakat yine de buradaki çekirdek aile tartışmasında meselenin bu yönünün çok öne çıkarılmadığını görüyoruz. Bakın, mesela Bertrand Russell da karıkoca arasında saygıya dayalı gerçek bir sevgi olması gerektiğini, ancak o zaman cinsellik dâhil pek çok sorunun hallolacağını söylüyor. Cumhuriyet de ailenin sevgiye dayanmasını gündeme getiren söylemler üretti. Hatta bugün özellikle orta sınıf ailelere ailenin anlamı sorulduğunda “ilk başta sevgi ve saygı gelir” diyorlar. Ancak aile içi ilişkiler söz konusu olduğunda gündelik hayatta hakim olanın bir görev söylemi olduğunu gözlemliyoruz. Buna mukabil Russell’ın ütopyasında ailenin yasa ve yasaklara değil, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı yapı olması var.”

Kemalistler, cumhuriyet rejiminin aile politikasıyla kadını da özgürleştirdiğini söylerken haksız mı?

Bu görüşü savunuyorlar ama elbette bu doğru değil. Çünkü kadın yine önce babanın, evlenince de kocanın reis olduğu bir aile düzeninde yaşıyor. 1934’te kadınlara, “biz modern devletiz” denilerek seçmeseçilme hakkı veriliyor ama mesela 1924’te kurulmuş olan Kadınlar Birliği 1936’da kapatılıyor. Çünkü aslında devletle kadınlar arasında da ayrı bir mekanizma, bent olması istenmiyor.

Az önce aile, ümmet ve millet yapıları arasında çok girift ve yapısal savaşlar olduğunu söylemiştiniz. Günümüzde laiklerle İslâmcılar arasında, aile yapısı üzerinden yürüyen savaşın kökeninde ne yatıyor?

Kemalistler, gerçekten de cumhuriyet inkılaplarının kadınları özgürleştirdiğine inandılar ve kadınlar lehine belli kazanımlar da elde ettiler. Şimdiki hükümetin projesi ise aileyi, kadınlar aleyhine gelişen bazı mekanizmalarla güçlendirmeye dayanıyor. Kadının güçlenmesi ailenin bir bütün olarak güçlenmesine bir engel olarak görülüyor. Bu bakış, aile bütünlüğünün erkeğe, yani bir reisin varlığına bağlı olduğu varsayımına dayanıyor. Yani kadının güçlenmesi erkeğin bu konumunu kaybetmesi olarak görülüyor. Bunun doğru bir tarafı da var. Çünkü kadınlar güçlendiğinde aile birlikteliğinin devamı, erkeğin belli bir eşitliğe rıza göstermesine bağlı olur. Russell da buna işaret ederek, böylesi bir ailede herkesin belli fedakârlıklarda bulunması gerektiğini söyler.”