Türk Eczacıları Birliği (TEB) gerekli açıklamayı yaptı: ‘Sağlığın tesisinde vazgeçilmez bir yere sahip olan, milyonlarca insanın hayatını kurtaran ruhsatlı ilaçların; bilimsel gerçeklikten uzak, toplumu yanıltarak insan sağlığını tehdit eden söylemlerle hedef gösterilmesi kabul edilemez’

Ecz. Arif Yayla

Hayatımızın tüm evrelerinde bir tıp terimi olan sendrom sözcüğünü sıkça kullanırız. "Birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini gösteren bulgular bütünüdür" sendrom. Kalıtsal/primer olabilir ya da edinsel/sekonder dediğimiz bazı nedenlerle de oluşabilir.

Sendromlar bireysel olabileceği gibi toplumun bir bölümünü sarmalayan türleri de vardır. Toplumsal sendromların en ünlülerinden biri Stockholm sendromudur. Neydi Stockholm sendromu hatırlayalım:

İsveç’in başkenti Stockholm’de 23 Ağustos 1973 günü yaşanan bir banka soygunu girişimi vardır. Soyguncu tarafından altı gün boyunca rehin tutulan üç kişiden ikisi kadındır; bu kadınlardan birisi, kendini rehin alan soyguncuya âşık olur. (Öyle ki nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan soyguncunun hapisten çıkmasını beklemiştir.) Banka kuşatılır; kuşatmanın kaldırılması isteğini polis kabul etmez. Soyguncu Jan Erik Olsson, zamanın başbakanı Olof Palme’yi telefonla arar, olay yerinden serbestçe uzaklaşabilmeleri için polis kuşatmasının kaldırılması konusunda polise emir vermesini ister. Rehine kadınlardan biri de başbakanla ile konuşarak, soyguncunun talebinin yerine getirilmesi için yalvarır. Başbakan Palme, bu konuda yardımcı olmayacağını, soyguncu kabul ederse, rehineleri serbest bırakması karşılığında kendisini rehin olarak teslim edebileceğini söyler. Bu arada soyguncu, bir gazeteyi telefonla arar ve kendine acındırarak bir söyleşi verir. Ertesi gün gazetedeki söyleşiyi okuyan halk polise kızmaya başlar. Rehineler kaçsalar bile soyguncuların onları öldürmeyeceğine inanan halk, polisin kaçma şanslarını ortadan kaldırarak rehinelerin yaşamlarını tehlikeye attığını düşünmeye başlar. Gergin bekleyiş 28 Ağustos akşamı polis operasyonuyla son bulur.

Psikiyatrr Nils Bejerot bu davranış biçimini inceler, bunun bir "sendrom" olduğuna karar verir, adını da koyar: "Stockholm Sendromu".

KREMALI UYDURMALAR

Durup dururken nerden çıktı bu sendrom? Vallahi alın benden de o kadar! Demem o ki bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü hikayesi! Hem okunacak onca kitap sıra beklerken bir kitap trafik teröristleri gibi ‘yancılık’ yapıp öne geçiverdi; makas attı yani. Kitabın adı: Kara Kutu/Yüzleşme Vakti. Yazarı Soner Yalçın.

Belirtmek isterim ki okudukça şaşırdım, şaşırdıkça hızlandım.

Öncelikle biz eczacılara atfedilen o sözler nereden çıktı Allah aşkına?

Ecz. Neşe Gülersoy’un, Ecz. Naci Doğan’nın kim olduğunu bilmeden, kremalı uydurmalarla yazılanlar yüreğimi incitti.

Biz o günleri yaşadık! Bursa Eczacı Odası Başkanı Ecz. Naci Doğan öldürüldüğünde, Ecz. Nejat Vardar kuruluşunda liderlik yaptığı Bursa Eczacıları Kooperatifinin yönetim kurulu başkanıydı, sorumlu müdürü de bendim. Nejat Vardar’a Naci abimizin ölüm haberini de koşarak evine gidip kan ter içinde ileten kişiyim. O zamanlar her evde telefon yoktu. Acının harman olduğu anlar yaşadık biz. Bizim kuruluş amaçlarımız içinde olmayan ama bazılarını paylaştığımız olguları kuruluş amaçlarımızmış gibi yazmak yakışıklı değil.

