Dicle Eroğul yazdı

 

İlk Kurşun'da yazılarıma, “Gerçeği Konuşmaktan Korkmayınız” diyerek şu cümlelerle başlamıştım:

 

“Gündemle ilgili yazılarımın ilk durağında, gündemi oluşturan gerçekliğe ulaşmanın önemi üzerinde durmak, yol gösterici olacak. Dünyada güç dengelerinin değiştiği ve dolayısıyla bir alt üst oluştan geçtiğimiz bugünlerde, gündemi ve gündemin içerisindeki gerçekliği yakalamak oldukça zorlu bir süreç.”

 

Gerçekleri yakalama çabası, gittikçe daha da zorlu bir sürece girdi. Uzun süre tek gündemimiz vardı, koronavirüsten başka bir konu konuşulmuyordu. Salgın gündemdeki yerini korusa da, gazete manşetleri ile sosyal medyada farklı konular da yer almaya başladı. Ancak gündemdeki konuların hemen hepsinde kamplaşma yaşanıyor. Herhangi bir konuda görüş oluşturmak yerine insanlar, bulundukları kampın eğilimine göre tavır alıyorlar. İki ana kamp var; iktidar ve karşıtları. Bir konu eğer iktidar tarafından gündeme getirilmişse, karşıt cephe konuyu irdelemeden cephe alıyor, ya da tam tersi. Oysa iktidar ya da muhalefet, Ülke yararına, Millet yararına bir konuyu gündeme getirebilir. Toptancı bir zihniyetle ve karşıtlık mantığıyla her öneriye, her yapılana karşı çıkma kolaylığına kapılmak, tehlikelidir. Amaç, bu kamplaşmaya karşı gerçeği yakalamak ve gerçekten yana tavır almak olmalıdır. Bunun için de kendi düşünce gücümüze dayanmalıyız.

 

Atatürk, 28 Aralık 1919 tarihinde Ankara eşrafı ile konuşmasında şöyle diyor:

 

“Baylar!

Bir millet varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün maddi ve düşünce gücüyle ilgili olmazsa, bir millet kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.”

 

Ancak ne yazık ki, 11 Kasım 1938 günü itibarıyla Atatürk'ün çizdiği yoldan ayrıldığımız için yapmış olduğu uyarıda belirttiği gibi şunun bunun oyuncağı olduk. Mandacı zihniyete sahip siyasetçiler, Türkiye'yi ABD liderliğindeki emperyalist sistemin siyaset, ekonomi, eğitim, kültür, medya, akla gelebilecek her alanda rahatça at oynattığı bir ortama sürüklediler. Dini kullanarak  milleti bölmek üzere tarikat ve cemaat bataklığı tekrar beslenip büyütüldü. Oysa Atatürk, tarikatların devleti kontrol etmeye kalkışması ile Osmanlı'nın nasıl çöküşe doğru yol aldığını teşhis ederek tekke, zaviye ve türbeleri kapatmıştı. Bunun yanısıra Türkiye, Atlantik sistemin kenar kuşağı konumunda Sovyetler'e karşı kullanılmak üzere organize edildi ve komünizm tehdidiyle de farklı düzlemde bölündü. Müslüman ülkeye sanki ertesi gün komünizm gelecekmiş gibi anti komünist örgütlenmeler oluşturuldu, diğer yandan karşıt akımlar yaratıldı. Sovyetler'deki Türk milletlerini bölme hedefiyle Türkçü akımlar örgütlendi. Velhasıl Amerika'nın oyuncağı olduk.

