Türkiye’de orta sınıf büyüyüp geliştikçe toplumdaki sosyokültürel ayrım çizgilerinin silikleşeceğini, daha az bölünmüş bir toplum haline geleceğimizi sanıyordum. Yanılmışım. Daha doğrusu, elimde bir araç olarak tuttuğum klasik tez, geçersiz hale gelmiş.

Yaygın kabule göre, ekonomik düzeyleri birbirine yakın insanlar, benzer sosyal yaşam biçimleri inşa ederler. Topluma bağlanmanın bir yolu olan yaşam alışkanlıkları birbirine benzedikçe değişik kesimler arasındaki farklar da silikleşir. Yaşam tarzındaki yakınlaşma, zamanla toplumsal yaşamın tamamına ve ülkeye dair ortak bir hisse dönüşür. Bir arada yaşama kültürü ya da toplumsal bilinç dediğimiz şeyin önemli bir parçası işte bu histir.

Bir parantez açıp milli şuurdan değil, daha gevşek bir örüntüden, deyim yerinde ise onun bir alt basamağından söz ettiğimizi belirtmek lazım. Milli şuur, dil, din, bayrak, ortak geçmiş, ortak ülkü ve sair tarihsel derinliği olan bir dizi kavram üstüne yükselir. Bir arada yaşama kültürü ise daha ziyade hayatın maddi koşullarının bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Öte yandan, sözünü ettiğimiz, bir tür “aynılaşma” değil, maddi koşulları ve yaşam biçimleri birbirine yaklaşan insanların asgari müştereklerde birleşmesi, aynı zaman diliminde ve aynı mekanda ötekilerin de kendisi ile aynı haklara sahip olduğunu kavramasıdır.

Bu akademik cümleler, ağza kolay alınıyor ama pratik yaşamda karşılığını bulması sanıldığı kadar kolay değil. Mekanik her zaman böyle çalışmıyor, en azından Türkiye’de çalışmadığını gördük.

Türkiye son yirmi yılda toplum dinamikleri anlamında önemli bir gerilimin çözülmesine sahne oldu. Bu, İstanbul, Ankara, İzmir gibi mega kentlerin kenar mahalleleri ile merkezleri arasındaki gerilimdir. Yirmi yıllık ekonomik büyüme ve sosyal politikalar, orta sınıfın büyüklüğünü %60’lara kadar taşıdı. Bunun bir sonucu, kent merkezlerinin varoşları da içine alarak dağınıklaşmasıdır. Eskiden kenar mahalle sayılan pek çok semt/ilçe artık başlı başına bir modern yaşam merkezi haline gelmiştir. Kenar mahallenin merkezileşmesine koşut olarak giden bir başka süreç de oralarda yaşayan insanların eski kent merkezi ile temasının artmasıdır. Bunun doğal sonucu, toplumsal yaşamda “eskiden görünmez olanın görünür olmasıdır”.

Türkiye’nin klasik üstorta sınıfının (siz buna Beyaz Türkler de diyebilirsiniz), eskiden sadece Ümraniye’ye veya Esenler’e gittiğinde temas ettiği kişilere artık daha çok “maruz kalmasından” söz ediyoruz. Yirmi yılda, sadece kentin merkezi bölgeleri ve kamu binaları değil, AVM’ler, eğlence parkları, tatil merkezleri gibi yeni yaşam alanları da bu temasın mekanları haline geldi. Beklenen, yaşam tarzı benzeşmeye başlayan bu insanların birbirine yaklaşması idi. Nitekim böylesi bir yakınlaşma, belirli bir oranda gerçekleşti de. Ancak eski orta sınıf içindeki bir çelik çekirdek, aksi yönde hareket etti, ötekine karşı daha da keskinleşti.

Siyasi kodlarla bezenmiş bir gerilimi, yaşam tarzı üzerinden her gün yeniden üreten bu katmanı, ekonomik aktivite ile izah edemiyoruz. Diğerlerine göre daha zengin ya da daha yoksul değiller. Aynı iş yerlerinde benzer koşullarda çalışıp aynı şeyleri tüketiyorlar, aynı TV programlarını izleyip aynı mekanlarda geziyorlar. Şu halde, bu “dirençli çekirdeğin” varlığı somut bir duruma değil ideolojik bir ayrıma işaret etmektedir. Biz ve onlar ayrımı, teorik bir zemin üzerinde yükselmekte, hatta yer yer pratiğe direnecek denli keskinleşip bir tür inanç halini almaktadır. Söz konusu olan günlük yaşam ise eğer, ideolojinin bu denli büyük toplum kesimlerini esir aldığı durumlar tarihte pek az görülmüştür.

Aralarına yeni katılanları neden benimsemiyorlar? Onları neden hakir görüyorlar hatta bazan düşmanlaştırıyorlar? Belli ki kendilerine ait bir yaşam alanının işgal edildiğini düşünüyorlar. Kendilerini medeniyetin ve ülkenin sahibi, diğerlerini ise medeniyeti yok etmeye gelen barbarlar olarak görüyorlar.

Objektif karşılığı olmayan bu ideoloji, aslında çok temel bir insani tepkiye dayanıyor. İnsanoğlu, doğası gereği, farklı olanla karşılaştığında en önce bir korunma refleksi geliştiriyor. Daha sonra, muhatabı ile iletişim kurdukça ilişkiyi aklileştiriyor, duvarlarını makul bir seviyeye indiriyor.

Yaşamı, eskiden görmediği ya da yok saydığı bir grup insan ile paylaşmak zorunda kalmak, her insanda yara açar. Sözünü ettiğimiz tanışma/iletişim de aslında bu yaranın onarılmasından ve hayatı yeniden normale taşımaktan başka bir şey değildir. Bizde ise sürecin bu şekilde ilerlemesini engelleyen bir faktör var: Muhalif siyasetçiler ve gazeteciler. Kendi haline bırakılsa taşınabilir düzeylere inebilecek olan bir gerilim, bu insanlar tarafından istismar edilerek kariyere ve paraya çevriliyor.

Meral Akşener’in Millet İttifakına oy vermeyenlere “Bizanslı” demesi, İsmail Saymaz’ın “farklı” fikirdeki bir kadına hakaretler yağdırması, hatta çocuğuna el konulmasını talep etmesi bunun son örnekleri.

Kendini sadece ülkenin sahibi değil, ötekilerin yaşamının da sahibi gören, çoluk çocuğuna el koyma hakkı olduğunu düşünen bu hastalıklı kafa, en büyük kötülüğü istismar ettiği insanlara yapıyor. Onların yaşamın yeni düzeni ile, Türkiye’nin toplumsal yapısındaki demokratikleşme ile barışmasını engelliyor. Gerçekte karşılığı olmayan bir işgal ve tecavüz hissini körükleyerek üst orta sınıfın kanayan yarasını sağaltmasına izin vermiyor.


Gaffar Yakınca

Aydınlık