Ali Rıza Üçer İlk Kurşun Gazetesi 3 Nisan 2012

“BABAM GİZLİ KUR’AN OKURDU”

Sağlık Bakanı Recep Akdağ, TBMM’de kabul edilen 4+4+4 eğitim sistemiyle 28 Şubat sürecinde tek tipçi zihniyet yetiştiren bir uygulamanın tarihin tozlu raflarına kaldırıldığını ifade etti. Bakan Akdağ, 1950’den önce Türkiye’de Kur’anı Kerim okumanın ve İslam dininin öğretilmesinin yasaklandığı ve bunun canlı şahidi olan babasından çok şeyler öğrendiğine dikkat çekti.

Akdağ şöyle konuştu: “Bizim dedelerimiz 1950’den önce Ezanı Muhamediye’nin aslından okunmasının yasaklandığı dönemde bu şehirde çok çile çekti. 1946′ da benim babam Kur’an öğrenmeye, Arapça tedrisatla kendi dinini öğrenmeye Tivnikli Hacı Faruk Efendi’ye gitmeye başladığında bu işi gizli yapıyordu. Birinci ağızdan, babamdan bu konuda enteresan bilgiler aldım. Gizli saklı yapıyorlardı bu işi. İnsanların dinini öğrenmesi, kutsal kitabını öğrenmesi yasaklanmıştı. Nasıl ki 1950’de rahmetli Menderes’le ezanlar minarelerden aslı gibi okunmaya başlandı. (Mekanı cennet olsun) Şimdi de Kur’anın ve Hazreti Muhammed’in hayatı okullarda seçmeli ders olarak okutulacak. Bugün AK Parti hükümeti, Başbakan önderliğinde Kur’an isteyen ailelerin çocuklarına seçmeli olarak okullarda öğretilebilir duruma gelmiştir. Peygamber Efendimizin hayatı okullarda seçmeli okutulacak hale geldi. Buradan MHP’nin verdiği katkıyı da ziyadesiyle takdir ediyorum.” [1]

**

Sağlık Bakanı Recep Akdağ başta olmak üzere Erzurum’daki Müslümanların dedeleri, babaları tıpkı diğer Anadolu şehirlerinde, kasabalarında, köylerinde olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde yani Türkiye Cumhuriyetinin ilk dönemlerinde çok çile çekmiş. İnsanların dinlerini, kutsal kitabını öğrenmesi yasakmış o zamanlar. Çok şükür ki MHP desteği ile AK Parti hükümeti, Başbakan önderliğinde Meclisten geçen 4+4+4 yasası ile okullarda Kur’an seçmeli ders olmuş, Peygamber Efendimizin hayatı okullarda okutulacakmış artık. Bu büyük değişim tıpkı ” Mekânı cennet olsun rahmetli Menderes’in” 1950’de minarelerden ezanı aslı gibi okutması gibi bir atılımmış.

Recep Akdağ, Türkçe ezan konusunda Mustafa Kemal Atatürk’e doğrudan bir suçlamada bulunmuyor ama Menderes döneminde Türkçe ezanın kaldırıldığını vurgulayarak Atatürk’e dolaylıüstü örtülü bir eleştiri getiriyor. Türkçe ezan İkinci Meşrutiyet döneminde Ziya Gökalp gibi aydınlar tarafından savunuluyordu. Dahası Osmanlı döneminde de istibdadın simgesi Abdülhamid yasaklayıncaya kadar kimi müezzinler Türkçe ezan okuyordu.

Ziya Gökalp’in Vatan şiirindeki ezan ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi ile ilgili dizeleri oldukça çarpıcıdır:

“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.

