1980’lerden sonra, sermayenin yeniden örgütlenmesine şahit olduk. Bu yeni örgütlülükte, sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması esas alınmıştı.

Servetin yeniden örgütlenmesinin adı; finansallaşma olarak ifade ediliyordu. Finansallaşma; servet sınıfı ve serveti yöneten elitlerinin egemen olduğu bir ekonomi dünyası anlamına geliyordu.

Zaman zaman Monetarizm yani parasallaşma adı verilmiş olsa da örgütlü sermaye ve onun dünya düzeyindeki süreçlerine, Finans Kapital demek gelenek olmuştu.

Sermaye örgütlü ama emek ve halk örgütsüz olacaktı ki finans kapital egemen olsun.

Yeni dünya düzeni diye inşa edilen bu finans dünyasının, kan damarlarında, Amerikan Dolarının dolaşımı esas alındı.

Merkez bankaları bağımsız olacak, bağımsız merkez bankalarının kural ve kaidelerini servetin örgütlülüğü esasına göre, çok uluslu şirketler belirleyecekti.

Buraya kadar anladıklarımız böyleydi ama finansallaş kavramının içinde sonradan ortaya çıkan bir sürü alavere dalavere vardı.

 

İsviçre’nin Basel Kentinde, merkez bankalarının kuralları belirlenecek, dünyadaki merkez bankaları ve ticari bankalar Basel Kanunlarına tabi olacaktı.

Mesela; siz ve ben aramızda bir sözleşme imzalıyoruz, bunun bir teminat olarak paraya dönüştüğünü sonradan öğreniyorduk.

Yağma iki kanattan yürüyordu. Şirketler hisse senedi çıkararak para basıyorlardı. Ticari bankalar kredi vererek para basıyorlardı.

Banka parası, yani kredi para (dijital istendiği zaman silinebilir), yani Fiat Money olarak ticari bankalar para basmaktadırlar. Ekonomiye karşılık gelen paranın %80’i kredi paradır.

Servet sınıfı durmadan para yerine geçecek kâğıt basıyor, şirketler açığa satış diye piyasadan para topluyorlar, bunların adı da serbest piyasa oluyordu.

Finans kapital sıkışınca, devletler para basıyor ve bu paraları çeşitli yollardan şirket kasalarına koyuyordu.

Konuyu geçmiş zamanda olmuş bitmiş gibi anlattım ama yağma süreci el an devam ediyor.

Kapitalizm ve onun en soyguncu şekli olan finans kapitalin işsizlik diye bir sorununun olmadığını biliyoruz. Lakin egemen sınıflarla birlikte halkları yöneten devletlerin de işsizlik diye bir sorunu kalmayınca, işsizlik ayyuka çıktı.

Amerika’da son CVD19 krizinden sonra Altı Trilyon Dolar para basıldı. Şirketlere verildi. Batmış şirketlerin tahvil ve bonoları devletçe satın alındı.

Şirketler aldıkları dolarlarla kendi hisse senetlerini kapitalizmin temel kumarhanesi olan borsaya yatırdılar.

Borsadaki hisse senetlerinin %84’ü servet sınıfının hisse senedidir.

Bu kadar çok para basılıp şirketler kasasına konulmasına karşın, işverenler istihdam yaratmadılar. Hatta işçi çıkardılar.

Finans kapital düzeninin mantığı budur.

Bize gelince bundan pek farklı bir süreç işlemedi. CVD19’dan sonra BİST 100 endeksi 120’ye kadar çıktı. Borsadaki hisse senetlerinin hemen tamamı bankalar aittir.

 İşsizlik ise artmaya devam ediyor.

Borsalar ne kadar yükselirse, işsizlik o kadar çok artar. Çünkü finans kapital demek; kâğıt alıp, kâğıt satmak demektir. Üretmeden kar etmektir. Borsanın reel ekonomiden koptuğunu çoktan beri biliyoruz.