Meliha Akay

Sadece kapağına bakarak, hatta vurularak kitap aldığınız olmuştur mutlaka. Benim çok oldu. Tıpkı elimdeki Arjantinli yazar Alberto Manguel’in kaleme aldığı ve bir ağıt olarak nitelediği Kütüphanemi Toplarken adlı kitabında olduğu gibi! 

Okur kitabı okuduğu her sayfada, sözlük, sözcükler, anılar, rüyalar, anekdotlar arasında deyim yerinde ise fırtınaya tutulmuş gibi dolaşsa da kitabın her satırı bir ağıt olduğunu doğrular nitelikte. Alberto Manguel üslubunu ve dilini çok sevdiğim, bütünleşme duygusuyla okuduğum, geniş ufkuyla ve birikimiyle yolumuzu aydınlatan bir yazar. 

Aynı zamanda bir yayıncı, editör ve çevirmen. Bu çok yönlü aydının kütüphanesine girip kendinizi başka zamanların içinde, roman kahramanlarının izinde, başka gezegenlerin yörüngesinde buluvermek bir okur için de bir yazar için de paha biçilmez bir kazanım olsa gerek. Fransa’dan ayrılırken 35 bin kitabını mücevher gibi koruduğu kütüphanesinden de ayrılmak zorunda kalması yazarı ilk kez yüzleştiği bir kedere gark eder. Zannımca kederin ağırlığınca bir haykırışa tanık oluyor her okur. Dört bin yıldır, dünya dediğimiz uçsuz bucaksız bir “metinle” okurların kurdukları ilişkiyi anlatan metaforları incelemesi ise ayrı bir özelliği ve yüceliği. 

İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ

Kütüphanemi Toplarken’i bu denli okunası ve değerli kılan etkenlerden biri de elbette kusursuz çevirisi. Bu yüzden çevirmeni Yeşim Seber’in hakkını teslim etmek gerek. Bitmesin diye korku duyduğumu ve sayfaları iki üç kez gözden geçirdiğimi itiraf etmeliyim. 

İskenderiye Kütüphanesi’nin efsanevi hikâyesi hepimizin ya da pek çoğumuzun malumu. Fakat yazar öylesine farklı bir pencere açarak anlatıyor ki diğer okurları bilemem, ama benim en çok ilgimi çeken bölümlerden biri İskenderiye Kütüphanesi’yle ilgili bölüm oldu. Beşinci Arasöz başlığı ile verdiği bölüm. Okuduğu, içselleştirdiği kitaplarla ilintili kendisine sorduğu soruların yanıtlarını yine bizlerle paylaşıyor olması metinleri daha akıcı hale getiriyor. 

Başka bir kitabında konu ettiği Don Quijote, hac için yollara düşen Dante, öğrendikleriyle dumura uğrayan Hamlet, okuduklarıyla yaşamak istediği hayatı birbirine karıştıran Emma Bovary gibi kahramanların eşliğinde diğer karakterlerinin tutumlarını irdeleyen bir yol haritası oluşturuyor ve klasiklerin neden okunması gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. 

KÜTÜPHANEYLE ŞAŞIRTAN İLİŞKİ

Fransa’daki kütüphanesinden son kez ayrıldığı gün kendini çok mutsuz ve kötü hissetmesi elbette bizleri şaşırtmıyor. Fakat kütüphane ile arasındaki iletişim hepimizi şaşırtacak nitelikte. Çünkü orada binlerce tanık var! Hayatının ve anılarının tanıkları.  

Kütüphanesinin, en büyük dostunun ve en güçlü tanığın, son bir dostane tavırla kendisine kitaplarını açmak istediği hissine kapılır. İntikama, azgın öfkeye, umarsızlığa dair hatırladığı satırlar dalga dalga kulaklarında uğuldamaya başlar. O anda kitaplığında yer alan bir kitap imdadına yetişir! Ayna’nın İçinden’de yer alan bir bölüm uğultusu için sağaltıcı olur. 

Yabancısı olduğu satranç krallığında kendini kutsuz hisseden Alice’i teselli etmek için Beyaz Kraliçe ona akıl verir: “Nasıl da kocaman bir kız olduğunu düşün. Saatin kaç olduğunu düşün. Ne istersen düşün, yeter ki ağlama!” Bu cümle onun için sağaltıcı olur. “Hangi tuhaf huy, bana bu eserleri küremdeki rengârenk ülkeleri andıran şeye dönüşecek biçimde bir araya toplatmış olabilirdi,” diye sorar kendine. Sanırım bu soruyu pek çok okuryazar, yazının başlığı yaptığım cümlede olduğu gibi, kütüphanesi mücevherci dükkânı gibi olan kişiler sormuştur! 

HER KÜTÜPHANE OTOBİYOGRAFİKTİR

Alberto Manguel’in, her kütüphanenin otobiyografik olduğu savını sonsuzca destekliyorum. Anlamlarını solup gitmiş duygulara ve kurallarını artık hatırlayamadığım bir mantığa borçluymuş gibi duran bu zihinsel bağlantıları ortaya çıkaran şey, neydi? Ve acaba şu andaki benliğim o uzaklarda kalmış hayaletleri yansıtıyor muydu? 