O günlerin önceliği yabancıdan çok yerli hegemonik ilişkileri nasıl alt ederiz idi. Ecza depolarının turnikelerle, eczacının depolara girmesini engelleyen, kıt olan ilaçların eczane kayrılarak dağıtıldığı bir süreçten geçiyorduk. Biz ekonomik örgütlenme modeli olarak kooperatifi seçtiğimiz için hedef alındık. Bunu bilmeden o günün eczacı örgütlenmesini anlayamazsınız. Eczacı Kooperatifleri para babalarının çekindikleri kadar vardı; yirmili yaşlardaydık, çetin cevizlerdik; düşünün, benim de bir zamanlar dört yıl müdürlüğünü, iki dönem de yönetim kurulu başkanlığını yaptığım Bursa Eczacıları Kooperatifi (BEK) Türkiye’mizde ilk 500 kuruluş içinde, bugün yüz yedinci (107) sırada.

Öyle Rochefeller, maçofeller filan değildi ilk hedef. Birlikte olmanın gücünü bilen devrimci gelenekten geliyorduk hepimiz! Hakkımızı almak için örgütlendik. İlaç konusunda gerçek otoritelerden biri olan değerli hocamız Ecz. Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu kaybettiğimiz arkadaşlarımız ile ilgili Soner Yalçın’a şu göndermeyi yapıyor:

"Hele ki 1979’daki eczacı katliamlarını Rochefeller komplolarıyla soslayarak, sonra da Fatih Altaylı’ya ‘bunu biraz da ilgi çekmesi için koydum’ itirafları bile durumun vahametini sergilemektedir. Neyin insani olmaktan çıktığının bir göstergesi sayılabilecek bu eşik, onları tanıyan bizlerin yüreğini acıtmaktadır." (Kurucularına saygı olsun diye bir anımsatmam olacak Sayın Yalçın’a: İlk ecza kooperatifi Manisa’da değil Silifke’de kurulmuştu.)

TEB’İN AÇIKLAMASI

Türk Eczacıları Birliği (TEB) gerekli açıklamayı yaptı. Açıklama özetle şöyle:

"Sağlığın tesisinde vazgeçilmez bir yere sahip olan, milyonlarca insanın hayatını kurtaran, bilimsel yetkinliğe sahip hekimlerce reçete edilen ve bilimsel yetkinliğe sahip eczacılar tarafından sunulan ruhsatlı ilaçların; bilimsel gerçeklikten uzak, toplumu yanıltarak insan sağlığını tehdit eden söylemlerle hedef gösterilmesi kabul edilemez. Toplumumuzun sağlık okuryazarlığının yeterli seviyede olmadığı da göz önüne alındığında sağlık ve ilaç alanı ile ilgili topluma yönelik açıklamaların bilimsel temelli, tutarlı ve kanıta dayalı olması zorunluluktur.

Türk Eczacıları Birliği olarak iyi biliyoruz ki insan sağlığı ile ilgili yapılacak tartışmalar ancak etik zeminde, bilimin ışığında, akademisyen ve bilim insanlarının öncülüğünde yürütüldüğünde topluma bir yarar sağlar. Kanıta dayalı sağlık uygulamalarına karşı güvensizlik yaratan bu tür ifade ve iddialar ile aslında bilimin itibarı ve saygınlığı zedelenmektedir. Öte yandan bu tür yaklaşımlar, sağlık profesyonellerinin saygınlığını azaltmaktadır."

MAO, MODERN TIP FAKÜLTESİ KAPATMIŞ!

Soner Yalçın’ın yüzlerce ilaç adı sayarak, okuyanların kafasını allak bullak edeceğinden emin olun. Hatta ilacını bırakan bir kısım bunalımlı insanlar intihar ederse bunun hesabını kim verecek?

"Tamamlayıcı tıp: Hastalık yoktur hasta vardır! Hekimler bunu söylüyor. Modern tıp hasta yoktur hastalık vardır. Bu kavram ilaç tekeli anlayışı.

Tamamlayıcı tıp Engels’in savunusu. İdeolojik olarak Rochefeller galip çıkıyor.

Endüstriyel gıdalarla hastalandırıp ilaçla öldürüyorlar."

Antidepresanların iyi bir şey olmadığına eminlermiş!?