 

Ülkemizde 70'lerin ikinci yarısında, 12 Eylül darbesine giden süreçte çok yoğun sağsol çatışması yaşandı. Türkiye bu süreçte çok şey kaybetti, en önemlisi de gençlerini kaybetti. O dönemin gençleri, kayıp nesil oldu. Üniversite öğrencisi olarak geçirdiğim bu süreçte, sağ ya da sol kampta yer alma zorunluluğu varmış gibiydi. Okuduğunuz okula, içinde bulunduğunuz çevreye göre konumlanmamışsanız, işiniz zordu. Taraf olmanın dayanılmaz bir çekiciliği vardı. Sağ ya da sol kampı seçip sürüye katılmak yerine tarafsız kalırsanız, iki taraftan da dayak yeme olasılığınız yüksekti. Herhangi bir cephede yer aldığınızda, nasıl düşünmeniz, konuşmanız ve ne yapmanız gerektiği konusunda gücünüzü kullanıp yorulmanıza gerek yoktu, ortak eğilime uymak yeterliydi. Bir gruba ait olmak korunma güdünüzü de tatmin ediyordu. Oysa iki taraf da, Atatürk'ün izinden gitmiyordu. İkisinde de yer almadan zoru seçtim.

 

Türkiye, 12 Eylül sürecinin ardından da inanç ve etnik köken üzerinden kamplara bölündü. Bu bölünmelerin ardında hep emperyal odakların ince planları vardı. Amaç fay hatları yaratıp iç savaş çıkartarak ülkeyi parçalanma sürecine sokmaktı. Her şeye rağmen Türk milletinin engin feraseti sayesinde iç savaş çıkartmakta başarılı olamasalar da, çok acılar çekildi, çok kayıplar verildi. Cumhuriyet devrimleri devam etseydi gönenç içinde yaşayacak olan Türk milleti, acıların yanında yoksulluk çekti. Bu durum, milletin varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün maddi ve düşünce gücüyle ilgili olmamasından kaynaklanıyordu. Millet adına hep yabancı odaklar düşünüyor, gündemi yabancılar oluşturuyordu. Milletin varlığı ve bağımsızlığı tehlikeye düşüyordu.

 

Bugün de durum farklı değil. Yaratılan kamplaşmalar nedeniyle onun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamadık. Son bir iki haftanın gündeminden birkaç maddeye bakarsak durumun ne kadar vahim olduğunu görürüz.

 

Sosyal medyanın düzenlenmesi konusunda iktidar karşıtlarınca öyle bir gündem oluşturuldu ki, sanki iktidar sosyal medyayı kapatacakmış; zaten sorunlar yaşanan düşünce ve ifade özgürlüğü, bu düzenlemeyle tamamen ortadan kalkacakmış havası yaratıldı. Oysa “sosyal medyanın düzenlenmesi gereği” bir gerçektir. Üstelik bir ulusun egemenlik alanını ilgilendiren bir husustur. Yapılması gereken kamplaşarak bunun karşısında yer almak değil, nasıl düzenleneceği konusunda düşünüp fikir oluşturmak ve iktidara yol göstermektir. İktidar partisi tarafından henüz Meclis'e sunulmuş bir kanun teklifi yok. Ancak çıkan haberler ve Cumhur ittifakının parçası olan MHP'den bir Milletvekilinin 30.04.2020 tarihli Kanun Teklifine göre yapılması düşünülen düzenlemeler, öyle iddia edildiği gibi sosyal medyanın kapatılması amacını taşımıyor. Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, "Yalan haberler virüsten daha tehlikeli" demişti. Hatta sosyal ağlar üzerinden virüs hakkında yalan haberlerin yayılmasına “infodemi” adını vermişlerdi. Eskiden beri savaşlarda zafer kazanmanın en etkili yolu doğru haber almanın yanı sıra yanlış haber yaymaktır. Ünlü yazar Mark Twain'e ithaf edilen ancak kullanımı çok daha eskiye dayanan bir söz var: "Gerçek ayakkabılarını giymeden yalan dünyayı üç kez dolaşır." Sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle yalanın dünyayı dolaşma hızı onlarca kez arttı. Tüm sosyal medya mecraları için 2018 yılında yapılan genel bir araştırma sonucuna göre Türkiye, “Sahte Habere En Çok Maruz Kalan Ülkeler” kategorisinde %49 ile ilk sırada yer almıştı. Sosyal medyada yalanın dolaşmasını engellemek için hızlı davranmak gerekiyor. Facebook, Twitter gibi sosyal medya işletmecileriyle iletişime geçip, yalanı engellemelerini sağlayana kadar yalanın yarattığı algı, gerçeğin önüne geçiyor ve yeni bir gerçeklikmiş gibi ortaya çıkıyor. Buna gerçeğin bükülmesi deniliyor. Dolayısıyla yalan olan, suç niteliği taşıyan paylaşımların büyük bir hızla kaldırılmasını sağlayan bir düzenleme yapılmalı. Bunun ilk koşulu da sosyal medya kuruluşlarının Türkiye'de temsilcilik açmaları olmalı. İktidar cephesi tarafından yapılması düşünülen düzenlemede de Türkiye'de 1 milyon kullanıcı sayısına erişmiş olan sosyal medya işletmecilerine Türkiye'de temsilcilik açma zorunluluğu getirilmesi düşünülüyor ki bu son derece doğru bir talep. Zaten söz konusu işletmecilerin birçok ülkede temsilcilikleri var. Verileri Türkiye'de tutma zorunluluğu getirilmesi de düşünülen düzenlemelerden biri ki, bu tartışılabilir; gereksiz bulunabilir veya bu konuda daha da ağır önlemler içeren düzenlemeler getirilebilir. Yine aynı şekilde sosyal medya kullanıcılarından kimlik numarası talep etme zorunluluğu getirilmesi de tartışılabilir. Ancak kişisel verilerin korunması hususunda çok etkin düzenlemelerin ve yaptırımların getirilmesi için herkes kafa yormalı ve önerilerini sunmalı. 

