Dicle Eroğul yazdı...
“Son sözüm bugün de budur, yarın da budur.
Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Buna adalet deniyorsa,
kahrolsun adalet! Allah vatanımıza, milletimize zeval vermesin. Borcum var,
servetim yok, üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Fertler ölür,
milletler yaşar. Yaşasın Millet!”
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, 24 Nisan günü
sosyal medya hesaplarından verdikleri mesajlarla, “geçmişimizle yüzleşmek”ten
bahsedenlere; Milli Şehit Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, 101 yıl öncesinden,
10 Nisan 1919 günü Beyazıt Meydanı'nda idam sehpasına giderken, işte böyle
sesleniyor. Türk Milletine, “geçmişiyle yüzleşmeyi” öneren yüzsüzler, acaba
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey ile yüzleşebilirler mi? Yürek ister!
Tarihin vicdanını
sızlatan “soykırım yalanı”na destek için mesajlar atan kişilerden biri, ne
yazıktır ki, Gazi Meclis'in çatısı altında bulunuyor. CHP'ye, kaset kumpasından
sonra gökten zembille indirilip genel başkan yardımcısı olarak yerleştirilerek,
2011 yılından beri Meclis'te sandalye işgal eden ve ''Gölge CIA'' olarak
bilinen Stratfor belgelerinde
TR 705 koduyla anılan şahıs, yıllardır CHP yönetimi tarafından korunmaktadır.
Kaset kumpası öncesinde genel başkan yardımcılığı görevini üstlenmiş kişileri
bile tereddüt etmeden ihraç eden mevcut CHP yönetiminin, Boğazlıyan Kaymakamı
Kemal Bey'e ve tarihe verilecek hesapları var. Aslında hiç bir şekilde
veremeyecekleri bir hesap!
Ne acıdır! Yıllardır 24 Nisan'da emperyalist
odaklarla birlikte mesaj yayınlayan, “milletvekili” sıfatlı şahsı bir tarafa
bırakın, 10 Nisan'da Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'i anan, iktidar ya da
muhalefet, milletvekili sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Oysa geçmişine
sahip çıkmayan milletler, geleceklerine de sağlam adımlarla yürüyemezler.
Atatürk'ün “mazide muktedirken bütün gücüyle çalışmış olanlara minnet duygusu
olmayan bir milletin ayakta kalması mümkün değildir” sözünün gereği; TBMM’nin
14 Ekim 1922 tarihinde çıkarttığı bir kanunla, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey,
Millî Şehit ilan edilmişti. Vahdettin'in, işgal kuvvetleri ve işbirlikçilerin
dayatmalarıyla düzmece bir mahkemede verilen idam kararını onaylamasıyla asılan
Kemal Bey'in ailesine, Atatürk sahip çıkmıştı.
Kemal Bey, Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya
Savaşı'na katıldığı sırada, Anadolu'nun birçok noktasında emperyalistlerin
işgal eylemlerini kolaylaştırmak için eşzamanlı olarak çıkarılan Ermeni
isyanları döneminde Boğazlıyan'da görevine başlamıştı. Osmanlı Devleti
olağanüstü savaş şartlarında gerek isyan bölgelerinde asayişi temin etmek,
gerekse sınır güvenliğini korumak üzere “tehcir” kararı almıştı. 1 Haziran
1915’de 'Tehcir ve İskan Kanunu' çıkartılmış, savaşta düşmanla işbirliği yapan,
yurt içinde ayaklanmalar çıkartan Ermenilerin güvenli bir şekilde savaş bölgesi
dışına gönderilmesi emredilmişti. Bu sırada Yozgat ve Boğazlıyan çevresinde de
Ermeni terör faaliyetleri yoğunluk kazanmıştı. Kemal Bey, kendisine verilen
görevin gereği olarak bu terör faaliyetlerine engel olmaya çalışırken, diğer