Köylü anlar manasını namazdaki duanın

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’ân okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın”

Atatürk’ün girişimiyle alanında yetkin din adamlarınca Türkçe ezan okunmasının uygun olduğuna ilişkin görüşlerinin alınmasından sonra ilk Türkçe ezan 30 Ocak 1932’de Hafız Rifat Bey tarafından Fatih camiinde okundu. İlk Türkçe ezanın okunmasından 1 hafta önce de Kur’an’ın ilk tercümesi İstanbul Yerebatan Camiinde Hafız Yaşar Okur tarafından okunmuştu. 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu. Diyanet İşleri Başkanlığı 18 Temmuz 1932’de ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi. 4 Şubat 1933’de, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarının zorunlu olduğuna ilişkin bir genelge yollandı. Türkçe ezan yaklaşık 20 yıl okunduktan sonra 14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti hükümetinin Arapça ezan okunuşuna ilişkin ilk icraatının ardından fiilen ortadan kaldırıldı.
Cumhuriyetimizin kuruluş döneminde yurttaşların dini inaçlarına, ibadetlerine baskı yapıldığı iddiaları tümüyle dayanaktan yoksundur. İlhan Selçuk’un Pencere köşesinde yazdığı “Dincilik Kavgası ve İbadet Özgürlüğü” yazısı bugünkü tartışmaya ışık tutacak niteliktedir:

“1923 Cumhuriyet devriminde Sünni devlet yapısı yıkıldı; padişahlık, halifelik, Şeyhülislamlık, Şeriye Vekâleti kaldırıldı; dincinin beli kırıldı; ”Aydınlanma Devrimi” gerçekleşti; irtica bu uygulamaları içine sindiremedi…

Peki, devlet nasıl olmalı?.. Hangi din ve mezhepten olursa olsun, sonuna dek tapınma özgürlüğüne evet!..

Şeriatçılığın toplum düzenine dönüşmesine sonuna kadar hayır!..

İrticanın başını ezmek, yalnız demokrasinin değil, ibadet özgürlüğünün de kaçınılmaz gereğidir. “[2]

Atatürk, ulusal kurtuluş sürecinde ve sonrasında yurtsever tutum alan din adamlarına karşı çok saygılıydı. Ulusal Kurtuluş Savaşımızda üstün hizmetleri olan Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rifat Efendi’nin milli kurtuluş sürecinde milletvekili olması, ardından da yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilmesi bu sıcak yaklaşımın somut örneklerinden biridir yalnızca. O Rifat Efendi ki, Milli Mücadele’de emperyalist işgalcilerin maşası olan Şeyhülislam Dürrizade‘nin Mustafa Kemal’in katli vaciptir diyen hain fetvasına karşı Ankara Fetva’sını ilan etmişti. Börekçizade Rifat’ın Fetvası 153 müftü tarafından imzalanarak dağıtılmış, bunun üzerine 24 Nisan 1920’de emperyalist güçlerin işbirlikçisi Vahdettin buyruğuyla Ankara Müftülüğünden alınmış ve Divanı Harbı Örfi tarafından Kuvayı Milliye’cilere katıldığı gerekçesiyle ölüme mahkûm edilmişti.

Emperyalist işgale onurla direnen aydın din adamlarımızın gurur veren örneğiydi Börekçizade Rifat Efendi. Tıpkı halkı Mustafa Kemal’e, Ankara Hükümetine ve Kuvayı Milliyeye destek vermesi için fetva veren Ulukışla Müftüsü Mehmet Bahaeddin Efendi gibi, tıpkı Amasya Tamimi sürecinde kafası karışık Müslümanların bilincini aydınlatan Amasya Müftüsü Hacı Hafız Tevfik Efendi gibi, tıpkı Amasya Sultan Bayezid Camiinde o tarihi hutbeyi okuyan Vaiz Abdurrahman Kâmil Efendi gibi. Daha sonra Amasya Müftüsü olarak atanan ve Atatürk’le sıcak dostluğu ölünceye kadar süren Abdurrahman Kamil Efendi’nin tüylerimizi diken diken eden sözlerine bakar mısınız? : “Mademki milletimizin şerefi, haysiyeti, hürriyeti, istiklâli tehlikeye düşmüştür, artık başımızdaki hükümetten bir iyilik ummak bence abestir. Şu andan itibaren padişah olsun, isim ve unvanı ne olursa olsun hiçbir şahsın ve makamın hikmeti mevcudiyeti kalmamıştır. Yegâne çarei halas halkımızın doğrudan doğruya hâkimiyetini eline alması ve iradesini kullanmasıdır. Binaenaleyh işte size Hazreti Ömer gibi bir Başbuğ: Mustafa Kemal ”[3]