 

Diğer bir gündem maddesinde, Ayasofya konusunda da öyle bir kamplaşma yaşandı ki, Millet paramparça oldu. Ayasofya'nın statüsü ile ilgili yapılan değişiklik, Siyasal İslamcılar tarafından, emperyal odaklara hizmet sunma yarışıyla, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığına dönüştürüldü. İktidar, Ayasofya kararını Milli Egemenlik konusu olarak sunsa da, bu yobaz kesimin Milleti bölen tehlikeli çıkışlarına engel olmadığı gibi bir anlamda ışık da yaktı. İktidar karşıtı blok ise Ayasofya kararını laikliğin sonu ve hatta Cumhuriyet'in tasfiyesine giden bir süreç olarak değerlendirdi. Kimileri ise iktidarın gündem değiştirmesi olarak görerek konuyu küçümsedi. Ayasofya'nın camii olması ile ne daha iyi Müslüman olunur, ne de bu karar tek başına laiklik ilkesinin sonu anlamına gelir. Danıştay'ın Ayasofya kararının, hukuki yönüyle çok tartışmalı olduğu açıktır ve sonuçlarının Ayasofya ile sınırlı kalmayıp çok farklı sonuçlara yol açabileceği öngörülebilir. Ancak bunu Cumhuriyetin tasfiyesine kadar götürmek, Cumhuriyeti hafife almak anlamına gelir. Ayasofya kararını, iktidarın milli egemenlik konusu olarak ele almasına elbette bir itirazımız olamaz. Sadece bir sonraki adımı, Vatan topraklarındaki yabancı askeri üslerin kapatılması adımını kendilerinden acilen beklediğimizi önemle belirtiriz. Konunun siyasi, tarihi, dini, kültürel, toplumsal, ideolojik, diplomatik, simgesel birçok boyutu var. Atatürk'ün imzasını da taşıyan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının, hukuki ve siyasi olarak aksi yönünde bir adım atılması, elbette enine boyuna tartışılmalı. Ancak Atatürk'ün 19 Aralık 1936 tarihinde Ayasofyayı, Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi olarak tapuya tescillettirerek Ebulfeth Sultan Mehmet Vakfına vermiş olması da gözönüne alınmalı. Kısacası, Ayasofya konusu küçümsenmeden ama kamplaşma konusu da yapılmadan ele alınarak gerçekler ortaya çıkarılmalı.

