Çocukluğumun dört yılı, Erzurum’da, Palandöken dağının eteklerindeki Abdurrahman Gazi Mahallesinde geçti. Beynime kazınan yazılarından biri ‘Hungarocamion Budapest’ sözcükleridir. Çünkü en büyük eğlencelerimizden biri mahallenin altından geçen şehirlerarası yolun kenarına oturup tır kamyonlarını izlemekti.

O zamanki adı E23 olan bu yol, Trabzon Limanını Gürbulak Sınır Kapısına bağlıyordu. Avrupa’dan İran’a mal taşıyan sarı brandalı Raba kamyonlarının kocaman gövdeleri ile geçişi gerçekten de izlemeye değer bir şölendi. Kamyoncular, bazen yol kenarındaki bakkalların önünde durup portatif ocaklarını açar, satın aldıkları yumurta sucukları pişirip yemek yerlerdi. Böyle zamanlarda çocukların heyecanı bir kat daha artardı. Kocaman makineleri kullanan güçlü kuvvetli adamları izlerken onlara özenilir, uzak diyarlara gitmenin hayali kurulurdu.

Mahallemizin sırtını dayadığı Palandöken Dağı da çok güzeldi şüphesiz. Ama o hep oradaydı, onun varlığı heyecandan ziyade güven verirdi. Çıkılmaz, ulaşılmaz, aşılmaz ve lakin tüm yalçınlığı ile bize ait olan, tertemiz, yüce bir dağ...

Ekim ayının sonunda bir pazar sabahı, daha önce görmediğimiz bir sarsıntı ile uyandık. Ağır bir zelzele olmuştu, mahalleli tüm günü sokakta geçirdi. Şehirde bir şey yoktu, ama köylerin yıkıldığı söyleniyordu. Akşam çok şiddetli bir yağmur başladı, büyüklerin “bu yağmurda kimseler sağ kalmaz” diye hayıflandıklarını işitiyorduk.

Reklamdan sonra devam ediyor
Ertesi gün Kenan Evren’i görmek için kamyonların geçtiği yola gittik. Devlet başkanı, siyah otomobili ile deprem bölgesine gelmişti, dönüşte bu yoldan geçecek, biz de ona el sallayacaktık. Vakit öğlene yaklaşıyordu ve yoldan hiçbir araç geçmiyordu. Ne Macar kamyonları, ne de başka arabalar... Sonunda Horasan tarafından gelen araçlar göründü. Önce bir tane, sonra iki üç adet, sonra daha da kalabalık... Ama hiçbiri siyah değil, hepsi beyaz, bembeyaz ambulanslardı.

Köy isimleri kalmış aklımda: Muratbağ, Kızkalesi, Maslahat, Çamlıkale, Köprüköy... Yerle bir olmuş diyorlar, sağ kalan yokmuş diyorlar. Ambulanslar ne taşıyordu? Yaralıları mı cesetleri mi? Bütün şehirde bir ölüm sessizliği var. Yas tutmayı bilen bir milletin, evlatlarının acısı ile imtihanı bu. Palandöken’in sessizliği her yeri sarmış gibi.

Kenan Paşa’nın önünde bayrak dalgalanan kocaman siyah otomobili ancak akşama doğru geçti yoldan. Başka arabalar da vardı peşi sıra gelen. Başbakan, bakanlar, parti başkanları... Bizler korku ve üzüntü ile karışık bir heyecan içinde el sallarken önümüzden geçip Erzurum Havalimanı’na gittiler. Oradan uçağa binip Ankara’ya, İstanbul’a döndüler.

Bizim çocuk aklımız kesmiyordu ama, o siyah otomobillerdeki adamlar, en karanlık darbe günlerinin mimarları olarak tarihe geçtiler. Mahkemelerde yargılandılar, ceza aldılar. O zamanlar Palandöken’de kayak tesisleri yoktu. Ama Türkiye’de bir sürü başka tatil merkezi vardı, televizyonda gördüğümüz eğlence mekanları vardı... Şimdi durup düşünüyorum, onca fenalığın sebebi olan bu adamların tatillere, eğlencelere dalıp pişmiş kelle gibi sırıtmadıkları, hafif sözler etmedikleri geliyor aklıma.

Arşivleri karıştırıp bir kez daha kontrol ediyorum, evet, gerçekten de en kirli adamların bile insanlıktan az çok nasiplendiği bir zamandı. Büyük felaketler karşısında güçlü olamasak bile, hiç değilse temiz kalabildiğimiz bir çağdı.


Aydınlık