Aşı bağışıklık sistemini felç edermiş!?

Mao 1949’da devrim yapıp modern tıp fakültesini kapatmış.

Antidepresanlar pazarlama nedeniyle daha çok kullanılıyormuş!

Sen nerden biliyorsun diyor hekimlere! Türk hekimini aşağılayan şu cümlelere bir bakın:

"Ben doktorum, ben profesörüm diyenler nerden biliyorlar?"

Peki bu tıp müfredatını kim hazırladı?

Peki bu tıp müfredatını dünyaya kim dayattı?

Endüstriyel tıp denen kavram, kimler tarafından nasıl oluşturuldu?

Modern tıp denilince neden sadece ‘bilimsel tıp’ anlaşılmaya başlandı?

’Tamamlayıcı alternatif tıbbın’, "şarlatanlık" olarak algılanmasını kimler nasıl sağladı? Amaçları neydi?

Bütün bilinçli hastalar için açık olan şudur; hastalıkların somut sebepleri için yapılan saplantılı araştırmalar, endüstriyel tedavi, bilimin temeli değildir."

DİPNOTLAR ATIF KURALLARINA UYMUYOR

Sayın Yalçın ‘Homeopati’nin ‘H’sini bilmeden ahkam kesecek kadar ileri gitmiş. Tüh. (Bir eczacı olarak bu konularda ben bile hocalarıma karşı mahcup olmamak için fikir yürütemem; alıntı yaparım o kadar.)

Hangi birini yazayım ki? Yalçın, Tip1 ve Tip2 diyabet, kronik kalp hastalıkları, tansiyon, genetik faktörler, zehir, virütik ve mikrobik hastalıklar, YeşilkartRockefeller ilişkisi, her şey ama her şeyi biliyor!

Otçuları, çöpçüleri öneren, anatominin, hücrenin, nöronun, hormonun vb. ne olduğunu bilmeyen küheylanlara kaldıysa bu sağlık işi yandı kerimin arpa tarlası.

Toksik (zehir) maddenin, neyin zehir, neyin ilaç olabileceğinin sınırlarını bilmeden alternatif tıp, tamamlayıcı tıp gibi terimleri kullanmanın bile bir adabı olur yahu. Bu ne hoyratlıktır ki gerçek bilim insanlarının bile destursuz söyleyemeyeceği şeyleri söylemeYİ kendine hak görüyor.

Bence gazeteci yazar Soner Yalçın "bilgi hazımsızlığı sendromu" ile baş etmeye çalışıyor. (Bu sendromu ben uydurdum ama uydu sanırım.) Hani ‘değerli’ besinlerle beslenmeye çalışırız da kimimizin bünyesi söz konusu besinleri sindiremez, tam tersine zarar verir ya bedene, işte anlatmaya çalıştığım o. Yalçın birçok şey derlemiş, belki çoğunu okumuş(!), hepsini bir çuvala koyup karıştırmış, sonra da Allah ne verdiyse yazmış. Okuduklarını hazmedememiş yani. Hazmetseydi alıntıları numaralandırırdı. Yararlandığı kaynakları sıralamış ama yalancıktan. Dipnotlara baktığınızda da ‘atıf’ kurallarına uymuyor. Hani Yılmaz Özdil de kaynak göstermemişti ya adı şirazede olan kitabında, aynen onun gibi!

SORUMLULUĞUN ‘ABC’Sİ

Aşı konusu çok hassas bir konu. Topluma karşı sorumlu olabilmenin ‘abc’si. Soner Yalçın’ın kaleminden çıkanlara bakıldığında, adını koyduğum sendrom tanımına uygun bir durum olduğu ortada.

Bir şaka: "Kuşların söylediği doğruysa, Sayın Yalçın ayağına batan ‘paslı çividen bir şey olmaz’ diye ihmal ettiği tetanos aşısını bir an önce yaptırmalıdır" diyorduk ki bir yaban hayvanı tarafından da ısırıldığını öğrendik. Önerim, acilen hastaneye başvurup, henüz kuluçka devresindeyken kuduz aşısı olmalıdır. Geç kalan tedavi beş para etmez çünkü. Yine de paşa gönlü bilir!

Geç kalmış olabilir mi? Aşıya bu kadar karşı olması aklıma başka bir şey getirmiyor. Ya sizin?