yandan da Ermenilerin İran üzerinden Anadolu'ya geçirdikleri ve isyanlar
sırasında Müslüman halka karşı kullanmayı planladıkları pek çok sayıda silah ve
cephaneyi ele geçirmişti. Sonuç olarak Kemal Bey, devletin güvenliği ve bekası
adına sorumluluk almış ve Ermenilerin, Müslüman halka karşı planladıkları
katliamlara engel olmak için İstanbul'dan kendisine verilen görevleri yerine
getirmişti. Ancak yine İstanbul tarafından idama mahkum edildi.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İttihat ve
Terakki Partisi yönetimi sona ermiş, Hürriyet ve İtilaf Partisi iktidara
gelmişti. İşgal kuvvetlerinin desteğini alan iktidar, “Ermenileri tehcir
edenlerin yargılanması” istemiyle “İttihatçı avı” başlatmıştı. Tevfik Paşa
Hükümeti yerine Ermenilerin ve İngilizlerin arzularını gerçekleştirmek için
gönüllü olarak iktidara gelen Damat Ferit Hükümeti, Ermeni tehciri ile ilgili
yargılamaları öncelikle gündemine alarak söz konusu davaların başlaması için
Padişah onayını da almıştı. Sultan Vahdettin, 23 Kasım 1918 tarihinde Londra’da
yayımlanan Daily Mail gazetesi muhabiri G. Ward Price’a verdiği beyanatta;
Ermeniler hakkında reva görülen muameleleri büyük bir üzüntü ile öğrendiğini,
bu çeşit olaylara yol açanların en ağır şekilde cezalandırılması için derhal
inceleme ve araştırma yapılması emrini verdiğini söyleyerek, kendisinin ve
babasının ne kadar İngiliz hayranı olduğunu da ilave etmişti. Vahdettin’in,
suçluların cezalandırılacağı yönündeki bu beyanatı, birçok masum insanın
canının yanmasına başlangıç teşkil etmiş ve bu mülâkattan sonraki günlerde
tutuklamalar hızla artmıştı. Ermeni ve İngilizlere yaranma uğruna hiç vakit
kaybetmeyen Damat Ferit, yakın ilişki içinde bulunduğu İngiltere Sefarethanesi'nin
taleplerini yerine getirerek “tehcir ve harp mesulleri bahânesi ile birçok
nâmuslu, vatanperver ricâlin tevkîfini” istemişti. Ergenekon ve Balyoz gibi
kumpas davaları anımsatan mahkemelerde, Türk bürokratlar yargılanmaya başlandı.
Mahkeme heyetinin sanıklar aleyhine önceden kararlarını verdiği açıkça
hissedilen bu mahkemelerde, sanıklara atılan başlıca suçlar; savaş esnasında
Ermeni tehciri konusunda vazifeyi ihmal, işgal kuvvetlerine kötü davranma,
Mondros hükümlerine uymama gibi suçlardı. Suçlananlar, Bekirağa Bölüğü adlı
Harbiye nezarethanesinde tutuklu kalmakta ve Nemrut Mustafa'nın başkanlığını
yaptığı İstanbul sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmaktaydılar. Mahkemede
sanıkların avukat bulundurmaları yasaktı. Oturumlar halka açık değildi ve kararlara
karşı temyiz yolu kapalıydı. Böyle hukuksuz bir ortamda düzmece deliller ve
iftiralarla yargılanmakta olan yurtseverler, en ağır cezalara çarptırılmak
istenmekteydi. Tutuklanacakların listesi, Hükümete İtilaf devletlerince
verilmekteydi. Üst düzey komutanlar ve yöneticiler Bekirağa Bölüğü’nde
aşağılayıcı davranışlara ve işkencelere uğradılar.
İşte bu mahkemelerde yargılananlardan birisi
de Ziya Gökalp'ti. Atatürk'ün “fikirlerimin babası” olarak nitelendirdiği Ziya
Gökalp'ın, Divanı Harp'te yapmış olduğu savunma, bugün “geçmişimizle yüzleşmek”
gereğinden bahsedenler geçmişle yüzleşecek olsalar, suratlarında patlayan bir
şamar niteliğindedir.
"Milletinize iftira etmeyiniz!”