 

Son olarak; geçen gün 4. yıldönümü olan 15 Temmuz konusunda da öyle bir kamplaşma yaşıyoruz ki, tarih utanıyor olmalı. Kimileri 15 Temmuz'da Türk Milleti'nin vermiş olduğu büyük mücadeleyi, gösterdiği fedakarlığı yok sayıyor; kimileriyse zafer havasında 15 Temmuz'dan sonra yapılan yanlışlıkları ve iktidarın eksikliklerini yok sayıyor. Bu kamplaşma içerisinde 15 Temmuz gerçeği ve sonrası bulanıklaşıyor. 15 Temmuz gerçeğini, Tümamiral Cem Gürdeniz, Veryansın TV'deki “FETÖ'nün Vatan ve Millet Düşmanlığı” başlıklı yazısında, “FETÖ ve türevleri radyoaktif kirlenme ile tarif edilecek en zehirli ve güçlü bir konumdayken devleti Avrupa Atlantik sistem adına tamamen ele geçirmek için, dört yıl önce bugün 15 Temmuz 2016’da düğmeye bastılar. Savaş zamanı bile yaşanabilmesi zor olan bir vahşeti yaşadık.” ifadesi ile dile getirmiş. Ülkemiz, iç savaştan ve ABD'nin 51. eyaleti konumuna gelmekten, Cem Gürdeniz Amiral'in belirttiği gibi, “Türk halkının olağanüstü durumlarda bir araya gelme özelliği” sayesinde kurtuldu. Sırf iktidar karşıtlığıyla, 15 Temmuz 2016 gecesi Türk Milletinin verdiği mücadeleyi küçük görmek, gerçeği karartmanın yanısıra Millete karşı çok büyük bir haksızlık, verilen Şehitlere karşı vefasızlıktır. Diğer yandan 15 Temmuz sonrasındaki yanlışlık ve eksiklikleri görmek istemeyenlerin kararttığı gerçekliği ise, Amiral Cem Gürdeniz söz konusu yazısında şöyle aydınlatıyor:

 

“Ülkemizde bir kesim 15 Temmuz sonrasını İkinci Kurtuluş Savaşı olarak adlandırıyor. Bu kısmen doğru bir tespittir. Türkiye, 16 Temmuz 2016 sabahı yendiğimiz emperyalizm tarafından her taraftan kuşatma altına alınmaya çalışılmaktadır. Şartlar 100 yıl öncesine benziyor. O zaman da Çanakkale’de hem denizde hem karada emperyalizmi yenmiş ve savaşın bir yıl uzamasına ve dolaylı olarak Sovyet devriminin gerçekleşmesine neden olmuştuk. Ancak ait olduğumuz ittifak sistemi çökünce 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesini kabul edip işgalin yolunu açmıştık. Bugün de benzer durum söz konusudur. 15 Temmuz 2016 gecesi muharebeyi kazanmış olabiliriz. Ancak harbi kazandık mı?

 

Amiral Gürdeniz devamında iktidarın dış politikasındaki yanlışları ve eksiklikleri sıralıyor ve şöyle devam ediyor:

 

Emperyalizm o gece yenildi. Ancak vazgeçmedi. Bu kez farklı strateji ile boyun eğdirmek isteniyor. Avrupa Atlantik sistemin yönlendirmesi, devşirmesi, bilinçlendirmesi sonucu yaşadığımız bu kuşatmadan ancak birlik halinde çıkabiliriz. Devleti yıllarca sarmış FETÖ kanserinden kurtulmak öncelik olmalıdır. Siyasi ayak mutlaka ortaya çıkarılmalıdır. FETÖMETRE algoritması devlet kurumlarında uygulanmalıdır.”

 

Bu zorlu mücadelede Türk Milleti'nin çıkış yolu, Atatürk'ün yoludur. Eğer gündemin içerisindeki gerçekleri yakalarsak hepimiz bu sonuca varırız ve milli düşünerek gayri milli emperyal cepheye tavır alırız.

 

Gerçekleri karartıp, Türk Milleti'nin bütünlüğüne kastedenlere karşı Atatürk'ün sözleriyle bitirelim:

 

Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten 'kaleyi içinden almak', dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, araçların varlığını iddia etmek doğrudur. Meclis’in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur....”

 

“Siyaset sahasında karşılıklı faaliyetin feyizli gelişmeleri, ancak vatandaşlar arasında düşmanlık olmasına yer verilmemesiyle temin olunabilir.”

 

“Bir ulus, sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.”

 İLK KURŞUN