Bu sorular kütüphaneden ayrılırken duyduğu kederi okura aktaran birkaç satırdan biri. Dilimiz ne denli zengin olursa olsun, bazen yaşadıklarımızı, içinden geçtiğimiz olguları tanımlayacak bir cümle ya da sözcük bulamayız ya hani. Bir türlü tarif edemeyiz ya, belki de çok anlam yüklediğimizden, ya da adını koymaya çekindiğimizden… 

Oysa mutlaka bir karşılığı, sözcük karşılığı vardır. Lakin bizim içimizdeki yüksek tempolu ritimden ötürü duyamaz, göremez, bulamaz oluruz. İşte tam da burada yazarımız üç semavi dinin bir yerinden başlar bu tanımlama için araştırmaya. 

‘BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI!’

 Yazarın konu aldığı dini söz. Üç ehil Kitap için İbrahim’in birbirine düşman üç çocuğu için Söz ve Dünya güçlü bir biçimde iç içe geçmiş durumdadır. Yuhanna İncil’inin ilk dizesi olan bu söz, üç dinin tamamında geçerlidir. Dillerimiz Kutsal Kitap’taki efsaneye göre Tanrı tarafından bahşedilmiş bir armağan ya da cezadır. (Bu noktada anlam olarak buna benzer bir cümle kurduğu için yakılarak öldürülen rahip MALAGRİDA’yı anımsadım! O da ‘Dil insana düşüncelerini gizleyebilsin diye bahşedilmiştir!’ demişti.) 

Babil’den sonra Tanrı, insanlık tarafından kullanılan tek dili paramparça ederek bugün konuştuğunuz türlü çeşit dile dönüştürmüştür! Yazar bu noktada şöyle bir çıkarımda bulunuyor: Mademki dil Tanrı tarafından gönderilmiştir, o halde Tanrı kullandığımız her bir sözcükte kendi varlığını açık etmekte ve her beyanda kendi varlığını gizlemektedir. Sonra da başka bir çıkarım ekleyerek bitiriyor sözünü: Mademki dil Tanrı tarafından gönderilmiştir, o halde Tanrı kullandığımız her bir sözcükte kendi varlığını açık etmekte ve her beyanda kendi varlığını gizlemektedir.

 “1890 yılında Kahire’deki eski Yahudi mahallesinde Orta Çağ’dan kalma bir sinagogun mühürlü deposunda, var olan en geniş ve de en kıymetli antik arşivlerden biri keşfedilmişti. Üst üste yığılmış duran türlü çeşit belge, ki bunlar arasında resmi evrak, şiirler, alışveriş listeleri, mektuplar, bilimsel incelemeler de biriktirilmişti. Tanrı tarafından gönderilmiş dil hem isimlendirme özgürlüğünü hem de isimlendirme kısıtlamasını ve isimlendirilemez olanın imha edilmesi yasağını beraberinde getirdiği öngörülmüş ve bu yüzden de hiçbir belgenin, kırıntının zayi edilmesini izin verilmemişti.”

YAYINEVLERİMİZİN NEDEN KÜTÜPHANESİ YOK

Yazar kitabın pek çok yerinde bu konuya değinmekte. Hem de kendi kuşağını öne çıkararak. “Benim kuşağım için sözcükler önemliydi. Büyüklerimiz sahip oldukları kutsal kitaplarına ya da Shakespeare’in bütün eserlerine ya da Betty Crocker’a ait yemek kitabına ya da LagardeMichard’ın altı cildine gözleri gibi bakarlardı.” der. Sonra da kendisinden sonraki kuşaklara sitem edercesine; “Üçüncü bin yılın kuşakları açısından o gözde nesne kitap değil de belki nostaljik bir Gameboy ya da bir İphone olabilir.” diye sürdürür yazısını. 

Kütüphanemi Toplarken’i okurken baştan sona ülkemizdeki yayınevlerini, sektöre dönüşen yayıncılığı ve yayıncıları düşünmeden edemedim. Neden bir tanesi çıkıp yayınevinin bir yanına bilim kütüphanesi kurmaz? Neden özel kütüphanelere bu denli uzak ve soğuk bakılır? Üstelik de yayıncılık yapan bazı kişilerin edebiyat ile uzak yakın ilişkisi olmamasına karşın, üstelik de kitabı sadece bir meta, gelir sağlayacak bir ürün olarak görürken, sanırım eksikliğin ve yanlışın nerede olduğunu da ayan beyan göstermiş oluyoruz. 

Yazımın başında söylemiştim Alberto Manguel’in hem yazar hem yayıncı ve çevirmen olduğunu. Ve de teşekkür metnini okuduğumda ekip olmanın, ruhunu vererek adanmışlık hissiyle kitap basmanın ve her aşamasında tek tek uğraşmanın nasıl bir başarı getirdiğini de… Bizlerde de çoğalması dileğiyle bitirmek isterim bu güzel kitaba ilişkin yazımı.

Aydınlık