Ziya Gökalp’ın damadı Eğitimci Yazar Ali
Nüzhet Göksel, Türk Yurdu’nun Ziya Gökalp adına çıkaracağı özel sayı için
Gazeteci Hakkı Süha Gezgin’den bir yazı istemiş. Hakkı Süha Gezgin dergiye iki
“enstantane” vermiş. Bunlardan ilki “Bekirağa Bölüğü’ndeki Ziya” diğeri
“Divanı Harp Karşısında Ziya”. Türk Yurdu dergisinde 1 Aralık 1942 tarihinde
yayınlanan Hakkı Süha Gezgin’in “Ziya Gökalp’ın İki Enstantanesi” başlıklı
hatırasında “Divanı Harp Karşısında Ziya” bölümünden:
“Yanan Adliye’nin etrafı dolu, bahçesi,
dolu, merdivenleri, koridorları ve salonları dolu. Süngülü jandarmalar dimdik
ve put gibi dilsiz. Binaya ağır, heybetli bir hava çökmüştü. Gazeteci kartım,
bana yol açıyor, kalabalığı yararak ilerliyorum. Nihayet matbuat locasına
tırmandım. Her yer dolu. Yalnız kızıl çuha kaplı masalarla, kürsülerin arkası
boş. Hâkimler henüz gelmemişler. Kırmızı perdelerden ışık, kan gibi akıyor.
Bu sırada kapılar maznunlara açıldı. Kabine
ve Merkezi Umumî âzaları göründüler. Ziya da aralarında idi ve “Yeni Mecmua”
idarehanesinde yürüdüğü gibi yürüyordu.
Divanı Harb Heyeti de sağdaki kapıdan girdi.
“Gökalp”a da malûm şeyleri sordular. Sakin, tereddütsüz cevaplar verdi.
Nihayet:
Ermeni katliâmına siz fetva vermişsiniz?
Buna ne diyeceksiniz diye sordular.
Bu soru, ona yanardağın kapağını fırlatan
bir hız verdi.
Milletinize iftira etmeyiniz! Türkiye’de
bir ermeni katliâmı değil, bir Türk Ermeni mukatelesi vardır. Bizi arkadan
vurdular, biz de vurduk, dedi.
Böyle cevap alacaklarını ummamışlardı. Nazım
Paşa’nın ağzı açık kaldı. Kaşları alnına tırmanmış, gözleri fal taşına
dönmüştü.
Demek tehciri de mazur görüyorsunuz? diye
bağırdı.
Ziya, Diyarıbekir şivesiyle:
Tabii! demekten çekinmedi..
Bundan sonra, Divan’ca en ağır, en korkunç
suç sayılan şeyler birer birer sıralandı. O, hepsini birer:
Tabii! ile karşıladı.
Divanı Harb’in kanlı dekorundaki azametli
gösterişi yıkan bu cevaplarda bütün bir tarih vardır. Çünkü bu cevapları
aldıktan ve salonda bu cevapların uyandırdığı hayran uğultuyu duyduktan sonra,
hâkimlerle maznunlar arasındaki mesafe kalkmış ve her iki taraf da müşterek bir
düşman karşısında bulunduklarını anlamışlardı. Nazım Paşa’nın istifa kararında
bu tarihî anın tesiri büyüktür.
Ziya, velilere mahsus vekarı, namus ve
faziletle aydın yüzü, inandırıcı ve vecdli heyecaniyle bir çocuk gibi girdiği
divandan işte böyle bir kahraman olarak çıkmıştı.”
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in idamına
halk tarafından gösterilen tepkinin, Divanı Harp karşısında yurtseverlerin
kahramanlık hikayeleri ile büyüyor olmasından çekinen işgal kuvvetleri, önemli
kısmını eski sadrazam ve nazırların oluşturduğu bir grubu “Ermeni katliamı”
suçlamasıyla yargılayıp cezalandırmak üzere Malta adasına götürmüşlerdi. Ancak
bütün baskılara ve usulsüzlüklere rağmen, Malta yargılamalarından hiçbir sonuç
alınamamıştır. Dolayısıyla Atalarımıza yapılan “soykırım” iftirasının hiçbir
hukuki kanıtı olmadığı aşikardır. 1915 yılında yaşananların, “soykırım” olarak
nitelendirilemeyeceği, AİHM'in verdiği Perinçek kararı ile bir kez daha
netleşmiştir.
Peki 100 yıl önce, olay sıcakken ve işgal
güçleri olarak ellerinde her türlü olanak varken kanıtlayamadıkları bir
iddiayı, her yıl 24 Nisan'da başta ABD olmak üzere önde gelen emperyalist
devletlerin temsilcileri neden tekrarlarlar? Emperyalizm sadece silahla,
terörle saldırmıyor; algı operasyonu ile çarpıttığı sözde “tarih” ile de saldırıyor.
Aynı yalan sürekli tekrarlanarak “gerçekmiş” algısı yaratılıyor. Bu bağlamda
her 24 Nisan'da ABD Başkanı 1915 Ermeni olayları hakkında bir açıklama yapar.