Recep Akdağ’ın babası Arapça ve Kur’an öğrenmek için Tivnikli Hacı Faruk Efendi’ye değil de ulusal kurtuluşumuzun yiğit savaşçıları olan Börekçizade Rifat, Mehmet Bahaeddin Efendi, Hacı Hafız Tevfik Efendi ve Abdurrahman Kâmil Efendi gibi aydın din adamlarına gitmiş olsaydı böyle konuşmayacaktı kuşkunuz olmasın. Amasya Müftüsü Kâmil Efendi’nin 1928’de Atatürk’ü tarihi Amasya İstasyonunda karşılaması sırasında yaşananlarla yazımızı noktalayalım.

“Ulu önder Ata’mız, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, Tokat’a giderken 19 Eylül 1928’de Amasya’mızı şereflendirdi. Atatürk, Ankara’dan Amasya’ya özel trenle geldi… Amasya Müftüsü olan dedem Abdurrahman Kâmil Efendi’de karşılayanlar arasında idi. Dedem ihtiyar olduğu için yanında yardımcı olarak bulunuyordum. Uzaktan trenin düdük sesi duyuldu, halk kaynaştı, alkışlarla “Hoşgeldin Paşam” sesleri ufukları çınlatıyordu… Tren durdu, kapı açıldı. Atamız trenin sahanlığından bir basamak inerek, ikinci basamakta durdu ve etrafına baktı, ilk sözü: “Müftü Efendi nerede?” oldu. Halk açıldı ve dedeme yol verdi. Ben de dedemin koluna girerek öne geçirdim. Dedem Serkisof marka saatini yeleğinin cebinde taşırdı… Yalnız, bu saatin kurulmasına mahsus bulunan anahtarı da zincirin ucuna bağlı olarak dışarıda sallanırdı. Ata son basamaktan da inerek hiç konuşmadan gülümseyerek dedeme yaklaştı. Hemen gözüne çarpan köstekli saatin anahtarını okşarcasına tutarak:

“Bu nedir? Cennetin anahtarı mı yoksa? Ver de cennete girelim” dedi.

Dedem de; “O, nasıl Cennetin anahtarı olur? Asıl cennetin anahtarı sende, ver de biz girelim. dedi. Atamız bu cevap karşısında hayret içinde gülerek; “Cennetin anahtarı nasıl bende nasıl olur?” dedi. Müftü Efendi hemen şu cevabı verdi. “Nasıl olur da anahtar sende olmaz, sen ki bu cahil halkı okutmak üzere alfabe getirdin, bundan âlâ cennetin anahtarı olur mu?” cevabı üzerine Ata gülerek Müftü’nün koluna girdi. Beraberce istasyonda hazır bulunan otosuna binip Hükümet binasına gittiler.[4]



[1] Babam gizli gizli Kur’an okurdu, Recep Akdağ, 2 Nisan 2012.

http://www.internethaber.com/saglikbakanirecepakdag–412626h.htm

[2] Dincilik Kavgası ve İbadet Özgürlüğü, İlhan Selçuk, 27 Ekim 1999, Pencere, Cumhuriyet gazetesi. http://islamiyetnedir.orgfree.com/dinibadetlaik.html

[3] Mustafa Kemal, Amasya ve İki Din Adamı, Mevhibe Savaş, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/787/10108.pdf

[4] Yetkin Nafiz;, Milli Mücadele Hutbesi ve Abdurrahman Kâmil Efendi, Kale, Aylık Siyasi Dergi, Yıl 1 Sayı 6, Sah 8, SamsunTarihsiz