Geçtiğimiz hafta bu köşede Emekli Büyükelçi Sayın Selim Kuneralp’in makalesini eleştirmiştik. Sayın Kuneralp “Biz yapmadık, Talât Paşa yaptı” deseydik Biden ‘soykırım’ ifadesini kullanmazdı, zaten küstürdük onları kendimize, bizi bırakıp başka partnerler buldular” biçiminde özetlenebilecek görüşler dile getirmişti. Yazımızda Kuneralp’ten yola çıkarak Türk Dışişlerindeki Batıcı ve ABD karşısındaki ezilip büzülerek sonuç alınabileceğini vazeden geleneği eleştirmiştik

Kuneralp tek örnek değil şüphesiz. Bir dönem Dışişlerimizde görev yapmış, çeşitli ülkelerde devletimizi temsil etmiş başka bazı isimler de benzer görüşlere sahip. Bunlardan biri de emekli büyükelçilerimizden Sayın Kaya Türkmen. Türkmen de Kuneralp de büyükelçi ebeveynlere sahipler. Bir aile mesleği denilebilir.

“TAZMİNAT VE TOPRAK” EVHAMI
Sayın Türkmen, Gazete Pencere’deki yazısında hem siyaseten hem de hukuken vahim fikirler dile getiriyor. Bugüne kadar “tazminat ve toprak” talepleri gelmesin diye ABD Başkanlarının “soykırım” demesini engellediklerini belirten Türkmen, şimdi iktidarın örneğin Rusya’dan S400 almak gibi ilişkileri ‘derinden sarsan’ hamleleri yüzünden Biden’ın bu sözcüğü kullandığını ifade ediyor.

İşin garibi, hukuken kendisi de Biden’ın haksız olduğunu belirtmesine rağmen Türk Dışişlerini yıllarca esir alan “tazminat ve toprak talebi gelecek” efsanesini dile getirmeye devam ediyor. Sahi nasıl olacak bu? Hangi hukukla? Hangi mahkemelerde? Nasıl uygulanacak? Şu çocukça evhamın soykırım iddialarıyla mücadele stratejimizi yıllardır belirlemiş olması inanılmaz. Hele AİHM’nin Türkiye lehine kararlarından sonra!

HIRSIZIN HİÇ SUÇU YOK
Yıllarca ABD Başkanı “soykırım” ifadesini kullanmasın diye onun “suyuna giden”, “dediğini yapan” perişan bir diplomasi geleneği bu. Üstüne bir de bu milletini parasını bizim adımıza senatoda, kongrede ya da Beyaz Saray’da çalışsınlar diye lobi kuruluşlarına yedirmişiz. Yani hem “ABD Başkanı ‘soykırım’ derse, tazminat ve toprak talebi gelir” evhamıyla daha da Amerikancı dış politika izlemişiz hem de üstüne para vermişiz. Para karşılığında sözümona “Türk dostluğu” yapan lobileri de “one minute” diyerek küstürmüşüz. Bakın siz şu işe!

Türkmen de Kuneralp gibi Türkiye’nin 1915 “katliamını” inkâr etmesini eleştiriyor. Bu anlamsız inkâra bir de S400, PKK, FETÖ gibi “gereksiz” konular eklenince ABD’nin gözündeki “stratejik değerimiz aşınmış”! Bilinçlerin derinliklerine sinmiş bir Amerikancılık bu. Onlara göre ABD’nin dostu olmamızın tek yolu ABD’nin dediklerini yapmak. Ve bunu yapmalıyız. Türkiye bağımsız dış politika izledikçe, Rusya gibi komşularıyla ilişkilerini derinleştirdikçe ABD’nin gözünden düşüyormuş. ABD’yi kızdırdığımız için de Biden “soykırım” diyormuş. Yani hırsızın hiç suçu yokmuş.

AYŞE’NİN DRAMI
Suçlu her zaman Doğuludur. Henüz 4 yaşında, Fransa Büyükelçisi Charles de Ferriol tarafından İstanbul’da köle pazarından satın alınıp Fransa’ya gönderilen Çerkez Kızı Ayşe’nin hikâyesini hatırlattı bana sayın büyükelçilerimizin ruh halleri.

Küçük Ayşe, büyükelçinin ablası tarafından yetiştirilir, eğitilir, bir asil gibi büyütülür. Dışarıdan bakıldığında diğer Fransız salon kadınlarından farksızdır. Ancak ölümünden yıllar sonra Voltaire tarafından yayınlanan mektuplarından anlıyoruz ki durum pek de öyle değilmiş.

Başından itibaren Doğu kökenli olması etrafta merak konusu olmuş. Egzotik güzelliği “oryantal” dedikoduları coşturmuş. Büyükelçi onu boşuna getirtmiş olamazdı. Nitekim haklılardı. İstediği kadar “iyilik yaparak”, Batılı gibi, kendilerinden biri gibi yetiştirmiş olsun, Batılının Doğulu ile “efendiköle” ilişkisi dışında bir ilişki kurması beklenemezdi. Nitekim 18 yaşına gelen ve vaftiz edilerek Elisabeth Charlotte Haide (Aïssé) ismini alan Ayşe, 61 yaşına gelen Büyükelçiden hakikati bir mektupla öğrenir:


“Sizi satın almak suretiyle inançsızların elinden kurtardığım zaman, amacım ne kendime eziyet etmek ne de kendimi mutsuz kılmaktı. Size istediğim gibi sahip olabilmek ve bir gün sizi kızım ya da metresim yapmak için, kaderin insanlar üzerindeki kararından yararlanmak istedim… Aynı kader her ikinizi de olmanızı istiyor.”

Ayşe “onlardan gibi” görünme yanılgısına kapılınca, yeri hatırlatılmıştı: Seni ben kurtardım, kızım da olabilirsin metresim de… Daha kötüsü kölelik Ayşe’nin bilincine de yerleşmişti. Sahibi büyükelçinin ölümünden sonra aristokrat kökenli bir şövalye ile aşk yaşayan Ayşe’nin bu aşktan bir de çocuğu olur. Fakat Ayşe, kendisine deli gibi âşık olan şövalyenin evlilik teklifini reddeder. Haddini bilir ve utanç verici kökleriyle bir Fransız soylusunun şöhretini kirletmek gibi budalaca bir işe kalkışmaz. Nefsine yenilip, çocuk sahibi olmasından dolayı kendini affetmez ve sürekli günah çıkartır. Ayşe henüz 40 yaşında keder ve verem içinde bu dünyadan göçer.

Bizim emekli büyükelçilerin bir kısmı da böyle değil mi? Koca Amerika mı suçlu olacak? Kesin biz ona layık olmayan, onu hiddetlendirecek işlere kalkışmışızıdır!

Sonuç: Kendimiz olalım. Kendi kadim coğrafyamıza, bugünün yükselen değeri olan Avrasya’ya yönelelim. Türkiye’den bakalım. Bizi köleleştirmek isteyen sahte dostluklara kanmayalım. “Soykırım” değil, “büyük felaket” dediklerinde onlara sevinçle sarılmayalım. 75 yıllık ABDNATOAtlantik prangasının zihnimizdeki kirini, pasını, aşağılık olma duygusunu söküp atalım.

Taner Timur, Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler, s. 40, İmge Kitabevi, 2006, Ankara


Age, s. 42

Aydınlık'ın notu: Sitemizde saat 12.00'de erişime açılan yazarlarımızın yazılarını, erken saatte okumak için dijital gazetemiz eAydınlık'a abone olabilirsiniz.