Trump ve diğer emperyalist odaklar, her yıl olduğu gibi bu yıl da beklenen
açıklamaları yaptılar. Bunlar anlaşılabilir, ancak hazin olan içerideki ve
hatta Yüce Meclis'teki bazı kişilerin, emperyalizmle aynı paralelde açıklama
yapmalarıdır. Geçmişimizle yüzleşmek isteyen muhalefet temsilcileri, Malta'da
yıllarca yurtlarından, ailelerinden uzakta esir tutulan yurtseverlerin
hatıralarını, örneğin Ziya Gökalp'in ailesine yazdığı mektupları içeren “Limni
ve Malta Mektupları”nı okusalar, utanırlar mı? Sanmam!
Diğer yanda Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, birçok araştırmacı tarafından, ilgili tüm
devletlerin arşivleri taranarak gerçekler bütün çıplaklığıyla kanıtlanmışken
hala “1915 olaylarını araştırmak için ortak tarih komisyonu” kurulmasından
bahsediyor. İşgalcilerin baskısıyla haksız yere idam edilen Boğazlıyan
Kaymakamı Kemal Bey'i ve Ermeni çeteler tarafından katledilen Türk diplomatları
anarak hatıralarını canlı tutmak yerine bir emperyal yalanın peşinde
sürüklenmek, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamına yakışmıyor. Tarih
komisyonu bir yana, tek başına tarih yapan Atatürk'ün haksız iddialar
karşısında sinirlenerek “Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır.”
sözünden haberleri olmasa gerek. Atatürk, Amerikalı gazeteci Clarance K.
Streit'ın kendisini ziyareti sırasında, Ermenilerin zorunlu göçe tabi
tutulmasının gerekçelerini sorması üzerine sinirlenerek verdiği yanıtta şunları
da vurgulamıştır:
“İngilizlerin sulh zamanında ve harp
sahasından uzak olarak İrlanda'ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız
bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur
kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.
Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine,
tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi, şayet İtilaf
Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi, evlerine dönmüş olurlardı.
Gerek umumi harp sırasında, gerek
mütarekeden sonra Ermeniler ve Rumlar tarafından Müslüman ahaliye yapılan
mezalim üzerinde durmak uzun bir hikaye olur.
Brest Litovsk Muahedesi'nin akdini müteakip,
Rusların Şark Vilayetlerimizi tahliyeye başladıkları sırada Ermeni çetelerinin
yapmış oldukları katliam ve tahribat kafi derecede herkesin malumudur.”
Ermeni araştırmacılarından Tarihçi Yazar
Bilal N. Şimşir, 'Ermeni Meselesi 17742005' başlıklı kitabında, “geçmişimizle
yüzleşmediğimiz sürece yaralarını saramayacağımız”dan bahseden yüzsüzlerin,
yüzleşmeleri gereken gerçekleri sıralamış.
“Eskiler, “Ermeni gailesi” diyorlardı.
“Gaile”, dert, sıkıntı, keder, üzüntü, insanı uğraştıran, bezdiren, sıkıntılı
iş demektir. Bir bakıma “baş ağrısı”, hatta “baş belası”. Ermeni gailesi, basit
bir sorun değil, karmaşık, “sui generis” bir sorundur, başka sorunlara pek
benzemiyor. Bu gailenin geçmişinde, Ermenilerin Osmanlı Devleti'ne ihaneti var;
düşmana hizmeti var; Mehmetçiği arkadan hançerlemesi var; masum Müslüman
köylüleri kılıçtan geçirmesi var, alçaklık, kalleşlik var, yalanın, hilenin
daniskası var, her türlü adilik, kötülük ve de emperyalizmin bütün çirkin
oyunları var.
…………
Ermeni gailesinin içinde bunların hepsi var.
Ermenistan'ın, Türkiye sınırlarını reddetmesi, Türk topraklarına göz dikmesi,
Azerbaycan topraklarını işgal etmesi, yüz binlerce Azeri'yi yerinden yurdundan
etmesi var, var, var da var. Yani Türkiye'nin karşısında dengesiz, patolojik,
iflah olmaz, yüzsüz insanlar var… İnsanı uğraştırır, kahreder…”
İLK KURŞUN
Sezgin Tanrıkulu'ndan skandal tweet!
CHP'li Sezgin Tanrıkulu'dan akılalmaz sözler!